30 Aralık 2008 Salı

kurutuyorum sararan fotograflarını çizgisiz sayfalarımın arasında...



kurutuyorum sararan fotograflarını çizgisiz sayfalar arasında...

sarıyorum yüzünün hayalini tütün gibi avuçlarıma...

içiyorum cigerlerimi eriten bakışlarını tek nefeste...

çekiyorum içime gözlerinin nemini

derin bir nefes deriyorum senden yüregime...

hasretin öyle bir duman ki sarartır çaresizligimi gözlerimde...

bir nefes duman olur ,

gidişinden bana miras kalan ayak izlerin...

bir öksürüş olur ,

ayak izlerinde biriktirdigim gözlerimin yagmurları...

kurutuyorum sararan fotograflarını çizgisiz sayfalar arasında...

sarıyorum gülüşünün hayalini tütün gibi avuçlarıma...

ah aah...

ıslatıyorum gözlerimde seni ,

yakmadan önce yüregimden hasretini...

iki kere iki beş eder avuçlarım içinde...

iki kere iki beş eder avuçlarımın içinde gülüm...
ve güneş masmavi dogar kıpkırmızı şafaklardan..
deniz buz beyaz olur sevgilim gözlerimde.
iki kere iki beş eder avuçlarımın içinde gülüm..
yeşil olur tüm çırpılan kanatlarıyla
soguk meydanın güvercinleri...
yerlere uzanan tüm bugdaylar
bonibonlar gibi rengarenk düşerler taşların üzerine...
iki kere iki beş eder avuçlarımın içinde gülüm...
mum alevi olur gecede ay
usul usul karanlık gökyüzünde tüten...
balıklar rengarenk olup yüzerler bogazın sularında
gökkuşagı olur deniz ve renkli cicoz sakızları gibi salınır yavru balıklar...
iki kere iki beş eder avuçlarımın içinde gülüm...
mısralar oltu taşı boncuk , şiir tesbih olur sevdigim ellerimde...
iki kere iki beş eder avuçlarımın içinde gülüm...
aşkı bilmeyen aşık bir çocuk gibi
boyarım tüm dünyayı yeniden gönlümce ,
rastgele karşılaştıgımızda seninle
degince bir an gözlerin gözlerime...

22 Aralık 2008 Pazartesi

ikiartıikieşittirbeş...



yedi gelen bir zarın imkansızlıgına gömüyorum tüm hayallerimi...zamanı geldiginde gelen bir zarın mutlulugunu giyiyorum üzerime...ama iki artı iki beş ediyor beynimde hala bilmemki niye...

aklımın minibüsünden...


sarı renkte bir gülün ayrılıgı temsil ettigine inanılır...leonardo da vinci sarı rengi yaglıboya tablolarında ölümü anlatırken boyar ve kullanır...peki ne kadar soguktur ölüm...yada ne kadar üşür bir yürek bir ayrılıgın ardından sence...bizi yaşatan güneş neden sarıdır peki o zaman...dalgalanıyorum yine...aklımın denizinde dalga boyum büyüdü gelgitlerim güçlendi yine...düşünmekten kaçmalıyım artık...kaptan müsait bir yerde inebilir miyim lütfen...

ayna ayna bir masal anlat bana , uyut beni kendimle...



bir boy aynasını yere serip uzandın mı hiç üzerine...kendinle başbaşa kalıp uyudun mu hiç ...kendine bakıp... kendinle uyuyup... bu kadar sessizken , bu kadar konuştun mu peki içinle daha önce...aynaya bak hatta uzan aynanın üzerine yatagın diye ve gördügün rüyayı ilk kendine anlat gözlerini açtıgında bugün...hesap makinası olmadan elinde hesaplaşabilir misin kendinle...bence kesinlikle...

belki...



güzel olan şeyler kısa sürer derler...dogru mu sence...güzel şeyler hep çabuk mu tükenirler...lezzetli olan şeylerin zararlı oldugunun söylenişi ne kadar caydırır acaba bizleri...kısa bir zaman diliminin bu kadar tatlı ve güzel oluşu acaba zararlı oldugunun mu kanıtı...yada bunların hepsi kafamızdaki tabular mı...genelgeçer yargılarımız yorumlarımız mı bunlar yoksa...kimbilir...belki binbir gece süren bir masal vardır gerçekten...belki kocaman bir zaman mutlu olabilir insan...belki hayat çok güzeldir gerçekken bile...

sonra bir avuç su gibi öpüş benimle...



konuşur gibi öpüş benimle..ve öpüşür gibi konuş benimle..tıpkı renoir'un güllerinin bir kadın yüzüne yada renoir'un kadınlarının bir güle benzemesi gibi bak yüzüme...öyle bir sus ki bazen kurusun dilimiz dudaklarımız...sonra bir avuç su gibi öpüş benimle... ve öpüşür gibi konuş tenimle...öyle bir bak ki sonra gözlerimin içine...içimde bahar olsun mevsim..ama dışarıda şubat rüzgarı dövsün penceremi buz gibi...üşüsün hasretim...yansın yüregim...ve sen gözlerimin bugusuna yaz tüm yazmak istediklerini parmak uçlarından...ve sonra öyle bir degki dudaklarını dudaklarıma , silinsin yazdıgın herşey gözlerimden...gözlerimin bugusunda yazdıkların süzülsün aksın gitsin...gözyaşlarım asansörü olsun tüm yazdıklarının ve akıp insinler aşagılara herşey ile birlikte...sonra sessizlik olsun...sesin duyulsun sessiz karanlıkta...kurusun dudaklarımız suya hasret bir toprak çaresizliginde...sonra sen gel bir anda...gök gürlesin sesinde ve gri bulutlar gibi bak yüzüme gözlerinde...durma sonra...konuşur gibi öpüş benimle... ve öpüşür gibi konuş tenimle...renoir'un baylar ve bayanlar tablosundaki ahşap veranda ol bana sonra ve otur benimle tamda orada...öyle bir sus ki kurusun dudaklarımız...sonra bir avuç su gibi öpüş benimle...

21 Aralık 2008 Pazar

anlamı yok sen gölgeme saklanmayınca saklambacımın...



anlamı yok sen gölgeme saklanmayınca saklambacımın...

anlamı yok yüze kadar sayışlarımın

sen gölgemden dinlemiyorsan eger beni...

heyecanı yok eger sen yoksan , saymaların bagıra bagıra...

ebesi hep ben kalayım sevgilim bu oyunun

ve sen kalbimden sobele hep beni...

ebesi hep ben kalayım bu oyunun sevgilim

yeterki sen hep başucumda dur gölgemi ört üstüne...

saklan yüregime

saklan sıcacık ellerimin içerisine...

anlamı yok hiçbir anlamın sen yoksan eger o anda...

anlamı yok hiçbirşeyin

yoklugunun kıyısına vuruyorsam eger çaresiz...

mendilim hayalin...

gözyaşım gözlerin...

gel sarıkamışta üşüyelim , palandökende buz kesilelim seninle sevdigim...

mendilim hayalin...

gözyaşım gözlerin...

saymaya başlıyorum yine sevgilim

saklan haydi durma yüregime...

ebe hep ben kalayım gözlerinde seninle

ve sen saklan seni bulamayacagım bir yere ...

mesela yüregimin derinliklerine...

şimdi uyuyorsun tüm yagmurlardan habersiz...



şimdi uyuyorsun tüm yagmurlardan habersiz...

gözler ıslak , yollar ıslak , sokaklarım sırılsıklam...

kapının önünde beni bekleyen ayakkabılar ıslak...

oysa senin rüyalarında sıcacık bu dünya...

şimdi uyuyorsun tüm soguklardan habersiz...

ellerim üşür , evsizler üşür , nefesler buz tutar...

oysa senin düşlerinde sıcacık bu rüya...

şimdi uyuyorsun tüm yangınlardan habersiz...

yüregim yanar , tarlabaşında ahşap boş bir ev yanar , sensizlik susuz kalır...

oysa düşlerinde derelerin şırıltısı sallar senin ılık beşigini...

