26 Ağustos 2009 Çarşamba

yine sana ...



sen gibi kokan başka bir mutluluk yok bana...

susadım denizlerden yürüyüp

yine sana...

sen gibi esen başka bir rüzgar yok bana...

üşüdüm tüm fırtınalardan süzülüp

yine sana...

sen gibi yagan başka bir yagmur yok bana...

ıslandım tüm sokaklarında yürüyüp

tüm susamalarıma üşüyüp sırılsıklam yine sana ,

sana ıslandım...

yine sana üşüdüm...

sana susadım yine...

duamdın sen benim ...


duamdın sen benim...

tüm korktugum anlarımdan

beni huzura
kollarında taşıyan

bir köprüydün agzımdan...

duamdın sen benim...
gözlerimde birikip
sessizce düşen

bol aminli yalnızlıgıma...

uyuyunca ...


karların içindeki sessizlige saklanan

tek bir agaç bekler beni her kış burada...

ayak basılmamış karların üzerinden uçup

uzanırım gölgesine usulca

kararan tüm siyah kabuslarımdan kaçmak için
gözlerimi sımsıkı yumup
korkup

uyuyunca...

uzayan gecemde kısalırken ben...


bunu uzayan gecemde seni düşünürken yazıyorum...

uzuyor gecenin boyu

ve kısalıyor parmaklarım yıldızlara dogru...

bunu uzayan gecemde seni düşünürken yazıyorum...

seni ne kadar çok seviyorum diye soruyosun bana

şaşırıyorum

bu kadar çok diyemeyecek kadar

ve seni sevmelerimi

bir miktara kelepçelemeyecek kadar

çok seviyorum seni sevgilim...

son baharım sen ...


senden kopuyorum ben

dalından düşüyorum aşkına...

sararışım sen...

soluşum sen...

seni seven

ve rüzgarında mutluluktan süzülen

uçuşan

sana aşık bir yapragım ben...

mevsimlerden güz

ve sen mektuplarımı hep

yagmurlarından süz...

süpürülüyorum ben

son baharım sen...

no comment ...


tanrı seni yaratırken , suyun üzerinde gökyüzüne uzanabilen tek çiçek olan nilüferleri çagırmış...izlemiş biraz onları...suyu toprak yapıp sımsıkı tutunuşlarını sana vermiş ; umutsuz imkansız görülen her zor günde sımsıkı tutunasın diye yaşama...dolaşmaya devam etmiş senin için...bir rüzgar gülünü görmüş bir veranda önüne boynunu bükmüş oturan...izlemiş onu rüzgarsız sabahlarda ,durgun gecelerde uzun uzun...rüzgar estiginde dahi dönmedigini görmüş gülün...ve rüzgarını seçen rüzgar gülünün boynunu büküşünü sana vermiş...her fotografta rüzgarını bekleyen kırık gül bakışların , tatlı boyun büküşlerinin nedeni bu olsun diye...ve dolaşmaya devam etmiş dünyayı , everestin karlı doruklarına dek...izlemiş karlı eteklerini dagın uzun uzun...sogugunu almış nefes diye...ve gözyaşlarına vermiş everestin yüksekligini , ulaşılmazlıgını...seni aglatmayı deneyecek nedenler tırmanırken hüznüne , eteklerinde donup aştıkları yollardan yuvarlansınlar geriye diye...ve bu yüzden seni aglatmak zor olmuş yeryüzünde...agladıgında ise yanaklarından aşagıya akıp kuruyan gözyaşlarının yüzünde bıraktıgı izin buz gibi oluşu , ulaşılmaz zirvenin ölümcül sogugundandır...gözünden dökülen tepeden eriyen kardır...durmamış tanrı...devam etmiş yoluna...sonra mısırda ay tanrısı chons'un gecedeki tarifsiz ışıgını izlemiş bir gece...ve gülüşüne vermiş chons'un eşsiz ışıgını ; umutları kırılmış karanlıklara düşmüşlere gülümsemeyi hediye edebilmen için...ışıgınla geceyi gündüze çevirmen için...bu yüzden her gülümsediginde yeni bir güneş dogar evrenin karanlıklarında habersizce bizden...gece kana bulanır...şafak söker...kıpkırmızı olur gökyüzünün örtüsü ve geceyi öldürür böylece gülüşün...gündüze nefes verir gülümseyişin...çok gülümseyişlerinin adaletine de geceyi tenine giydirmiş...gecede yaşayabilsin yeryüzünde diye...teninin bilinmeyen karanlıgı , gecenin doguşunun sana giydirilmesindendir...sonra sahra'nın kumlarına bakmış ve yaşamın avucunun içine ölümün kokusunu koyan bu kumu saçlarına vermiş...kum gibi akan saçlarındaki çöl rüzgarı dalgalanışının nedeni budur işte...daha sonra kırık bir kum saatini almış eline...sana dökmüş kumlarını ki zaman gözlerinde donsun diye...gözlerine bakanın donup kalışı bu yüzdendir...zamanı durduran , zamanı silen bakışlarında saatleri tanımsız yapan gözlerinin nedenidir bu...tanrı seni yaratırken uzun yollar aşmış...basit bir mucize olmanı istememiş senin...tüm evrenden en sevdiklerini almış ve sana üflemiş seni yaratırken...sana bakanların kainatın içinde kaybolduklarını hissetmesi bu yüzdendir...efsanelere not vermeyen ben ; efsane gibi yaratılmış sana baktıgımda , bir not seni nasıl hakedebilecek ki diye düşünmeden nasıl durabilirim ki sence...hak ver bana ki seni hakedebilecek bir not dogmadı daha yeryüzüne...yorumsuz yagmurlarda ıslandın...cevapsız rüzgarları giydin üzerine...bu yüzden aşkına düşen sırılsıklam kalır ; yagmurlarından kaçamaz asla...ve bu yüzden titrer kalbi seni sevenlerin çünkü buz gibi bir rüzgar keser önünü...ve kainat bilinmez bir güzellik hala içimizde...bu sebeple benden hakkında bişeyler yazmamı isteme lütfen , yazamam çünkü...tek bişey söyleyebilirim senin hakkında ...no comment...