şimdi uyuyorsun benden habersiz...

gecemden habersiz , yürekte sevdadan odamda hıçkırıklarımdan habersiz...

oysa düşlerinde gülümseyen bir ben tutar senin ellerini...

gözyaşım sen

mendilim hayalin...

bembeyaz sayfaya düşüyor kalem...



bembeyaz sayfaya düşüyor kalem...

harfler yagıyor kagıt üşüyor...

satır satır kanıyor yürek.

damla damla dökülüyor şiir kanayan yaramdan...

düşüyor yaşlar gözlerden..

aglamıyorum ben yagıyorum gülüm...

sakın üzülme..

aglamıyorum ben yagıyorum sevgilim..

sırılsıklam kagıt..

üşüyor göz üşüyor kalem...

bir mısra tutuşuyor sonra çıra gibi dilimde...

bir fotograf yanıp düşüyor senden aklıma o an

ve siyah beyaz bir fotografı paylaşıyor güzel yüzün...

beyazı gülüşün giyiyor gelinlik diye , siyahı gözlerin örtüyor üzerine yas diye...

ah ah ...bembeyaz sayfaya düşüyor kalem...

harfler yagıyor kagıt üşüyor

satır satır kanıyor yürek...

çekicimin altında demir gibi dövüyorum mısraları kor alevin içinden...



çekicimin altında demir gibi dövüyorum mısraları kor alevin içinden...

harlıyorum yüregimin ocagını ,

büyütüyorum hasret hasret alevleri

kalbimin ateşinden...

soguk suya veriyorum kor demir nefesimi sonra

sogutuyorum avucumun sıcagını buz gibi suyunda gözlerinin...

çekicimin altında demir gibi dövüyorum mısraları kor alevin içinden...

derdim sensin...

ateşim sen...

derdim sensin

hep sensin derdim yaramda merhem , toprakta su , gözde aşk ,düşte sen...

demir döver gibi sana dövüyorum rüyaları...

sana harlıyorum yüregimde ocagı

gözümde ateşi...

sana harlıyorum derdi , kederi...

sana harlıyorum sızıları , hasreti...

ve eriyorum demirden bir şiir gibi sana

mısra mısra damlıyorum avuçlarının kar düşmüş soguguna...

iki damla yaş filizlenir gözlerden...



iki damla yaş filizlenir gözlerden...

sonra belki aşk düşer titreyen üşümüş sözlerden...

aglar gökte gök

içini döker bir bulut dolup dolup belki yine...

iki damla yaş filizlenir gözlerden...

avuçlarının terleyen heyecanına oturup

bir bardak sıcacık çay içeriz belki yine...

kadıköy vapurunun arkasında bıraktıgı mektubu okuruz beyaz köpüklerden....

seninle...

iki damla yaş filizlenir gözlerden...

sen düşersin sonra yine dilimdeki sözlerden.

göz ıslanır yaş hırslanır gözlerimde sonra...

ve sonra birden sen düşersin aklıma

yuvasından düşen yavru bir kuş gibi...

içim sızlar...

ve alırım seni sıcacık rüyalarımın avuçlarına...

sonra iki damla yaş filizlenir gözlerden yine...

ve ben uyanırım

bir rüya daha biter...

sapan taşıdır aglayan gözlerinden düşenler bana...



sapan taşıdır aglayan gözlerinden düşenler bana...

bakışlarım vurulur sana...

bakışlarım düşer yerlere...

kanadı kırık aglayışlarım uçuşur,

hıçkırıklar uçuşur

vuruldugum yaradan düşen tüyler gibi göklere...

sapan taşıdır aglayan gözlerinden düşenler bana...

sana degil

sitemim üşüyen ıslak kaldırımlara...

saatim hep seni ilk gördügüm saatine kurulur günün.

düşlerim senin çatına yuva kurar her gülüşünde...

bir arpa tanesidir bakışın...

bir bugdaydır saçının teli...

bir ekmek kırıntısıdır kokun

ekmeksiz bir günün ardından umuda uçan serçe kanatlarımda...

ben sensizlige tünedim sevgilim...

seni özledim...

sıcaga uçmayı bıraktım terkettim tüm düşlerimi...

kış yaklaştı işte...

ve pencerendeyim hala...

göç etmez yüregimin kırlangıç intiharıyım şimdi...

ve sapan taşıdır aglayan gözlerinden düşenler bana...

çamur yüregimin yuvasını kurmuşum çoktan ben sana...

* gereksiz bilgi : bir kırlangıç kısa hayatı boyunca , gittigi göç ettigi yerde sadece bir yuva yapar ve hep aynı yuvayı kullanır...bilimadamlarının en çok merak ettigi ve araştırdıgı şey ise çamur ve kırlangıç tükürügü ile bir duvara yapılan yuvanın yıllar boyunca asla nasıl yıkılmadıgıdır...

mahpusum sana parmakların ardından...



çatlıyor avuçlar toprak toprak...

sensizligin kurak susuzluguna asılı ıslak hayallerimin hepsi...

belki kururlar diye...

belki bir gülümseyişin dogar yüzüme güneş diye yine...

çatlıyor dudaklar toprak toprak...

sensizlige mahpusum ben

sensizlige mahkum bir yagmurun altında

ellerine susuz ellerimden hapisim sana...

parmaklarımın ardında yatıyorum hapsimi.

agzımda soguk nem kokusu bir duvarın tadı...

bogazımda paslı buz gibi bir demir tadı kelepçedir her nefesime...

agzımda sensizligim sen dolu hep..

sensizligimden kokunun hayali miras bana...

mahpusum sana parmak aralarından...

parmak uçlarından...

mahpusum sana tüm parmakların ardından....

mumdur gözlerim damla damla yüzüme eriyen...


mumdur gözlerim damla damla yüzüme eriyen...

akar yaşlar çorbama dökülen tuz gibi yarama.

mumdur gözlerim damla damla yüzüme eriyen...

sıcacık tenimde sogur gözümden düşen tüm yaşlar.

göz yaşlanır yaralar gençleşir yürekte ardı sıra...

mumdur gözlerim damla damla yüzüme eriyen...

mum biter göz kapanır...

bitmeye yakın bir gaz lambasının titreyen aleviyim şimdi...


bitmeye yakın bir gaz lambasının titreyen aleviyim şimdi...

duvara gölge gölge düşüyor gözyaşlarım

hıçkırıklarım keçemin dumanı...

bitmeye yakın bir gaz lambasının titreyen aleviyim şimdi...

bakışlarım bir köy gecesi

ve gecemin tek sesidir cırcır böcegi ah çekişlerim...

bitmeye yakın bir gaz lambasının titreyen aleviyim şimdi...

bir türkünün sözleri takip eder adımlarımı

ve avuçlarımın közünde demlerim sızılarımı...

kırık aynamdaki çocuklugum...


duvarda seni bekleyen tek teli kopmuş bir baglamayım şimdi...
türkü yarım mızrap yetim arkandan..
yüregimin duvarına asılmış tek teli kopuk bir baglamayım şimdi...
söz yarım beste öksüz arkandan...
kaçar buralardan kalemim
ıslak yemyeşil bir ceviz agacının yapragı altına uzanır kalemim sensiz...
şiir susar mısralar yas tutar arkandan...

8 Aralık 2008 Pazartesi

beyaz bir sayfa gibi uzansam önünde...

gözgözü görmeyen bir karanlıgın altına uzansam çırılçıplak
elinde bir ressamın fırçası ve boyaların olsa
beyaz bir sayfa parşömen gibi uzansam önünde
teslim etsem tenimi ve kendimi sana
boyasan beni kör karanlıgında diledigin gibi
fırçanla okşayarak gezinsen tenimde usul usul
boyasan beni özgür ruhuna gem vurmadan
eyerlemeden biner gibi atına dört nala
koştururcasına ruhunu
boyasan tenimde ruhumu
boyasan beni...
özgür ruhunu salar gibi uçsuz bucaksız bir yayla boyu
boyasan beni yanıbaşımda diz çöküp
sokulsan ruhuma
boyasan beni
sonra gaz yagı bitmeye yakın bir gaz lambasının
varla yok arasındaki keçesini yakıp tutuştursan
kırmak için simsiyah karanlıgını gecenin
incecik loşmu loş bir ışık belirse ahşap duvarlı odada
izlesen beni
sanatına hayran hayran bakan tablosuna aşık bir ressam gibi...
gözlerinin ışıltısından izlesem görsem bende resmini
gözlerinden kendimi...
radyoda gramafon tadında lezzetinde eski bir parça
ısıtsa üşüyen resmini...
sonra ellerimden tutup kaldırsan beni
ve yüreginde en sevdigin köşeye bir çiviyle
çivilesen beni...
sıcacık duvarında kalbinin
ve rüyalarında sergilesen beni...
''satılık'' olmasam...
beni hep kendine saklasan...

kaptanın seyir defteri...


nasılsın hayat iyimisin ? sen nasılsın sevgili günlük ? ben nasıl mıyım ? ölümünü bekleyen azrail gibiyim şu an.uzman oldugum konuda o kadar deneyimsizimki şimdi...amatör kaldım hayatım boyunca yaptıgım işe...eski bir pencere kadar korkuyorum rüzgardan şimdi...kırılmak o kadar yakınki artık...titriyorum tüm soguklardan esintilerden...şeytanın hiç giymedigi görkemli paltosu gibiyim...bekliyorum savruldugum bir köşede unutulup eskimeyi...sahra çölünde bir balık oltasıyım sanki...ne dogru yerdeyim nede dogru zamandayım gibi kaybolmuş hissediyorum kendimi...beni bul günlük...lütfen...

keşke bugulansam ...


keşke bugulansam...
hayal gibi görünse hayal olsa herşey
keşke bugulansam...
kar yagsa gördügüm herşey üzerine
gözlerimin eteklerinde erise bakışlarımın soguklugu
ıslansa gözlerim...
ıslansa gülümseyişim...
kar yagsa parmak uçlarıma keşke
parmak uçlarının çıkıntılarında düşlesem seni
tüm düşler üşüse...
ama mutluluk erise dudaklarımızda sıcacık...
sıcacık yansa sözler agzımızda dilimizde...
dilimiz sıcacık yansa dudaklarımız alevlense
ve tüm sözler kızarıp çatlasa bu ateşin üzerinde sıcak ele avuca alınmaz kestaneler gibi
tüm sözler yansalar dilimizde ve sonra üşüse hepsi birden ...
dudaklarımız sarılsa birbirine
sıcacık nefeslerimizle ısıtsak üşüyen sözleri dudaklarımızda
öpüşsek
sönmeyecek bir yangın yerinin tam ortasında üşürmüşcesine
öpüşsek seninle
kavuşsa dudaklarımız birbirine
tüm özleyişlerin ışıgında aydınlanır gibi bir köy yerinde geceyarısı...
zifiri karanlıktaki birkaç damla ışık tanesi eşliginde
kavuşsak birbirimize ve
tüm kavuşmalar kavuşsa içimizde
kutuplar erise içimizde
buzlar erise
mevsimler degişse
altüst olsa içimizdeki tüm dünya...
hiçbirşey söylemesek...susuşsak sadece
elele tutuşur gibi dildile tutuşsak seninle
dudaklarım dudaklarınla mühürlense
tüm sözler içeride kalsa
içeride konuşulsa herşey yine
dudaklarımız ayrılmadan
elele tutuşur gibi dildile tutuşup sevdigimizi söylesek
şarkılar söylesek birbirimize
hiç ayrılmadan devam etsek tutku yolumuza...
durmasak bütün gece...
elele tutuşur gibi dildile tutuşsak seninle
içimizde üşüyen tüm sözleri ısıtalım diye...
öpüşsek güneşin dogumuna dek hiç durmadan
nefessiz kalışlarımızda açsak gözlerimizi sadece ve göz göze gelsek bakışsak
ama durmasak yinede hiç
gözgöze öpüşerek dinlensek seninle
yorulsak nefes nefese kalsak beraber koşuştururcasına
senin derin nefeslerin bana karışsa
benimkiler sana...
ama yinede hiç durmasak...
yorulsa dudaklar
uyuşsa öpüşmekten aşık dudaklarımız aşık kalbimiz...
ve gözlerimiz bakışlarımızı örtüp üzerine
uzansa yorgun bir mutlulugun üzerine...
gülüşsek sonra gülümsesek dudaklarımız ayrılmadan birbirinden
biz öpüşsek
ve tüm güzel rüyalar uykusuz gözlerimizden bizi izlese iç geçirerek...
biz gülüşsek...
kalpler atsa...
biz gülüşsek
pencerede menekşeler meraklansa...
biz öpüşsek ve ten yansa...
biz öpüşmelere salınıp bıraksak kendimizi
gecenin en derin ve karanlık saatlerinin sularına...
biz öpüşsek
ve öpüşmeler bizi düşlere taşısa
gözlerimiz açıkken uyumadan daha...
uyuyakalsak sonra seninle...
uyusak çok derin uyusak...
sonra açılsa gözlerimiz bir anda
birden uyansak
ve bu güzel rüya son bulsa
FIN yazsa mahmur gözlerimizde...
teninden tadın bana miras kalsa...
ve ben agzımda tadın hatırımda kokun
seni düşünsem
seni düşlesem uzun uzun bütün gün...

dökülüyorum bir kum saatinin üstünden altına dogru...

dökülüyoruz bir kum saatinin üstteki camından alttakine dogru

kayıp gidiyor altımızdan kumlar ,dökülüyor zaman

usul usul akıyor gözlerimizden hayat

dökülüyor herşey ellerimizden

tüm yapmak istediklerimiz,tüm hayallerimiz,tüm umutlar...

dökülüp gidiyor zamanı gelmeden herşey

vakti gelmeden sararıyor agaçlarda yapraklar

zamansız sararıyor tüm yollar kaldırımlar

düşüyor tüm süzülen yapraklar erkenden

dalında hayal

havada süzülürken umut

düşüp yere degerken umudun tükenişi ...

dökülüyoruz bir kum saatinin üstteki camından digerine dogru

kayıyor ayaklarımızın altından tüm adımlar işte

bir girdapa düşüyor nefesler

kesikleşiyor önce

sonra tutuluyor bir süre korkuyla

sonra derinleşiyor herşey

derin bir nefesle çıglık atıyor aç ve susuz kalan cigerlerin kalbinin yanında daha sonra

dökülüyoruz bir kum saatinin üstteki camından digerine dogru

ufalanıyor kuruyan bir yaprak gibi avuçlarında aşk...

kuruyor yaprak

kuruyor gözler

kuruyor yagmurun altında yürüyüşler

kuruyor ıslanan kaldırımlar...

aşınan ayakkabında ıslak bir koku oluyor bir an sevmek...

kuruyor çaylar...dereler...ırmaklar bile...

dökülüyoruz bir kum saatinin üstteki camından digerine dogru

aldıgın her nefes zamanın ta kendisi oldugunda

kirpiklerinin her kırpılışı saniyelerin diye dökülüyor gözlerinden...

dökülüyoruz bir kum saatinin üstteki camından altındakine dogru

uçurumundan istemeden düşen çaglayanlar gibi

uçan sular misali dökülüyoruz sonsuza...

dökülüyoruz solan düşler gibi bakışlardan

ayrılıklarda avuçlardan düşen eller gibi...

dökülüyoruz bir kum saatinin üstteki camından bir digerine dogru

açılan , görmedigi agına dogru özgürce yüzen küçük balıklar gibi...

dökülüyoruz kopan bir kolyeden yere düşen boncuklar taşlar gibi

dökülüyoruz kırılan bir kavanozdan düşen misketler gibi

dökülüyoruz bir aşktan düşen yavru bir düş gibi

yuvadan düşen yavru bir kırlangıç gibi

uçmayı unutan korkmuş bir umut gibi...

dökülüyoruz bir kum saatinin üstteki camından altındakine dogru

gözlerden kalbe

kalbinden avuçlarına düşer gibi ...

işte bu yüzden avuçlarım hep sıcacıktır benim

yangın yeri belki...

bu ateşi avuçlarımda durmadan harmanladıgım için...

bir kum saatinin...

üstünden...

altına...

düşer gibi...

dökülüyoruz beyaz kagıtlara ...

kaleminden düşen kurşunlar gibi...











5 Aralık 2008 Cuma

ışıkları kapatmışsın...