IL BUONO..IL BRUTTO..IL CATTIVO...









iyi kötü ve çirkin filmi bana göre harika bir filmdir...üç saate yakın süren bir film olmasına ragmen filmi izlerken hiç sıkılma yada filmi izlemeyi bırakma yaşamadıgım bir filmdir aynı zamanda...anlatılması zor bir büyüsü vardır yani...aslında hikaye gayet basittir...her masalın konusu iyi kötü ve çirkin sıfatlı üç karakter var filmde...o kadar basit bir filmki aslında...anlatım çok yalın ve sade...ama arada saklı gönderilen mesajlar ve zeki harika sonuyla muhteşem bir film bu film...arşivimin en degerli filmlerindendir...filmin güzel sözlerinden paylaşmak istedim karakter karakter...adım adım gibi...mutlaka izleyin...iyi seyirler...


The Man with No Name (the good )



1.[During their stay in the camp they watch the soldiers run into close-to-close combat] I've never seen so many men wasted so badly.





2.Two hundred thousand dollars is a lot of money. We're gonna have to earn it.





3.I'll sleep better knowing my good friend is by my side to protect me.





4.After a meal there's nothing like a good cigar.





5.The way I figure, there's really not too much future with a sawed-off runt like you.





6.[to Tuco] Tut, tut. Such ingratitude after all the times I saved your life.





7.Put your drawers on, and take your gun off.





8.Every gun makes its own tune.





9.[to Tuco] Were you gonna die alone?





10.[After the stand-off, where in Angel Eyes is killed and Tuco finds out that there're no bullets in his gun] You see in this world there's two kinds of people, my friend. Those with loaded guns, and those who dig. You dig.








Tuco ( the ugly )





1.When you have to shoot, shoot, don't talk.





2.There are two kinds of people in the world, my friend. Those who have a rope around their neck and those who have the job of doing the cutting.





3.If you save your breath I feel a man like you can manage it. And if you don't manage it, you'll die. Only slowly, very slowly, old friend.





4.Don't die, I'll get you water. Stay there. Don't move, I'll get you water. Don't die until later.





5.You want to know who you are? Huh? Huh? You don't, I do, everyone does... you're the son of a thousand fathers, all bastards like you.





6.Who the hell is that? One bastard goes in, another one comes out.





7.You never had a rope around your neck. Well, I'm going to tell you something. When that rope starts to pull tight, you can feel the Devil bite your ass.





8.[to a chicken] If you work for a living, why do you kill yourself working?
There are two kinds of spurs, my friend. Those that come in by the door, [crosses himself] those that come in by the window.





9.If I get my hand on the two hundred thousand dollars, I'll always honor your memory. I swear.





10.That's so. Even a tramp like me, no matter what happens, I know there's always a brother who won't refuse me a bowl of soup.





11.I like big fat men like you. When they fall they make more noise.





12.[To his brother Pablo] You think you're better than I am? Where we came from, if one did not want to die of poverty, one became a priest or a bandit! You chose your way, I chose mine. Mine was harder. You talk of our mother and father. You remember when you left to become a priest? I stayed behind! I must have been ten, twelve. I don't remember which, but I stayed. I tried, but it was no good. Now I am going to tell you something. You became a priest because you were... too much of a coward to do what I do!




en sevdigim konuşması buydu filmdeki...you think you're better than ı am ile başlayan sözleri...





13.I have a system, very much like yours. Only difference is I don't shoot the rope, I shoot the legs off the stool. Adios.





14.HEY BLONDIE! YOU KNOW WHAT YOU ARE?! JUST A DIRTY SON OF A B- [gets cut off by the ending music]





15.The world is divided into two kinds of people, those who have friends and those who are lonely like poor Tuco.





16.Hijo de una gran puta! "Son of a great big bitch!"







Angel Eyes ( the bad )





1.[In a note pinned to a dead man] See you soon, idiots.





2.[to Blondie] You're smart enough to know that talking won't save you.





3.[to Blondie] You're not digging.





4.People with ropes around their necks don't always hang. Even a filthy beggar like that has a protecting angel. A golden-haired angel watches over him.





5.Oh, I almost forgot, he paid me a thousand. I think his idea was that I kill you. But you know, the pity is when I'm paid, I always follow my job through. You know that. [Angel Eyes shoots his boss]
FIN...
THE END...

24 Ağustos 2009 Pazartesi

iyiki dogdun sevgili...


iyiki dogdun sevgili...

hasat zamanı uzak bir başak tarlasının sarısına...

sıcacık güneşin kesik parmaklı eldiven sıcaklıgına...

iyiki dogdun sevgili...

dogarken aglaya aglaya gülmenden

belliydi mutlulugu kanat yapıp kendine
uçacagın gökyüzünde...

iyiki dogdun sevgili...

yüzün neden asık peki
ışıklar söndügünde...

platonik katladıgım kagıt uçaklarımdan...batan düşlerimin gemilerinden...


usul usul yagıyorsun , tane tane kagıdımın bembeyaz kar güzelliginin üzerine...önümde uzanıyor tertemiz bir örtü gibi ışıl ışıl , önümde uzanıyor çizgisiz dosya kagıdı beyazlıgında uçsuz bucaksız hayalin...kar gibi...masum güzelligin gibi içimde açtırdıgın kardelenler...o kadar güzel görünüyosunki...abanta bakmak gibi sana bakmak ; yalnızken , seni izlemek uzagında sen senden habersizken...seni izlemek uzagından...haberin yokken içimdeki yagmurlardan...saganak kalp atışlarımın altından...gök gürültüsü aglayışlarımdan...ben seni izliyordum hep ; senden ayıramadıgım gözlerimden geçişini ...haberin olmadan habersiz geçiyordun gözlerimin yanından...önümden...ben hektarlarca yeşilligimi yakıyordum gözlerimde , geçişinden bana miras bıraktıgın rüzgarın degdiginde yüzüme...haberin olmadan...haberin olmadan geçip gidiyordun yanımdan...senden habersiz esiyordum beynimden yüregime...yüksek basınç alanımdan düşük baskılar diyarına dogru...haberin olmadan bakıyordum sana...haberin olmadan zihnime çekiyordum siyah beyaz fotograf gülümseyişlerini...avuçlarımın duvarları fotograflarınla kaplanmış boydan boya...ve haberin olmadan hayaller kuruyordum , omzunun üzerinden görebildigim kadarı ile güzel yüzünün...çölde bir avuç su tadında gülüşünün hayali...susuyordum birkaç saat seni görmedigimde...kuruyordu yagmur yagarken dahi yüregim... sırılsıklam ıslanıyorken ben , bakışlarımda bir kum fırtınası esiyordu gözlerimin çöl sıcagında...senden habersiz yagmurların altında sana susuyordum yürüyüşlerimde hep...o günden yakaladıgım küçücük bir bakışın ,ufacık belli belirsiz yakalayıp unutamadıgım bir gülümseyişine ben umutlarımı ,ben hayallerimi ve ben küçük mutluluklarımı tutuşturuyordum...