Işıkları kapattım.
Karanlığın gecesinde ikamet ediyorum bu gece. Hadi uzan yanıma. Tüm şefkatinle önce saçlarımı okşa,sonra sar beni sıkıca. Daha yeni tanıştığımız zamanlardaki gibi öp beni. Güveninin zırhında, kalbinin ılık sıcaklığında uyuyayım yıllarca.
Işıkları kapattım.
Yalnızca sen ve ben varız bu odada. Sokak lambasının cılız ışığı can veriyor ikimizin dışındaki her şeye. Dokunmak ve hissetmek istiyorum yeniden. Kalbimin yeniden attığını duyumsamak ve gülüşmek hınzırca…
Işıkları kapattım.
Yalınlığımdan türeyen vahşi yalnızlığıma düşman olmaya başlamadan önce son bir kez sarılmak istiyorum sana. Kokunu kokum yapmak istiyorum. El ele tutuşmak, gözlerine dalıp gitmek, abuk subuk bir sürü şey anlatmak, gülmek, gülmek ve gülmek istiyorum.
Yeniden eski yaprakları açıp okumak istiyorum. Mümkün mü?
Bir aşkı başa sarmak istiyorum, yıpranmış bölümleri makaslamak istiyorum. Mümkün mü?
Işıkları kapattım.
Unuttum, unuttun, unuttuk her şeyi…
Uzan yanıma, önce okşa, sarıl sonra…
Öp,
Sadece öp…

'' küçücük ellerimden '' by anubiss

dün gece rastladım şanseseri (şansesiri) bir blogta bu yazıya.yazarın yazan tarafının ismi anubiss...bana sesleniyor sanki yazıda bişeyler...öyle hissettim...begendim...yazıyı begendigim için degil ; düşünceyi ve düşüncenin sürülüşünü begendigim için sergilemeye karar verdim...ve aynen alıp koyuyorum. teşekkürler '' küçücük eller ''

22 Kasım 2008 Cumartesi

Cam da sır, su da Lisan


keşke suların üzerine yazabilseydim tüm yazmak istediklerimi...çıplak parmak uçlarımın ucundan harfleri dizebilseydim kelimelere cümlelere bir kolye misali ...bir sonbahar yagmurunun arkasından yolda kalan bir su birikintisini buruşmuş bir sayfa gibi alıp yerden yazabilseydim günümü usuldan suyun yüzüne...bogazın sularına uzanıp parmaklarımın ucundan dökülebilseydim denizin üzerine keşke...kagıdım denizler sular olabilseydi keşke...cam şişelerin içine koyulmadan yüzüp uzaklaşabilselerdi yazılıp atıldıkları yerden...çok uzaklarda bir kıyıdan bir gece vakti denize vuran ay ışıgıyla aydınlanıp okunabilselerdi yazdıklarım keşke...kagıdım deniz , silgim girdaplar olsaydı keşke...denize yazılan her mısram ölmek istedigi yerde ve zamanda istedigi kıyıya vurabilseydi keşke...sahilde ölü cümlelerimin yetim kelimeleri uzanabilselerdi kumsallara bir grup balinanın sahile vurması gibi...ne zaman bir yagmurun altına insem bir vapurdan veya bir gemiden yalnız ve üşümüş olarak; elimi açıyorum ve elimin içine düşen bir yagmur damlasının arkasından suyun üzerine bişeyler yazabilmeyi diliyorum...belki bu yüzdendir ; ebru yapan birini gördügümde suyun üzerine bakıp uzaklara dalıyorum...peki hocam bir şiir kagıdın üzerinden suya işlenebilir mi diye sormak istiyorum ...ebru sanatının tam tersine akabilirmiyiz yani sizce ...keşke hiçbir zaman keşkelerin önünde diz çökmek zorunda kalmasaydı düşünceler çaresizce...

7 Kasım 2008 Cuma

gecem o kadar aydınlıksınki...


gecem o kadar aydınlıksınki


saklanamıyorum kendimden


ve kaçamıyorum gölgemden...


bir yarasanın magarası odam


yollardaki sokak lambalarının yoklugu kadar siyah kalbime giden yollar


acaba bir sandal yapsak ve boyasak istedigimiz renge


adını ne koyardık bayan sandalın ...


gecem o kadar aydınlıksınki


kaçamıyorum dünyamdan rüyalarıma


gözlerim keskinleşiyor ve agırlaşıyor birden


bir çapa oluyor gözlerim ve saplanıyorum gerçeklerin tamda ortasında


demirliyorum tüm acılarımı saniyelere dakikalara saatlere...


gecem o kadar aydınlıksınki


uyuyamıyorum bazı geceler


kaçamıyorum sorumsuzluklara bürünüp saklanmış yeteneklerimden...


ne kadarda zor bomboş kalmak


ne kadarda zor hayallerini fırlatıp hayalsiz yaşamak...


gecem o kadar aydınlıksınki


mumum utanıyor yanmaktan


alevlerini eritiyor tırnaklarını kemiren bir çocuk kalbi gibi...


gecem o kadar aydınlıksınki


aglayamıyorum...


utanıyorum...


gecem o kadar aydınlıksınki


söndüremiyorum düşlerimi umutlarımı senden


kibrit kibrit umutlanıyorum soguk sokakların köşelerine oturup


her kibrit bir umut yakıyor ısıtıyor parmak uçlarımda...


gecem o kadar aydınlıksınki


kör oluyorum


göremiyorum hiçbirşey


gözlerimde bir tabutun toprak altı karanlıgı


kararıyor gözüm kulagım


gecem o kadar aydınlıksınki


susuyor yüregim


susuyor tende suya hasret özlemim...


gecem o kadar aydınlıksınki


yok denizimin dibinde gece


balıklar uykusuz


gelgitler terketmiş sahillerini...


gecem o kadar aydınlıksınki


tüm rüyalar karanlık...




ürkek susuzlugumun titreyen bakışlarından...


dünüm bugünüme küs
bugünüm kararsız
yarınım umutsuz
dünüm aglıyor
bugünüm üşümüş
yarınım korkuyor
dünüm susuz
bugünüm gri bulutların esaretinde
yarınım bir gün kadar çok uzak şimdi benden...
ürkek susuzlugumun titreyen bakışlarından yazıyorum size
bir korkagın not defterinden...

aşık veyselin körlügü ve bethovenın sagırlıgı üzerine...



birkaç gün öncesine kadar sag kulagım duymuyordu.sagırdım bir nevi ...sol kulagımı kapattıgımda içimle başbaşa kalıyordum...kalp atışlarım duyabildigim tek ses oluyordu...sagır kaldım dışarıya ...sagır kaldım dünyaya...sagır kaldım herşeye bir süre...doktor ferruh bey sagırlıgımı aldı benden geçenlerde sagolsun...ama ben farkettim ki , aşık veysel kadar kör ve bethoven kadar sagır kalmak istiyorum bu yaşama,bu hayata,bu şehre,bu kente...herşeye...içime hapsolmak istiyorum anladımki...herşeye sagır kalmak herşeye kör olmak istiyorum nedense ...üzüyor beni artık yaşadıgım her nefes...bagışla beni ALLAHIM , içimdeki sessizlige ve karanlıga hapsolmak istiyorum...dışarısı üzüyor beni çünkü...dayanamıyorum artık...yoruldum TANRIM.yoruldum yorulmaktan bile...

3 Kasım 2008 Pazartesi

dünya döndükçe daha çok başımız dönüyor bence...



düşünsene bütün insanlar siyah beyaz görseydi dünyayı eger ; sence moda , renkleri olmadan ne kadar daha dönüp dönüp durabilirdi salyangoz kabugu gibi içten içe böyle...ne kadar daha hipnotize edebilirdi renklerin yoklugunda siyah beyaz bakan gözleri acaba ...?
ve sadece '' hav '' diye seslenebilseydi insanlar birbirlerine , etkileyici bir reklamın yalanlarını ne kadar dolayabilirdi sözler boynumuza sizce ...? yorum sizin...benim söyleyebilecegim pek birşey yok ...
sadece : No cOmment...