ısıtıyordum uzagındaki yüregimi otobüs duragından dönüşlerinden bir sonraki sabahına dek sevdamın...senden habersiz yanan haberin olmadan tutuşan avuçlarıma üflüyordum biz olma hayallerimi geceleri ellerim üşüdügünde...arka sıralarda dogdum arka sıralarda büyüdüm ben...ama dogup büyüdügüm sıralara isyan ettim ilk defa...ön sıralarda oturmanın düşlerini uçuruyordum isyanlarımın rüzgarlarında artık...uzagından yangın yangın seni düşledigimi bilmiyordun...seni izlerken bakışlarına bir kere dokunabilsin diye bakışlarım bir gece önceden dualar ettigimden habersiz gülümserdin ikinci sırada tüm beyazlıgıyla güzelliginin...ben o gülüşlerini bekliyor olurdum oysaki , onlarca dakikalar öncesinden seni izlemelere dalıp...saatin akrep adımlarında umutlu dualarımda hep göz göze gelebilme hayalim vardı seninle bir saniyede olsa...ben hep seni bekliyor olurdum aslında , yüzünün bana bir saniyeligine şans eseri dönüşlerinde...bakışlarının saliselik sıyırıp geçişlerinde bakışlarıma , aslında ben hep bekliyor olurdum o anı bilmem kaç saat öncesinden...bilmezdin sen bunu hiç...


olurda içimde demledigim ; bana umut , bana mutlulugun tanımı gülüşünün kokusunu alabilirim diye beklerdim seni haberin olmadan...annesi akşam işten eve dönen , kreşteki bakıcı kollarındaki anne hasretinde bekleyen çocuk oluyordum seni beklerken hep o zamanlarımda...sabırsızlıgın sabır taşını kırıyordum parmak uçlarımda...gözlerine kavuşabildigim anlar geldiginde ; bekleyişimin kapılarında annesini gören , gözlerine gözyaşı kokusu sinmiş ,yüzünde kocaman aglayan bir gülümseme trajikomikligini bayrak gibi gerip açmış küçük bir çocugu oynayan adam olurdum yüregimin oyununda...sahnesi sen bir heyecan olurdu benim için o an...ilk oyununa çıkan bir oyuncunun heyecanı tadında...sen senden habersizken ben seni bekliyordum yüregimin kırık çizgili ikinci sırasında...gittigin her günün sonunda sırana gider ve o çizgiyi okşardım ben...seni benden daha çok dinleyen ,daha çok yanında olan sıranı kıskanıyordum çocukça ...sen daha seni bilmiyorken içimde...sıranla konuşuyordum sana olan sevgimi...çaresizlik işte...sırandaki çatlamış çizgiyi okşayıp onu seviyorum şiirleri okuyordum içimden sana...anlattı mı acaba diye korkuyordum bir sonraki gün sırandan...söyledi mi sana bişey acaba diye çekiniyordum deliligimden...omzunun arkasından seni izliyordum...omzunun arkasından bir sevda büyütüyordum sana ben...senden daha senin haberin yokken ben seni yaşıyordum içimde aslında...mevsim sen olmuştun içimde...dökülen yapragı sen,yagan yagmuru sen ,yagan karı sen esen rüzgarı sen bir zaman vardı gözlerimde artık...ve mevsim sen olmaya devam ediyordun hep yüregimin topraklarında...gökyüzünde...ben sırf sen yagıyorsun üzerime diye şemsiyesiz çıkıyordum sokagına hep tenefüslerin...senden utanıp kaçışlarımın arkasında , sana kollarını açıp koşmak isteyen duygularımı kaçırıyordum aslında senden...sevdamın üzerinde siyah bir örtüydü utancım...örtüyü açıp altındakileri göstermek istemekten dahi korktum hep...usul usul yagıyordu kanım içime kanım kalbime...ve bakışlarıma ıslak bir sevda birikiyordu kalbimden buharlaşıp sen senden habersizken daha...


sen benim duamdın...noktası amin , amacı sadece hediyesini almak isteyen yalan sözler degildi dualarım...özeldiler... avuçlarımdan terliydiler...sen senden habersizken daha ...seni sevdim ben...

every war has a beginning...


underworld rise of the lycans...şimdiye kadar gördügüm en güzel sevişmeyi izledigim film...hele o uçurumun kenarındaki beraber dengede oluşu simgeleyen mutlu son ve uçurumun kenarından boşluga uzanış...harikaydı...görsel olarakta verilen mesaj olarakta muhteşemdi...vampir prenses sonja ve kurt adam lycan lucien yanılmıyorsam dakika on dört yada on beş gibi olabilir , tutkuyla sevişmeye başlıyolar bir uçurumun kenarında...ve inanın bana o kadar şiirsel ve tutkuyla karışıyo ki ruhları birbirlerine bundan etkilenmemek imkansız...iyi seyirler hepimize...

22 Ağustos 2009 Cumartesi

çapalı adamın yalnızlıgı...


Jean François Millet


“Sanat bir kavgadır. Kişinin canıyla kanıyla, etiyle kemiğiyle girişeceği bir kavga… Çalışarak sürdüreceği bir kavga. Bir şeyi kötü ya da eksik söylemektense suskunluğu yeğlerim...” diyen ressam...millet...topragı en güzel boyayan adam...

Von Gogh’un kardeşi Theo’ya yazdığı mektupta “işte düşüncelerimi yansıtan bir ressam” diyerek bahsettigi ressam millet...

her ressam kendini boyar aslında fırçasının ucunda...başka bişeye dalıp gidip onu boyuyormuş gibi görünsede...

çapalı adamın yalnızlıgından...

bir başına bakışlarının yorgunlugundan...

mutlu musunuz ...?


- mutlu musunuz ?


- mutlu muyum...soruna soruyla karşılık vermek istedim nedense...öyle hissettigimi ,öyle oldugumu neden düşündün diye sormak istedim sana şimdi...


soyut dünyanın kapılarına hoşgeldin o zaman... bu cevap senin...


elimde biri plastik bir bardak üzerine pahalı bir yazı içinde bir adet kahve ve digeri kırık bir fincan içinde bogazımdaki kalıntısı acımsı tadıyla rahatsızlık veren bir kahve daha var...seçimi yok ; ikiside elimde , önümde ve agzımda tad olmak zorundalar...fakat ben onların yanında gelen , çogunda seçilmiş kullanımı ihtiyaca dönüşmüş yada kullanımı bedenine yasaklanmış birkaç adet şeker olmak istemiyorumki...tatlı bir tadım olsun isteyeyim...ben onların yanında kahven bittikten sonra , bedeninin düşüncenin kurudugu yerde ,tamda içmeye ihtiyaç duydugun o çölünde ruhunun, gelen bir bardak su olmak istiyorum aslında...


arkadaşım , dokunup parmagımı agzıma götürdügümde , ruhumu tattıgımda o tadı olmayan sudaki tatsız güzelligi ve ihtiyaç duyulma arzusunu bulamıyorsam eger kendimi okuyup tattıgımda ; o olmak istedigim suyun tadına çok uzak hissettiysem kendimi , dilimin üzerindeki

kalan tadımda ,


o zaman neden mutlu olmak isteyeyimki metamorfozuma bu kadar uzakken ve daha bir su tadına bu kadar uzakken tadım...hiçbirzaman o tad olamayacagımı bile bile bu yolu koşuyorken yogun ve tükenmiş halde , neden suratımda bir mutsuzluk maskesi yalanına sarılmış gibi yapayım yada neyin mutlulugunu kibirini rahatlıgını giymiş gibi yapayım üzerime söyle bana...mutluluk yada mutsuzluk bir amaç olamaz düşüncelerimde ve yazılarımda yada bir araç...evet mutsuzum ve bu yüzden yazıyorum demeyecegim duymak istediginiz gibi yada mutluyum ve bu sebepten yazamıyorum bu aralar demeyecegim hiçbirzaman...dogaçlama yaşıyorum hayatı ben... planlanmış yada satranç oynarmışcasına düşünerek degil...ve ben yolculugumda gitmek istedigim yere giderken , yanıma mutsuzluk amcanın mı yoksa mutluluk teyzenin mi oturdugu önemli degil benim için...sohbetimi ederim ikisiyle de ;tabi yoluma aynı sürat ile devam ederken...


ilk röportajımdan...


farklı bardaklarda tasvir edilen kahvelerim...kafamdaki mutluluk ve mutsuzluk kavramları...sıgdan derine karışmadan geçerken...
sıgdan derine sözlerin büyüyüp çıg oluşundan düşerken...

senden...benden...bizden...


-anne ! yıldız toplayabiilir miim biraz ?

-parlakları topla , olmamışlar kalsın ...



'' bile bile delirmek övünülecek bişi olmaz asla ...''


'' salakh bir saplantı olmak istemem ...''


'' birini delilerce sevebiliyo insan ...''


'' kar her sene yagsa bile ,çocuklar ilk kez görüyormuşcasına mutlu oluor...kartopu oynayacak kimsen olmaması ve duvara fırlattıgın birtek kar topundan sonra oynamamak insana acı verio... ''


'' bazen acı verselerde iiki duygularımız var...''


'' basit harikasızlıklar...''


'' bu , susamış birinin okyanusta bogulmasına benzetilebilir belkide...''


'' ama seni tanımak güzelmiş aslında...aslında ??? ''


'' olaganüstü mutluluk ...''


'' uçurumdan önce hep yeşilliktir ve her uçurumun harika bir manzarası vardır...''


'' ben çelişkiyim...''


'' çok seviyoruz...ve bu çok bizi korkutuo belkide...''


'' yıldızları akvaryuma koyup,balıkları gökyüzüne assak ; dünya yine batıdan doguya mı döner acaba ? ben geceye aşıgım ve sen gecesin...


agzımızı oynatmadan şarkı söyleyebiliriz;çok güzel... odamda bisürü agaç var...(gölgeler...)


gözümü kapiim mi ? belki utanır yıldız ,balıgı öpmeye...''


'' pardon ? eşiniz olabilir miim... ''




kayboldugum zamanlarda ,deniz fenerinin yol gösteren ışıgı gibi gelir bana sözlerin...teşekkür ederim...bunlar senden...

21 Ağustos 2009 Cuma

tadımlık bir aydınlıgı sokaktan çalan...


düşünüyorum durmadan

duramadan seni...

elimde degil biliyorum ...

geceleri sokak lambalarının artık ışıklarıyla,

tadımlık bir aydınlıgı sokaktan çalan karanlık odamın
loş duvarlarında doguyorsun ...

geceye aglayan dolunay gibi

sarıyorsun karanlık kainatımı

ve kollarında çaresiz bedenim...

rüyalarım beyaz perdesi
bu açık hava sinema mısralarımın...

karanlık odamın el feneri ;

oturacagım yeri gösteren

ışıgı
o fotografındaki gülümseyen gözlerin...
ve kapanıyor gözlerin...
üşüyor mevsim..
karlı bir beyoglu fotografını boyuyorum tualimde sana bakıp...

aylardan ocak...

günlerden seni beklemenin en heyecanlı oldugu gün pencerelerde...

birkaç gün yoklugunun ertesi...

pencereye dayanmış bir yüzün

gözyaşları dökülüyor usul usul pencereden aşagıya...

hıçkırıklardan arta kalan nefeslerin bugusunda doguyorsun sonra birden...

penceremde ıslanmış bir gülüş doguyor ...

agzımda çocuk mutluluklar

agzımda '' geldin '' ler uçuşuyor yeni dogan kelebekler gibi

ve bahar doguyor o soguk bekleyişlerime şimdi...