2 Kasım 2008 Pazar

bulutlarından düşüyorum yagmurların bugün...



bulutlarından düştüm yagmurların bugün...

bugulu bir tren penceresine başını dayayıp

hayaller kuruyorum sıcacık...

karlı bir günün tren yolu bu teptigim

uzuyor istasyonlar boyunca sanki hayat...

pencerem buz gibi yastıgım oluyor kafamın altında
işte böyle zamanlar

bugulanıyor cam...

bugulanıyor bakışlar...

soguk cama dayanmış kafamda sıcacık hayaller ısıtıyor içimi

bugulu cama dayanmış başımdan dumanlar tütüyor usul usul...

bulutlarından düşüyorum yagmurların bugün...

ray seslerini ninni yapıyorum pencereyi yastık kendime

gözlerimden geçiyor sayısız yollar

parmagımın ucundan şiirler yazıyorum bugulara camlara

bir ilkokul tahtasını siler gibi sonra

bir nefes hohluyorum tüm yazdıklarımın üzerine

ve siliyorum herşeyi silbaştan

tertemiz bir tahta oluyor

başımın yastıgı
bugulu pencerem...

bulutlarından düşüyorum yagmurların bugün...

avuçlarımın içinde gökgürültüleri patlıyor

avuçlarımda saganak bir yangın

ama ellerim üşüyor yolların kıyısından geçerken

bulutlarından düşüyorum yagmurların bugün...

trenim bir mirasa yol alıyor
gidiyoruz geride bıraktıgın herşeye dogru işte
bulutlarından düşüyorum yagmurların bugün
bir trene atlayıp bu şehri terkeder gibi
binip bu kentten sana kaçar gibi...
gidiyorum yalnızlıgımdan uzaklara...
senden bana gülüşlerim miras kaldı yüzümde
sensiz bir zenginligin zevksiz gölgesindeyim yani anlayacagın
tadı yok tatsızlıgımın bile...
senden bana gülüşlerim miras
bir kumru ölür her güldügümde
bir martı aglayıp çıglıklar atar ıslak çatılara
bir kedi simsiyah tüyleriyle yas tutar bir ömür boyu sana...
bulutlarından düşüyorum yagmurların bugün
çiçeklere çig gözlerime yaş düşüyorum
sensizligin kış sabahlarında üşüyorum
bulutlarından düşüyorum yagmurların bugün
tenimde tenin
dudagımda tadın miras bana...
seni özlüyorum...
yüregimde dün akşamdan açık kalan bir pencerenin sabah serinligi
avuçlarımda sabahların taze simit sıcaklıgı var
ama sabaha inat uyanmıyorum yinede
küsüyorum güneşe...


29 Ekim 2008 Çarşamba

sana birşey sorabilir miyim ?


sana bir soru sorabilir miyim acaba ?

bana bir soru sormak istesen eger ne sorardın acaba ?

birşey söyleme birşey anlatma

sadece bir soru sor bana

ne sormak istersen sor korkma

boşver cümleleri boşver kafandaki kurguları

hani filmlerde polisler sorguda uyarırlar ya sorgudaki adamı

sorularıma sorularla karşılık verme diye

işte bunun tamda aksine

sen benim sorularıma sorularla karşılık ver olur mu

ben sordukça sende sor bana

cevapsız kalsın bazısı

bazısı cevaplanmasada gözlerde verilsin cevabı

önemli degil

ama ben sordukça sende sor durmadan

neyi sormak istiyorsan sor ne olur

birini bile yetim bırakma benden...

sorularınla cevapla içimdeki tüm soruları...

yaprakların mahşer günü sonbahar...


yaprakların mahşer günü sonbahardır...baharda yeşillenir dogarlar yaşarlar ve sonbahar geldiginde sararırlar yaşlanırlar ve dökülürler sırasıyla günbe gün ...sokaklar sararırlar yaprakların cesetleri ölüleri ile dolup taşar heryer...agaçlar soyunurlar çırılçıplak kalırlar...bir mevsim yas tutarlar çıplak...ve yapraklar kururlar uçup giderler rüzgarlarla...toplanırlar...birkaçı alınıp defter arasında saklanır...bazısı kurutulur ve kitap ayracı olur...ama kaçamazlar sonlarından...ve yaprakların mahşer günü sonbahardır işte...tüm anılarıyla beraber koparlar dallarından ve süzüle süzüle nazlı bir şekilde düşerler agaçlarından ...yaşamlarından...azrailleri bir mevsimdir onların...yaprakların mahşer günü sonbahardır işte bu yüzden.

aglıyorum...



aglıyorum


kenarda unutulmuş eskiyen bir woswos gibi

ara sıra tekleyen hıçkırık gibi


aglıyorum


kum taneleri gibi farksız birbirinden


susuz kalmış


kurumuş


aglıyorum


kar taneleri gibi soguk buz gibi düşüyor yüregimden gözyaşlarım...


aglıyorum


bir neşter tenimin ötesine geçmiş ,


gögüs kafesimde tamda kalbimin kafesinde ,


beni korudugunu sanan ,


kemik parmaklıkları aşındırıyor gibi...


aglıyorum


en sevdigin olanın gerisine üzülerek yürüyorsun gibi


adımlarından kaçmak ister gibi


adımlarından geriye kalan agırlıgının çukur izlerinde


yagmur yagıyor gibi


gözyaşlarımı biriktire biriktire


bir gözyaşı birikintisi büyüterek arkamda


ve buradan su içerekten


dudaklarımda kurumuş ve tuzlu birazda bir tad ile


aglıyorum


gerisin geriye...


aglıyorum


incecik


sicim sicim dökülüyorum gözlerimden yüzüme


kirpiklerin saçak oldugu gözlerimin ahşap verandasında oturup


gözyaşlarımı izliyorum yagan yagmurları izliyormuş gibi pencereden


gözlerim ekim oluyor


ellerim aralık şimdi...


aglıyorum


sızım sızım bir ney üflüyorum gözlerimden gecelere


her nefes alışımı duyabildigin dinlenişlerde ,


üfleyişler döküyorum bakışlarımdan aşagıya...


nefesimin son damlasına kadar üflüyorum sızımı


nefesimin son damlasına kadar aglıyorum...


gözlerimden aşagıya dogru dökülüyorum yüzümün kayalarına


bir çaglayan...bir şelale oluyorum bazen...


aglıyorum


dört duvar bir odanın en karanlık en kuytu köşesine hapsedip kendimi


kaçıyorum tüm kaçışlarımdan
gök gürlemesi gibi
şimşek çakıyor gibi ışık ışık
arkası bitmek bilmeyecekmiş gibi yagan yagmur misali
dökülüyorum yer yer beyaz bulut saçlarımın altından
dökülüyorum susamış bir dudaga gidecek bir bardak su gibi
boş bir bardaga dökülen
arzulanan
istenen
hayat veren bir anmışcasına
boş bir bardaga dökülen su gibi susuz avuçların uzanıp tuttugu...
aglıyorum
yıkılmaz sanılan bir kervanın en güçlü devesiyim sanki
dermansızlık kaplamış heryanımı
yıkılıyorum
yıkılan dizlerimin sızısında aglıyorum seni...
hıçkırıkların nefesleri kestigi çocuk aglayışları gibi
aglıyorum seni




gözyaşlarım karışıyo gülüşlerimin çizgilerine...



gözyaşlarım karışıyo gülüşlerimin çizgilerine

kimisine göre mutlulukla mutluluktan aglamak bu

kimisine göre gökkuşagını görmek için yagmurun gerekli oluşu

gözyaşlarım karışıyo gülüşlerimin çizgilerine

bir çocuk var gözlerimde

hergün okula gitmek için okul yolunda

o kadar dik bir yokuşu tırmanıyorki

mavi önlügüne agrıyan bacaklarının sızısı karışıyo

okul yoluna diye çıktıgı bu yokuş hergün

yanıyor adım adım bacaklarında ,

eklemlerinin kerpiç evinde...

nefret ettigini sanıyor okuldan

okul yolunda çıktıgı o çıkılması imkansız görülen dik yokuş yüzünden...

ama evini sevişi

degil ,

yokuşu boş viteste inişinden ...

gözyaşlarım karışıyo gülüşlerimin çizgilerine bazen

aglayan bir kemanı güldürmeye çalışıyor bir kemancı

akoru bozuk sandıgı keman gülmek istemiyor oysaki

avuntu gülüşler uçuramıyor malesef

gülüşler uçurtma olsada rüzgar çok güçlü esiyorsa

uçamıyor işte...

yagmur yagarken ateş yakılamıyor kumsalda

bir gitar gülemiyor soguk kumlarda

gözyaşlarım karışıyo gülüşlerimin çizgilerine

bakışlarım aglarken

bakışlarımı sallıyor yalan gülümseyişlerim bir beşige yatırıp

uyusun dinlensin diye tüm aglamalar...

bir çobanın yalnızlıgını giyiyorum kepenek misali üzerime o an

ve tüm şiirlerimi alıp yaylalara çayırlara çıkıyorum

mısralarım otluyor

ve ben uzanıyorum çayırlara ıslak sabahların mahmur güneşinde

sırtımda ıslak bir serinlik kaşıyor beni

bir kaval esiyor yanıbaşımda

bir kaval olmak istiyorum bir ustanın agzında

mısraların dinleyecegi bir ezgi kulaklarında

gözyaşlarım karışıyo gülüşlerimin çizgilerine

düşlerime kabuslar

hayallerime inanmadıgım gerçekler karışıyo usul usul...

tertemiz bir derenin neden öldügü bilinmeyen ölü balıkları gibi uzanıyorum sonsuzluga

soguk kıyıların soguk taşları musallam...

gözyaşlarım karışıyo gülüşlerimin çizgilerine

mürekkep damlıyor

mürekkep akıyor yavaş yavaş beyaz kagıdıma

leke degil bir ebru oluyor tüm hatıralarımla mısralar o an...

gözyaşlarım karışıyo gülüşlerimin çizgilerine

limon kokuları hislerime

sarı , tuvalimde resmime...

asma yaprakları çocukluguma çardak oluyor

bu zamanlarda

pulsuz mektuplar yazıyorum soguk kış akşamlarına

haritasız seyyahlar gibi yolları yaşamı olan...

pulsuz mektuplar yazıp atıyorum

erken kararan günün akşam saatlerine...

gözyaşlarım karışıyo gülüşlerimin çizgilerine

kokun tenime

tenin elime

elin yüzüme

yüzün gözüme

gözlerin mısralarıma karışıyo usul usul...

ve ne zaman bir mutluluk elinde bir gülüşle gelip mektup gibi kapımı çalsa

gözyaşlarım karışır gülüşlerimin çizgilerine...

ecdysis...



hep diyoruz ki kelebegin ömrü bir gün yazık ne kadarda kısa...peki aynı ruhun yaşadıgı tırtılın ömrünü neden çıkarıyoruz yaşamından kelebegin ...? ? ? günlerce yaprak yaprak dolaşan tırtılın günleri neden yaşamı degilki kelebegin ...tırtıl olan gençligimiz belkide kelebek oldugumuz ihtiyarlıgımızın hammaddesi degil mi ...? ? ? metamorfoz ruhu alıp götürmez ; bedenedir onun savaşı...aynı ruhun başka maskelerle yaşadıgı her günün tamamı her saniyesiyle o ruhun yaşamıdır...yani üzülmeyin ...kelebegin ömrü bir gün degildir ; tıpkı sizin ; hayatta hiçbirşey başaramamış , herşeyi mahfetmiş , yapmak istediklerini hep eline yüzüne bulaştırmış ,bitmiş tükenmiş bir hayata sahip biri olmadıgınız gibi...sadece '' ecdysis '' anınızı bekleyin...herkesin dogru zamanı farklı farklıdır fakat dogru bir zaman mutlaka vardır...ve eminim oda sizi arıyodur...her anınızı umut dolu maviye boyalı yaşayın bu yüzden...acılarınızdan korkmayın...emin olun ki, bir tırtıl degişim anında acı çekmeden kelebek olamıyor...acılarınız degişiminizdir unutmayın... işte tamda bu yüzden acı çekmekten hiç korkmayın...yaşayın...

kelebegin ömrü...



bazen diyorumki kendi kendime

bir kelebegin ömrü kadar bile olsa

sadece bir gün bile olsa

yirmidört saat aksa seninle

dakika dakika

saniye saniye ...

uzasa uzayabildigi kadar bir gün gün boyunca

ne bileyim yirmibir aralık olsa mesela

ve sen benim olsan ; benimle olsan ; beraber olsak keşke...

tüm bir gün boyunca...

ve bize beraber olalım diye o bir günlük ömrünü yaşamını veren

o kelebegin ömrü uzasa...

dar bir sokak arasıyım...


dar bir sokak arasıyım...
iki bina arası
gözlerini kısarmış gibi parlayan güneşe ,
bakamazsınya hani
bir sokagın gözlerini kısmasıyım sanki bol ışıklı geniş caddeye
sokagın gözleri aralık hafif
tam kapatmazsınızya hani
ama göremezsenizde hiçbirşey
iki bina arasının merakıyım sanki
hafif bir aralıktır bu sokak arası işte bu yüzden belki.
dar bir sokak arasıyım
bir başı dag başı eriyen kar
sonu kocaman bir denize açılan delta misali
bir varoş sokaktan eriyenleri
şehrin denizine taşıyıp döküyorum
küçük bir dere gibi...
dar bir sokak arasıyım
sadece adımlarınızın sıgabildigi...
arabalar yok,sesler yok
ışık hep bir gölgenin koluna girmiş gelir buraya
dar bir sokak arasıyım
kimsesiz
çabucak geçilmek istenen hızlı adımlarla
dar bir sokak arasıyım
çöplerini rüzgarın topladıgı.
ve karşı karşıya kaldıgında iki kişi burada
birbirlerini mutlaka hatırlar tanırlar
dar sokaktaki adam , dar sokaktaki bayan
diye tanışırlar birbirleriyle bilmeden
konuşmasalar dahi
bu şehrin unutulmaya mahkumluguna inat
dar bir sokak arasıyım
göğüs kafesi içinde yer alan meme atardamarıyım
bacagınızdaki toplardamarım...
dar bir sokak arasıyım
çekimleri bitmiş bir filmin fragmanıyım...
dar bir sokak arasıyım
daralıyorum gitgide...

26 Ekim 2008 Pazar

saklambaç...


Bilmediğin bir şeyi arayamazsın...
Bildiğin bir şeyi zaten aramazsın... aramıyorum hiçbir şey... hiç kimse... fark ederiz birbirimizi şans eseri belki de... bir ” belki” ye zar atan umut dilenen dilencileriz biz...çok yazık...fincana mahkum bu zarlarda çok zor güzel bir gün yaşayabilme ihtimalini tutturabilmek bile...yalan tüm zar tutmalar aslında ...her neyse okudukların aynada saçma bulanık bir görüntü işte boşver sen bunları...

bu saklambaçta aramıyorum ben kimseyi...önüm,arkam,sağım,solum sobe... ebe hep ben kalırım merak etme...ayrılma yanımdan sakın gözlerimi kapattığımda ...ben sayarken yüze kadar dinleyenim yoksa ne anlamı var saymamın yada nefes almamında... kal arkamda sen...saklanma sakın...dinle beni sessizce sadece...bırak herkes saklansın...kaçsınlar bırak...sen kal arkamda yalnızca...

bu kocaman saklambaçta yalnız ikimiz kalalım...ben ebe olayım hep sen tam arkamda dur ...bu oyun bize mahkum kalsın...biz ona değil... ; her rakamdan sonra daha da güzel seslenebilme isteğiyle,çabasıyla dolmuyorsa içim bir sonraki sayı için, ne anlamı var ki bir sonraki nefesimin…saymamın…saymanın ...dinleyenin yoksa eğer sende yoksun aslında ... gerçekten dinleyenler...

Bazen yazmak gerekir, acıları yaşamak, yaşanılanı ise unutmamak.. Hayat, gizemini korudukça değerlidir; sevgi ise yaşandıkça olsa gerek
Zaten kalabalıkta kaybolup gitmiş değil miyiz? Bırak onlar arasın bizi, seni…
Zaten kader bizi sobelemedi mi? Bırak bu sefer onlar saysınlar birden istedikleri sayıya kadar. Biz zaten bulmadık mı birbirimizi, şimdi saklanma sırası biz de değil mi? Kader saysın istediği yere kadar, biz saklandığımız yerde büyük zevkle kaderin bizi sobeleyeceği anı bekleyelim… beklerken en sevdiğimiz şarkıları söyleyelim.