20 Ağustos 2009 Perşembe

depreme dayanıklı yapılar duragından...


gözlerin kırmızı kiremit bir çatı sanki üzerime örülmüş

evimin şapkası

yagmurlarımın şemsiyesi...

gözlerin kırmızı kiremit bir çatı sanki üzerime örülmüş

başımdaki güzel düşlerin üzerine kapanan...

ve

gülüşlerin

çatımda uçuşan izlemeye doyamadıgım

güzel kuşlarım sanki...

izlemeye doyamadıgım

pır pır ettikçe gülüşlerinin beyaz kanatları

heyecanlandıgım...

gözlerin kırmızı kiremit bir çatı sanki üzerime örülmüş

agladıkça gözlerinde tüm kederlerin

damla damla damlayan saçagıdır sanki kirpiklerin gözlerinde...

altına kaçıp saklandıgım...

zaman zaman oradan burnumun ucuna düşen gözyaşların...

tüm yagmurlarından kaçmaya ugraşsamda

sırılsıklam ıslanma arzumdan kurtulamam asla

ve atarım kendimi gözyaşlarının yagmurları altına herzaman...

üzerimde kuruturum tüm gözyaşlarını...

gözlerin kırmızı kiremit bir çatı sanki üzerime örülmüş

bir çatıya uzanamadan

kiremit kokusu olmadan uyuyamadıgım

bir sevda bu...

yagmurların altında kalıp susayanların yaşı yoktur...



yaşı yoktur gökyüzüne uzayan çınarların...

saganak yagmurun altında kalanların...

yagmurun sesine şemsiye açanların...

gökgürültülerini dinleyip susanların...

yagmurların altında susayanların...

yagan karın pencerede bıraktıgı buguya dalıp gidenlerin...

söyleyecek hiçbirşey yok ceplerimde...


ne söylesem boş...

ne söylesen boş...

sıfatlarla anlatılamaz bir insan yüregi...

anatomisi çıkarılamaz bir derste ruhunun...

ve dizginlenemez bir günde öyle ,

özgürlügüne düşkün bir doru kısrak gibi

durmadan koşan kaderin...

haritası çıkarılamaz bakışlarının...

ve hiçbirzaman fallarla görülemez istediklerin...
...

mezar taşımdan...


yalnız bir mezarım şimdi

kimsesiz

ziyareti olmayan bir yalnızlıgın küflenişi...

yalnız bir mezarım şimdi

su dökeni olmayan

dudakları kurumuşcasına çatlamış toprakları

kurumuş tüm çiçekleri

güzel tüm renkleri...

yalnız bir mezarım şimdi

bir zaman sonra unutulmuş

insanları özlemiş...

yalnız bir mezarım şimdi

duasız kalmış...

kulagı hep yanındaki mezarın dualarında

yalnız bir mezarım şimdi

taşı tozlanmış

konuşacagım tüm böcekleri kaçmış...

yalnız bir mezarım şimdi

kefeni sevdigim bir renk olsa olur mu imam efendi...

yalnız bir mezarım şimdi

hergün yüzlerce insanın geldigi...

aralarında senin hiç olmadıgın...

bekleyeni ben...

yalnızlıgı şiirler...

yalnız bir mezarım şimdi...

tüm bekleyişlerime asla bir nokta koymadıgın

umutları ölmüş bir ölüyüm şimdi...

12 Ağustos 2009 Çarşamba

sevdigim itiraf...haykırış...


Mr. Darcy:


You must know... surely, you must know it was all for you. You are too generous to trifle with me. I believe you spoke with my aunt last night, and it has taught me to hope as I'd scarcely allowed myself before. If your feelings are still what they were last April, tell me so at once. My affections and wishes have not changed, but one word from you will silence me forever. If, however, your feelings have changed, I will have to tell you: you have bewitched me, body and soul, and I love, I love, I love you. I never wish to be parted from you from this day on.


from pride and prejudice

losing my religion...


küçük albert einstein ilkokul sıralarındayken daha henüz , bir dersinde hocasının şu sözlerine nasıl karşılık verir paylaşalım...


hoca : ''size kanıtlayacagım.eger tanrı varsa kötüdür. madem ki tanrı yeryüzündeki ve kainattaki herşeyi yarattı ise ,o zaman dünya üzerindeki kötülügüde o yarattı demektir...demek ki tanrı kötüdür '' der dersinde...


küçük einstein parmak kaldırır ve söz ister ve hocasına şunları sorar :


'' profesör soguk diye birşey var mıdır ? ''


profesör şaşırır : '' bu nasıl bir soru böyle'' der..'' elbetteki soguk diye birşey vardır.hiç sogukta bulunmadın mı sen çocuk ''



einstein :hayır efendim aslında soguk diye birşey yoktur , fizik kurallarına göre sogugu bize düşündüren şey ısının yoklugudur...


tekrar sorar : peki profesör karanlık diye birşey var mıdır ?


profesör : tabiki vardır der


einstein : hayır efendim karanlıkta aslında varolmayan bir kavramdır...karanlıkta aslında ışıgın yoklugudur...ışık üzerinde çalışabileceginiz bir konudur fakat karanlık degildir...çünkü o ışıgın yoklugu durumudur...


işte bu yüzden efendim kötülükte yoktur...tıpkı soguk ve karanlık gibi...tanrı kötülügü yaratmadı...kötülük , sadece bir insanın kalbinde tanrı sevgisi olmadan gerçekleştirdigi şeylerden ibarettir...yani kalbinde tanrı sevgisi yoklugundaki yapılan hareketler toplamıdır...der...


losing my religion...tüm dehalar dehaları derecesinde inançlıdırlar bunu sakın unutmayalım...inancınızı asla kaybetmeyin...her kim size bunun aksi için baskı yapsada inancınızı asla kaybetmeyin...


11 Ağustos 2009 Salı

tamamınla yaşadıgın dünyanın dışına çıkmak...



bana tüm yaşama hevesimi geri ver sevgili hayat...

kıyılara vuran

intiharlarımı

temizle kalbimden ne olur...

mektuplarım akıntılara emanet...

eriyor aşk...şk...k...


aşk...