Bırak bu sefer, yalnız kalan kader, oyunu yenen biz olalım.

23 Ekim 2008 Perşembe

where is my mind ?


with your feet on the air

and your head on the ground

try this trick and spin it yeah

your head 'll collapse

ıf there is nothing in it

and you 'll ask yourself

where is my mind ?

way out in the water,see it swimming

ı was swimming in the caribbean

animals were hiding behind the rock

except for little fish

when they told me east is west

trying to talk to me,coy koi

where is my mind?

Pixies

sırrı dökülen bir ayna...



sırrı dökülen bir ayna dalıp gidiyor şimdi uzaklara...

hayalinden geçiyor birer birer yansıttıgı tüm yüzler...

sırrı dökülen bir ayna kararıyor şimdi uzaklara

kırılıyor kalbiyle beraber paramparça

yedi sene ugursuz sanılan bakışlarının ardından

sekizinci seneyi büyütüyor salladıgı boş beşiklerde...

sırrı dökülen bir ayna kırgın şimdi uzaklara...

paramparça avuçlarında

hala aynı yüzün siyah beyaz fotografı

gülümsüyor...

sırrı dökülen bir ayna dalıp gidiyor şimdi uzaklara

bir fil uzanmış en sevdigi masalı dinliyor rüyalarda

masal bitmeden daha

uykulara dalıyor

sırrı dökülmüş ayna...

fil hafızalı bir serçe...



fil hafızalı bir serçe uçabilir mi sence ...?

yagmurlar büyütüyorum arka bahçemde...



bulutlar kuruyor bazen

çöl oluyor gökyüzü

beyaz bir çöle dönüşüyor tüm gökte yıldızlar

bogazım kuruyor

gözyaşlarım susuyor

işte böyle zamanlarda

yagmurlar büyütüyorum arka bahçemde...

ıslak toprak kokulu küplerde taşıyorum sularımı

minik limon agaçları ekili hayallerimi sulamak için

bogazım kuruyor

gözyaşlarım susuyor

işte böyle zamanlarda

yagmurlar büyütüyorum arka bahçemde...

fil hafızalı bir serçe konuyor yavru mandalin agaçlarıma

susamış belli

yorgun gözlerinde susuzlugunun sızısı açıyor sanki

bir mandalinden suyunu içiyor

kurumuş kalbini ıslatıyor hafifçe ve gülümsüyor

bogazım kuruyor

gözyaşlarım susuyor

işte böyle zamanlarda

yagmurlar büyütüyorum arka bahçemde

minik limon agaçları kokan bahçeme yagsınlar diye...

mandalin reçelli bir dilim ekmek pişiriyorum

avuçlarımın fırınında

mandalin reçeli olurmu deme

insan isterse herşey olur merak etme

bogazım kuruyor

gözyaşlarım susuyor

işte böyle zamanlarda

yagmurlar büyütüyorum arka bahçemde

balıklar su içebilsinler diye

akvaryumumda minik bir limon agacı besliyorum...

nohutla pilav arkadaş oluyorlar

tavuklar süs

hayat ne kadar acı olursa o kadar iştah açıyor belkide

kaderin lezzetli tarafıda bu sanki...

bogazım kuruyor

gözyaşlarım susuyor

işte böyle zamanlarda

yagmurlar büyütüyorum arka bahçemde

bahçemde oturup altında ıslanayım diye...

küçük bir limon agacının dogum günü

kaç mandalin ile kutlanır acaba...

bir insan suda bogulur

balıklar sudan çıktıklarında...

biz balıgı yeriz ve balıklarda bizi...

jaws sakın öldürüp yedigimiz balıkların intikamını alıyor olmasın bizden...

haklı mı ne düşününce...

dönme dolap dönüyor

ve hayat devam ediyor işte

bogazım kuruyor

gözyaşlarım susuyor

işte böyle zamanlarda

yagmurlar büyütüyorum arka bahçemde

ıslak topragın kokusu üzerine uzanıp uyuyayım diye...

toprak üstü konuşmalar ninni

su birikintileri çarşafım

ve yagan yagmur üzerime örttügüm ince örtüm olsun diye...

yagmurlar büyütüyorum arka bahçemde...

bonsai agaçlarının gölgesinde...

21 Ekim 2008 Salı

karanlık bir odadır kalbim...



karanlık bir odadır kalbim

ve otuzluk bir ampüldür güneşim tavanımda...

akşamların karanlıgında bir anda dogar loş akşamıma güneşim

sabaha karşı batan güneşimi izlerim duvarlarımda

yüregimin duvarlarında boyamsın sanki

içimi kaplayan

avuçlarımı saran

gönlüme renk veren

gülümseyişlerimi boyayan...

karanlık bir odadır kalbim

ve duvarımda siyah beyaz bir fotografsın sen

izledigim uzun uzun

dalıp dalıp gittigim

uzaklara yolculuk ettigim bir kapı

bir hayalsin gözlerimde...

karanlık bir odadır kalbim

ve hayalin , bitmeye yakın bir gaz lambasının

korkularıma sarılan sıcacık gölgesi ...

karanlık bir odadır kalbim

ve sensizligime bir mum yakma çabasıdır

gecelerim...

karanlık bir odadır kalbim

kurşun kalemimle kurşunlar sıkarım beyaz kagıtlara durmadan

bütün gece...

mısralar kurşun asker

şiirler ise kanlı bir savaş yine bu gece...

karanlık bir odadır kalbim

ateş böceklerinin kıvılcım olup yıldızlar gibi parladıgı

gökyüzüm sen

altına uzanıp seni izleyen ben...

bak bir ateş böcegi kayıyor

bir dilek tut istersen...

yüzderece...


yüz derecede kaynıyor h2o , yani bildigimiz su , içine ufacıkta olsa birşey karıştıgında degişiyor kaynama noktası...degişiyor yogunluk...degişiyor zaman...degişiyor saflık...peki sence kaç derecede kaynar aşık bir kalpten akıp geçen kan ; bu kadar içimize işliyorken bir insan ...?

olmak yada olmamak ...



olmak yada olmamak işte bütün mesele bu...diyor ya şair bence bütün mesele bu degil...hatta tam tersi olmak yada olmamak ikiside umrumda degil demek isterdim bu sahnede...aynam kırık ve dostum kafka yine ...freud nerelerde acaba göremiyorum onu kaç gündür...şehirden bunaldıkça kaçıyorum fazıl hüsnü daglarca 'ya...soyadının karlı tepelerine dek koşuyorum arkama bakmadan bu şehirden...

katmandu'da bir ot parçası olmayı isterdim...



bir ayna insanın sadece yüzünü aksettirebilir , ruhunu ise yalnızca dostları...

17 Ekim 2008 Cuma

çarpıyorum çarpım tablosunu,kapıyı,herşeyi sana...

iki kere iki beş diyorum
çarparak tüm kapıları hışımla
sıfır ayın elemanı oluyor bende
yutan elemanı yok bu ayın
yenilir yutulur cinsten degil bu hayat
çarparak tüm pencereleri kızgınlıkla
çarpıyorum tüm tabloyu yüzüme
iki kere bir üç ediyor işte
bir fazla yada bir eksik
ne farkı vardı hani sence
iki kere üç yedi diyorum ezbere
hatta yedi bitirdi
iki kere dört onbir
haydi uzun zaman oldu
çok özledim
gel bu gece rüyama gir
çıkıyor sonuç ilkokul bilmişligim ile...
ilkokul önlügüm mavi olsada benim
siyah beyazdı bütün fotograflarda tüm düşlerim...
siyah beyazdı bütün gülüşlerim...
ve ben ilkokulda her fotografımda
asık suratlı bir ihtiyardım sanki
gençligini hatırladıkça yaşlanan...

nasılsınız...?


bugün nasılsınız sayın ziyaretçi ?

iyi misiniz ?

gününüz nasıldı

nasıl geçti zamanınız ?