şk...

k...

eriyor avuçlarımda

ve doluyor

tekrar ve tekrar

yüregimin çaresiz

dehlizlerine...

can yakıyor...

acıtıyor...

kırıyor...

gün be gün...

dökülüyor duvarlarımdan

ruhumun ışıldayan tüm renkleri...

yetmiyor

kutu kutu teneke kutulara

hapsedilmiş renkler

soluk tenler...

ruhumun restore edilemez

kırgınlıklarından yazıyorum size...

sonsuza dek kapat beni...


beni gördügün ilk yerde

tüm tutkularının dizginlerini serbest bırakarak

öp lütfen...

sorma hiçbirşey...

ve sormayacagım hiçbirşeyi...

beni buldugun ilk yerde

kalbimden taşacak

dudaklarımdan dökülecek

tüm cümlelerin mektubunu

bakışların ile bir zarfa koyar gibi

dahası ;

öpüşünle o zarfı kapatır gibi
kapat beni...

dudaklarının zindanlarına kapat beni...

asla çıkmak

asla kurtulmak istemeyecegim

dahası ,

boyun egmeyi kabul edecegim

tek esarete

sonsuza dek kapatıp
orada hapset beni...

h.s.s.


H.S.S.

ortadaki ikinci top ne düşünüyorsun acaba şimdi...


hani iple aşagı sallandırılmış üç demir top vardır ; hediyelik ilginç masa süsleri satan dükkanlarda...birini çeker bırakırsınızda ,başlar saat gibi tik tak kinetik enerjinin iletimi vuruşlar sırayla...metronom gibi görünür hatta biraz bize...birinci top yukarıdan salınır ,aşagıda onu bekleyen iki topa dogru gelir ve bir tanesine çarpar ya hani...çarpan birinci top aslında duran ikinci topa,ortadaki topa,çarpar fakat o hiç yerinden oynamaz kıpırdamazda üçüncü top yükselir ya havaya...ortadaki sessiz ve hareketsiz topa tekrardan çarpıncaya kadar yükselir bir noktada durur ve aşagıya salınır...çarpar tekrar ve bu böyle devam eder hep...enerjinin degişimi ve iletimi...


işte onları izlerken ben,hep ortadaki sessiz ve katiyen hareket etmeyen ikinci demir topu izler ve merak ederim acaba ne düşünüyor o suskunlugunun içinde hiç hareket etmeden diye...ne hissediyor o eglenen iki topa bakıp sessizce...kinetik suskunlugun durgun gözyaşlarından...ikinci topun düşünceler yumagı...yumaktan örgüler...ve yumakla oynayan kedinin kızgın tüylerinden...

iskele alabanda şiirler okyanusunda...


günler bir defter olsa..

saatler sayfa sayfa çevrilirdi belkide gözlerimde...

bir saniyede olsa şansa...

rastlayabilme umudu için yolda sana...

devrilen cümlelerimin rüzgarlarında...

alabora bakışlarımın ıslaklıgından...

batan gözlerimin akşam kızıllıgından...

selamlar baglıyorum sana

dilek agacım...

iskele alabanda şiirler okyanusunda...

üç yastık...


üç yastık ile uyurum her gece...

yatagım kalabalık...

birine başımı koyarım omzun sayıp...

sırtımı dayarım digerine

onu sırtımı okşayan tesellim yapıp...

ötekine sarılırım yumuşacık

sen diye ,

kendimi bebekler gibi kandırıp...

ancak böyle uykulara karışabiliyorum

rüyalara yol alabiliyorum ben...

düşlere dalıp dalıp...

seninle çıkıp nefes alabiliyorum ben...

uykular deniz ,

kapanıp giden gözlerim olta

ve sen ile dolu rüyalar balık bu masalda bu gece...

vira vira...

haydi rastgele bana...

suyu sen isen...kuruyan hasretimden...


dibinde su var mı yok mu bilinmez kör bir kuyu bu hayat...

sagır bir kova durur köşesinde...

dilsiz bir ipe baglıdır ayaklarından ahşap kovan...

topal bir demir taş tutar ellerinden...

çevirir çevirir balık tutmaya çalışır gibi

kovana su tutmaya çalışırsın...

kör bir kuyu bu hayat...

suyu sen isen...

durma at beni hayat en dibine bu kör kuyu ömrün...

sal bırak beni bu karanlık kuyunun derinliklerine ,

şu cehennem kadar sıcak günün...

suyu sen isen eger bugünün ve dünün...

kör bir kuyu bu hayat...

at beni umut dolu boş sallanışların arzularına...

dibi delik kovanın damlayan isyanlarından...

parmaklarımın arasından kayıp giden

ve avuçlarımdan dökülen sen...

seni içimde tutmaya ugraşan ama

tutamayan ben...

kuruyan hasretimden...

bu gezegende sençekimi denen birşey var...


bu gezegende yerçekimi denen birşey var...

havaya atılan herşey yer tarafından çekim gücüyle çekilir

ve yere düşer anlamına geliyo bu...

ve bununla beraber beynim bir gezegen ise eger,

bu gezegende sençekimi denen birşey var...

kafamda havaya atılan her düşünce

ve herşey

sen tarafından sen gücüyle çekilir

ve herşey her düşüncem sana düşer anlamına geliyo bu...

bu gezegende hergün sençekimi ile ,

yükseldigim ve ulaştıgım yüksekliklerden bırakıldıgım ,

gözlerimi açıp uyandıgım her anda ve heryerde
sana düştüm tekrar ve tekrar ben...

sana düşüyorum ve sana düşmekten kurtulamıyorum ben...

bu dünyada sençekimi o kadar güçlü ki...

newton...

agacın altında gölgene uzanıyorum ben

ve başıma düşüyorsun yine sen...

yasak elmamsın kaderi belli mahkumiyetimde daima sanki sen...

sençekimli fiiller ormanımda sessiz bir düş arıyorum ben...

kızarıyor herşey...

kanıyor heryer...

fonu kırmızı bu kagıt dünya üzerine ben ,

asla kırmızı giymem ben yazıyorum beyaz harfler ile...

kırmızı fon...

beyaz harfler...

kagıt dünya...

A4 aglamalar...

çizgisiz saman kagıt hıçkırıklar...

bir gezegensem ben...

yerçekimi sen...

heybemdeki kelimelerden...

işte pişirdigim aşurem...

nuhun titaniginden...

uçmaya çabalarken...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

güzel sözler...güzel şarkı...


Herkes Aynı Hayatta

Kendini Bişey Sanma

Ne Kadar Çok BiLirsen

O Kadar Bela Başa


Sen Bilirsin Aslında

Aklımdan Geçenleri

Zaman Herşeyi Çözer

Şu Beklemek Olmasa


Gözlerimi Açsam Da Sen Çıksan Karşıma

GeL Beni Azat Et Kayboldum Karanlıkta

Ben Bizi Unutmam Gitmek Yakışmaz Bana

Yolcuyuz Hayatta Sen Gel Otur Yanıma

pisagor...iki dik kafalı kenarın hulahup dairelerinin kareleri toplamı , hipopotamın poposunun karesine eşittir...


kareleri toplamı...oldum olası bu kafasının kenarına şapka diye iki rakamını takan rakamları hiç ama hiç anlamamışımdır...ögretilenler yada ögretilmeye ugraşılanlar yüzünden matematigi bir türlü sevememişimdir..başarılı olsamda olmasamda...başarılı olmanın bir anlam ifade etmedigi bir derstir matematik benim için...belkide ilkokul üçüncü sınıfta bir matematik dersinde ögretmenden haksız yere yedigim o saglam dayaktan sonra kapatmışımdır tüm kapılarımı matematige...bilemiyorum...pek toplamam odamı ,bilinçaltım hep dagınıktır benim...katlı herşeyi dagıtır bozarım her toplanışında...neyse bunlara ragmen bu önemli adamı çok severim...pisagor...hem ezberlenmesi en kolay hemde anlaması en kolay teoremdir belkide bu bizler için...hep akılda kalabilen ender teoremlerden hatta...hatırlayalım...


'...bir dik üçgende...iki dik kenarın karelerinin toplamı...hipotenüsün karesine eşittir...'

herkes onu...bu teoremiyle tanır....


ama o aslında çok daha fazlasıdır...


pisagor kimdir...



MÖ.500'lerde...ege'deki sisam adasında doğmuştur....

gençliğinde mısır'a gitmiş...ve orada yaklaşık 30 yıl kalmıştır....

mısır'a gitmesi ise...bir rastlantı değildir....

o dönem mısır gerçek bir inisiyasyon merkeziydi...

çok üst düzey okült bilgilere sahip kişiler burada yaşar ve yine oradaki mabetlerde seçtikleri kişilere...özel yöntemlerle bilgilerini açıklarlardı.....

bu mabetlerdeki öğretime ise herkes giremezdi...girenler için ise...yanlızca iki alternatif vardı....

ya bir ermiş olmak...ya da o mabetten hiç çıkmamak ve ölünceye kadar orada kalmak....


pisagor....işte bu özel eğitiminin ardından....bir okul kurmuş ve kendi öğretisini oluşturup öğrenci yetiştirmiştir.....

pisagor ve öğrencileri...koyu birer vejeteryandılar....hatta 1900'lü yılların başına kadar...vejeteryan olanlar için pisagorcu denirdi....böyle bir terim yoktu çünkü...


sayılara tutku derecesinde bağlıydılar....onlara göre sayı...aklın cisimleşmiş haliydi....ve her sayının da özel bir anlamı vardı....tek sayılara hayrandılar....her tek sayı özeldi...


incelendiğinde....öğretisinin sufizmle de benzerlikler taşıdığı görülür.... büyük bir ruhsal gelişimin ardından....Tanrı'yla Bütünleşme gelir....


düşünüyorum da...... eskiden bilim.....ve bilimadamları böyleymiş.....şimdiyse....?

bir altınoran'ı düşünün.....bu tamamen eskilerin bir keşfidir.....altın oran...

doğanın özünde zaten vardı...bulunması gerekiyordu....bulundu da...

parmaklarımızdaki....o çizgiler bile....altın orana uyar.... eski bilginler bunları araştırırlardı...



bu günse....? ? ?





okudugumuzu anladık mı bölümü ;

okült ve inisiyasyon nedir ve anlama gelir...bize bir yararı var mıdır...araştırılsın ve sakın ha sakın cümle içinde kullanılmasın...


tamam çay molası on beş dakika...dagılalım...

teşekkürler arkadaşlar...

sevgilerimle...
eski ama çok çok eski kafalı

kapasitesi sıfır beceriksiz hocanız...
ben...

9 Ağustos 2009 Pazar

kagıt uçaklar pistinden rötarlı itiraflar...


dün kumdan kaleler dikmesini deneyip deneyip başaramayan bulanık bir kız , şimdi önümüze cümlelerden gökdelenler diker olmuş...inanmadıgın sorular yada inanmak isteyip başaramadıgın sorular , aceleyle katladıgımız şekli pek düzgün olmayan kagıt uçaklara benzeyebilirler bazen...dördüncü kattan defalarca attıgın düzgün katlanmış tüm uçaklarından daha uzun , daha süzüle süzüle ve daha kuş gibi uçabilirler gözlerinde...bazen şaşırtır bizi hayat...

gökten üç elma düştü...



gökten bir kıyıya üç kayık düştü...

biri sallandı

biri salladı

digeride onları izleyip agladı...

çöl yüregimin soguk kumları üzerinde...


kalbimin içi bu kadar sıcakken
ve geceler gözlerimde bu kadar soguk...
tuzla buz olur tüm düşüncelerim ve kederlerim
bu iki uçurum arasında
ve şiirlerimden geçilmez bir çöl olur gözlerimin gecelerinde
yüregimin kumları...
gülüşüm kum fırtınası...

uçuşan parmak uçların...



birikiyor ellerimde bal özlerim bal sözlerim

ne zaman gelicek ve konacak

avuçlarımın göbegine

uçuşan rengarenk parmak uçların...

kim emecek

yüregimde biriken tüm yalnızlıkları...

ve kovanı neresi diye düşünürken

uçuşan o güzel parmakların ,

konar

giriverirler

saklanır gibi

cebine kibarca...

bana yazılan sözlerin saklı oldugu bal cografyasına...

benim burnumda

merakın heyecanlı taze kokusu...

petek petek aşk birikiyor gözlerimde...

balı sözlerin

işçisi uçuşan parmakların...

ve kavanozu ben...

bulut alfabesi...



bulutların dili olsa

acaba nece konuşurlardı olan biteni aşagıda..

hergün degişen sayfalar misali gökyüzünde

ne diyor bulut alfabesinin harfleri bize söyler mi

gökte güneş

gecede ay sence...

hergün bir masalın sayfaları döner durur üzerimizde

masmavi defter

bembeyaz harfler

kudururum meraktan ama

yaprak dökmem hiç dibime...

yüregimde çam kokusunu demler

durmadan sözlerini bir türlü anlayamadıgım

bu şarkısını dinlerim fezanın...