çok yoruldunuz mu ?

hava güzel miydi ?

serin bir yagmurla karşılaştınız mı akşamüstü yolda yoksa ?

başınızı yastıgınıza koydugunuz anda gece mutlumuydunuz bugününüzden gerçek anlamda

belki bu sefer olur olucak diye renkli küp hayatınızı bugününüzde aldınız mı elinize ?

tüm renkleri biraraya toplamaya çalıştınız ama başaramadınız mı yine ?
olmadı mı bu seferde ?

yoruldunuz mu ?

vazgeçtiniz mi yine ?

anlatın lütfen bana...

kulagınla gör beni ve gözlerinle dinle ne olur...


bugün metroda; yürüyen merdivenlere, önümde gözleri göremeyen ufak bir çocuk ve annesi elele yürüdüler...çocugun göremedigi ilk baktıgınızda pek belli olmuyordu dış görünüşünden ve gözlerinden ...en azından farketmek kolay degildi...elinde beyaz bastonu vardı oradan anladım farkettim sonra ve afacan bir ufaklıktı ...sanırım ilkokul 2 yada 3 olmalıydı en fazla...henüz biz yürüyen merdivenlerin en başındayken ufaklık dediki annesine : anne haydi acele edelim yoksa metro kaçıcak dedi...anneside metronun gelmesine daha çok var dedi...ufaklıkta ısrar etti ama ben sesini duyuyorum diye ...o an ne ben nede annesi inanmadık ona çünkü o kadar yukarıdaydıkki duymak imkansızdı sanırım aşagısını...merdivenlerden indik köşeyi döndük beraber yanyana üçümüz ve ne görelim metro gerçektende oradaydı ve gitmesine çok az varken çıkardıgı o ses çıkıyordu gerçekten...birden gülümsemeye başladım ben hatta güldüm bariz ve annesine döndüm...oda ben gülünce bana baktı oda güldü...ikimizde anlamıştık o an ne kadar harika bir çocuga sahip oldugunu onun ve o zaman ona inanmayarak ne kadar büyük bir şeyi farketmeyecek cahiller oldugumuzu ...aynı vagona bindik son anda...at gözlüklerimizi çıkarıp atarak...ufaklıktan utanıp ,cahilligimizden ve at gözlüklerimizden önyargılarımızdan saklamaya çalışsakta , sanırım o görmüştür ve anlamıştır herşeyi bizi duyarak...hemde bizden daha iyi görerek herşeyi...daha fazla utanmamızı istemedigi için susmuştur eminim...kulaklarıyla gören çocuga hayran uyuyorum bu gece...kör olan ben ve kör annede uykuda sanırım şimdi...iyi geceler ufaklık...tatlı rüyalar GÖR bu gece İNŞALLAH ufaklık...hiç tanımasamda seni çok sevdim ...

16 Ekim 2008 Perşembe

penceresiz...



heryer mahpustur adama , seni ufacık bir pencereden görebiliyorsa sadece eger...

* iki fotograf arasındaki yedi farkı bulun oynayabilecek kadar fark var aynı sandıgınız fotograf arasında...

yürüyüp gidiyor tüm merdivenler ayaklarımız altından...



yürüyüp gidiyor tüm merdivenler ayaklarımız altından...durmak mümkün degil sanki...alıp götürüyor bizi durup hatırladıklarımızdan...yürüyen merdivenlere binip arkanıza döndünüz mü hiç ? bir kere deneyin bence...bakın uzun uzun ve derin derin yükseldiginiz derinliklere...uzaklaştıgınız herşeyi izleyin arkanızda kalan...yürüyüp gidiyor tüm merdivenler ayaklarımız altından...durup donduramıyoruz o anı istedigimiz zaman...bastıgımız yer, kum saati gibi akıp gidiyor ayaklarımızın altından...akan giden zamanı anlatmaya çalışıyor sanki bize...ama anlamamakta ısrar ediyoruz biz hep...inatçıyız insanoglu olarak bu gezegende sanırım...yürüyüp gidiyor tüm merdivenler ayaklarımız altından...kayıyor yaşamımız gözlerimizden usul usul...durduramıyoruz...küçük yuvarlak kırmızı stop dügmesi hep gözlerimizin önünde ...ellerimizin altında...ama durduramıyoruz...tıpkı yaşadıgımız hayat gibi bu ironi...komik...yürüyen merdivenler duruyor bazen öylece...ilk adımımızı attıgımızda çok büyük bir şaşkınlık yaşıyor içimiz ,adımlarımız ,ayaklarımız...tek tek yorularak çıkıyoruz o zaman basamakları...sitemle tırmanıyoruz şehre açılan kapıyı...alıp götürüyor bizi biryerlere herşey...biz kullanılmış, içi boş,artık işe yaramaz görülen atılan bir poşetiz sanki ve yürüyen merdivenlerde bizi alıp uçuran bir rüzgar...dönüp duruyoruz ...uçuyoruz bilmedigimiz bilinenlere...yürüyüp gidiyor tüm merdivenler ayaklarımız altından...bir müzisyen dileniyor tüm yürüyenlerden...mantık evliligi yapmışlar şarkısıyla sanki...enstrumanın kalbi kırık... sevgisiz kalmış bir müzisyen ve onun sevdigini sandıgımız ama sevgisiz çalınan hüzünlü eşi; çaldıgı parçası selamlıyor yorgun adımlarımızı...o kadar mutsuz ki şarkı...yürüyor gidiyor tüm merdivenler...durmamak için daha fazla burada....

son yaprak kaldı işte geldik sonuna...





son yaprak kaldı işte geldik sonuna


merak edilen herşeyin...


sorular korkular tükendi işte


sokagın sonundayız şimdi


çıkmaz sokak hüznümüzün bitap düşmüşlügü gözlerimizde yine...


son yaprak kaldı işte geldik sonuna


sana bardagın boş kısmından yazıyorum bu harfleri


suyun üzerindeki boş hayallerimden akıyorum kagıdıma kalemimin ucundan...


son yaprak kaldı işte geldik sonuna


seviyor sevmiyorlar döküldü ellerimizden işte


ilk yaprak neyle başlamıştı unuttum çoktan oysaki...


son yaprak kaldı işte geldik sonuna


düşler koptu tek tek parmaklarımızdan işte...


ruhumda sonbahar agaçlarının sararan yaprak yagmurları...


kırlara koşarak yazmıştık ilk mısraları oysaki


dag eteklerine uzanarak izlemiştik gökyüzünü...


ne kadarda maviydi daglardan gökyüzü


ve beyazdı bulutlar yakınlaştıkça...


ne kadarda denizdi deniz ve ne kadar sevgiydi sevgi...


şaşırmıştık...


son yaprak kaldı işte geldik sonuna


kimsesiz merakımda yaşlanmış bir çocuk yüzü kalbim...


sırılsıklam yüzüm...


son yaprak kaldı işte geldik sonuna sokagın


çıkmaz sokak gözyaşlarımızın yalnızlıgı bu...


kimse duymaz bu agıtları buralarda...


son yaprak geldi işte kaldık sonuna


sevip sevmedigin umrumda degil sitemim yaprakların rengi desem yalandan


küstüm çiçegi gibi kapanır birden tüm mısralar bana...


umrumdasın ...umudumdasın...uzaklardasın...


son yaprak kaldı işte geldik sonuna


tüm yaprak koparmaların...


papatyalara neden bu sorgu bu işkence bilmem...


cinayet gecesinde açmamışlardı hiçbiri oysaki...


aşkları güneşe onların...


son yaprak kaldı işte geldik sonuna


bir yavru kedicik alıyorum koynuma


adı anlamsız... adı gereksiz bir uzunlukta...adı komik...


adı bir tekerleme sanki...


bir yavru kedicik alıyorum koynuma


bana aşkını anlatan gizlenmiş sözlerin köprüsü sanki koynumda...

sadece miyavla ne kadar çok şey anlatılabiliyor gözlerde şuna baksana.

son yaprak kaldı işte geldik sonuna

papatyanın ömrü kısa bu sorguda...

kan revandır her yaprak cesedinin altında...

son yaprak kaldı işte geldik sonuna

son yaprakta düşer gider son nefes gibi

agzından kendi yoluna...