çam kokusu zamanların gölgesi altında

rüyalarımın kozalaklarını toplarım ayaklarım yanından...

otuzluk loş fikirler odası...



kafamda bir ampul yanar

ve hiç durmaz

patlayana kadar...

made in my mind...

emzir beni...



emzir beni tüm uzak günlere yaktıgın pişmanlıgın ile...

emzir beni aramızdaki uçurumda yankılanan haykırışların ile...

emzir beni elimizden kaçan tüm günleri

buruşturup yakan gözyaşların ile...

emzir beni sıcacık özledigim avuçların ile...

emzir beni ısınmak için yaktıgın

kıyılarındaki tüm düşlerin ile...

kaç şafak...kaç kırmızı...


kaç şafak daha geçecek dogmamış sabahlardan...
ve kaç kırmızı daha boyayacak gögü kan rengine
dünyayı sensizligin beyazına söyle...
kaç şafak daha geçecek dogmamış umutlardan...
ve kaç kırmızı daha boyayacak umudun mavisini
kırgın umutlanışların ölümüne söyle...
rengi var mıdır gözlerimdeki bekleyişin
solgun kagıtlar üzerinde öyle...

kuklanın hayali...


kuklanın hayali senaryo üzerinedir ; asla iplerden kurtulmak degildir amacı...ipli bir ölü rolünü herzaman tercih eder bir kukla , ipsiz felç bir özgürlüge...

tatil...



çenemi omzuna yasladıgım ve saçlarının kokusunu nefesim yapabildigim her saniye tatildir bana sevgilim...

taş takvimin yontulan yaprakları...



zamanontemmuzikibindokuz...

saatsıfırbirsıfırbeşgeceyarısı...

zaman dönüp yuvarlanan bir taş önümde durmadan yol alan...

taş takvimin yontulan yaprakları

düşüyor önüme parça parça...

sayamadıgım kadar çakıl parçaları adımlarımın altından

ve geçen zamanların üzerinden

adımlamaya devam ediyorum sensizligi hala...

kaç pazar...kaç yokluk...kaç hasret...


kaç pazar senden uzakta geçti bilmem hiç...

ben işte bu yüzden sevmem altı günden ayırıp pazarı hiç...

seni benden alıp götürürdü diye hep
küsümdür ömrümdeki tüm pazarlara ezelden...

demedim mi ...


Demedim mi?

Oraya gitme demedim mi sana,

seni yalnız ben tanırım demedim mi?

Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben'im?

Bir gün kızsan bana, alsan başını, yüz bin yıllık yere gitsen,

dönüp kavuşacağın yer ben'im demedim mi?

Demedim mi şu görünene razı olma,

demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben'im asıl,

onu süsleyen, bezeyen ben'im demedim mi?

Ben bir denizim demedim mi sana?

Sen bir balıksın demedim mi?

Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,

senin duru denizin ben'im demedim mi?

Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?

Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben'im,

senin kolun kanadın ben'im demedim mi?

Demedim mi yolunu vururlar senin,

demedim mi soğuturlar seni.

Oysa senin ateşin ben'im,

sıcaklığın ben'im demedim mi?

Türlü şeyler derler sana demedim mi?

Kötü huylar edinirsin demedim mi?

Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?

Yani beni kaybedersin demedim mi?

Söyle, bunları sana hep demedim mi?



Mevlana Celaleddin Rumi

3 Ağustos 2009 Pazartesi

elimdeki dört kagıt...


kupa 1 ; Herkesin üç kişiliği vardır; Ortaya çıkardığı , sahip olduğu , sahip olduğunu sandığı.


Alphonse Karr



karo 1 ; Rüyaları gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır.


S. M. Power



maça 1 ; Herşeyi denerim; ama yapabildiklerimi yaparım.


Herman Melville


sinek 2 ; İnanmayan bir gönül, içinde kuş bulunmayan bir kafese benzer.


ABDÜLKADİR GEYLANİ

formasyonsuz çekingen öneriler bahçesinden...


1.bettra ateş edin bana lütfen demiş..tabiki kıramayız onu...kalemin güvenligi açılsın...ateş için hazır ol ve emrimi bekle...ve ateş...
2.uyurken tek ayagı olmadıgını düşündügümüz kuşlar var ,yada ördek sandıgımız angut kuşları suda...
3.bettra şiir yazmayı denesin...yazamam ki demesin lütfen...yemek tarifi yazabilen herkes şiir yazabilir...
4.bettra çok harika boyuyor aslında kagıdı...henüz bunun farkında degil... leonardo'nun , monet'in yada dali'nin tablolarını yeniden harika şekilde yapabiliyor fakat içinde onu görme şansımız tuz taneleri kadar az kalıyor...bettra kendi tablolarını boyasın yapsın artık...içinden boyasın içini boyasın...deneme , anı ,hatıra ,günlük ve herşeyden yazma fikri harika olmuş...ama o listeye mutlaka şiir eklesin...kafiyeye ihtiyacı bile yok ..sıralı cümleler şiirdir kulaklarda...
5.ve şimdi sıra sende kalemdaşım..aynı şekil sende beni vur durma haydi...doldur silahını ve bas tetige ben kurşun geçirmez yelegimi giyerken...

1 Ağustos 2009 Cumartesi

bir umut kondu yüregimin garına...


bir umut kondu ki yüregimin garına sorma...
dört kanatlı bir heyecan tüy tüy döküldü içimde...
bir tarafım geliceksin diye dikti gözlerini demirden raylara
bekliyor bir hasret treni...
bir tarafım küskün gururların sırt çevirişi garın sessizligine...
kızgın tüm umutlanışlarım...
bir umut kondu ki yüregimin garına sorma...
korkuyorum şimdi uçucaklar pır olup avuçlarımda terleyen
heyecanlardan uzaklara diye...
iki ray arası çakıl taşlarını sayıyorum zaman geçirmek için
kalbimi kandırabilmek
ve mendilimi biraz kurutabilmek için...
gelişine kuruyorum yüregimin guguklu saatini...