30 Ağustos 2010 Pazartesi

düşü güz mevsimi sürdü ölüme cellatlar...


düşü güz mevsimi sürdü ölüme cellatlar...
güz düştü düşlerimizden kanlı hasır sepete o an...
ve kin döktü pas rengi mevsime yapraklar...
yollar kuruyan cesetler ile kaplandı sessiz hışırtıları ile.
rüzgar ağıtını mayaladı yalnız kalan ağaçların yüreğine,
türkülerini dallarında sızlataraktan...
düşü güz mevsimi sürdü ölüme cellatlar...
ve yanık yanık ahları yaktı göğün göğsüne martılar...
dışarısı siyah...
dışarısı yas...
dışarısı gecenin gündüze koynunda en uzak olduğu an.
dışarısı siyah,
sanki umrunda mı
ağzımdan göğe damlayan demir tadıyla bu kanlı aahhh...

ve biz nerede kaybettik biliyor musun sevgili...
kazanmalara afyon dumanı gibi esir düştüğümüz anda...
halbuki ihtiyacımız yoktu hiç peşine düşülmüş zaferlere..
kaybetmeyi seçerekte,birbirimizde kaybolabileceğimize,
inanamadık bir türlü...

ve biz nerede kaybettik biliyor musun sevgili...
kazanmalara afyon dumanı gibi esir düştüğümüz anda...

zaman kaçın sularında demirli acaba : 01.49

27 Ağustos 2010 Cuma

vazgeçtim bugün, bugünden...

az geçtim yaram kabuğundan,hüznünden...
vazgeçtim, ben kederi türkümde üflerken
alkışlayan,oynayan tüm anlamazlardan...
az geçtim yaram kabuğundan,hüznünden...
vazgeçtim sahi dinlenmediğim tüm vaazlardan...
bir olsun yeter bana anlayanım...
anlamayanlarım hançer vursa da nereme kadar değer ki zaten.
az geçtim yaram kabuğundan,hüznünden...
vazgeçtim ney'imi sessizlikten başkasına üflemekten,
karanlıktan başkasına derdim anlatmaktan,
vazgeçtim bugün, bugünden...
vazgeçtim bugünden,yarından...
vazgeçip gittim yaşamı, ölümden...

şiir misin ki sen adam...


şiir misin ki sen adam...
boşver...
boşverebilirsen...

şiir misin ki sen adam...
koyver...
koyverebilirsen...

şiir misin ki sen adam...
düşüver...
düşüverebilirsen...

şiir misin ki sen adam...
gülüver...
güliver isen...

şiir misin ki sen adam...
hapşur hapşurabilirsen,
kalırsa mendilinde birkaç mısra...
çok yaşa...
çok yaşayabilirsen...

uçan sineğin kulağıma değen kanat sesinde hatırladım seni...
kim ne zaman bana saldırsa insanoğlundan,ben yine hep seni özlerim ağustos...
varsın sevmesinler tıpkı eskisi gibi,
ziyanı yok insansızlığın gözlerimde,
afarozun yüreğimde bir önemi yok...
sen olmasanda sahi,
bir sen hayali gözlerimde yeter bana...
kovanımda sen kokan çiçekler,
kovanımda mısralar dolar...

* biraz kaymak mıydı yoksa hüzün,parmağımın ucunda iken sessiz yüzün...kimbilir...

Yaşamda yeniksindir...Özdemir Asaf


Duyguluysan işin zor,
Yaşamda yeniksindir.
Duyguluya sor,
Ona aşkları da acı verir.

Hep bir karanlığa uyanır, yalnız:
Düşleri gerçekleri, gerçekleri düşleridir.
Aldatsanız, aldansanız,
O hep bir karanlığa uyur gibidir.

Hiç ölüsü yoktur,
Herkes, her şey anısındadır.
Geleceği geçmiş'in gözünden okur;
Hep bir yangının bacasındadır.

Gülerken bir düğündür, acı-son'lu,
Aldatılara uğurlayan gelinlerini.
Bir çocuk bahçesidir, renk-renk balonlu,
Savaşlara uğurlayan bebeklerini.

Sinmiş her şarkıya, her uyanı'ya, uykuya,
Ölümün yaşayan kardeşidir.
Hep sezer, sezdikçe duyguluya
Yengiler de hüzün gelir.

Özdemir Asaf ustadan...

* yengiler ; zaferler,kazanmalar,utkular anlamına gelir...

adı yalandı içimdeki tüm dürüstlüğün...


"Bana yalanlar söylese yetinecektim,
Ama yalan söyledi."

"Kime sorsan
Evinde bir oda eksik."

"Kendi bahçesinde dal olamayanın biri
Girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor."

'Yalnızlık' isimli kitabının bitiminde şu yazılı : "Gördüğümü görecekler diye ödüm geriliyor."

"Beni öyle bir yalana inandır ki
Ömrünce sürsün doğruluğu"

(ö.a) değil ustanın adı Özdemir Asaf...

ne kadar doğru olsam o kadar yalansın dediler...
ne kadar doğruyu kanasam tenimden,kandırıyorsun dediler...
ne kadar doğru döksem avuçlarımdan,
kime göre doğruydu ki zaten doğrular...
herkesi mutlu eden kesin bir doğru doğmuş muydu ki insan denilen mahlukatın dünyasında.
ve çocuk bilmelisin ki,sorun büyükler,büyümek,büyüklük değil...
sen sakın sensizliğin çözüm olduğuna inanma...
sen sakın inanmadığın ışığa bakıp boş yere kör olma...
adı yalandı içimdeki tüm dürüstlüğün...
çünkü adını yalan koymuşlardı aslında kalbimi hiç tanımayanlar.
anlayan sineğin lüks ışığının gölgesine karalanan masallar,
ve en güzel al anlardır aslında, kalbinin inanmak istediği tüm masum yalanlar...

* kızgın değilim...
ama,kızdırdılar usta...

26 Ağustos 2010 Perşembe

fall...

ve bir yıldız kayıp düştü göğünden...
adı sonbahar oldu gecenin...
sarardı gecenin karanlığı,
yere vuran ışığında kırıldı kalbi ayın...
ve bir yıldız kayıp düştü göğünden...

ellerim eylül, yüreğim ağustos benim...

ellerim eylül, yüreğim ağustos benim...
doğum günün kutlu olsun yüreğim...
geçti iki üç gün ama affet cesaret edemedim...
ellerim eylül, yüreğim ağustos benim...
anlamak yalan ise anlam aramak neden derim...
korkmam ben senin gibi ,
korkum korkusuzluğumdur benim...
sonum sonsuzluğumdur...
ellerim eylül, yüreğim ağustos benim...
sıçar sıvar yüzüme kimisi bilmeyiz neden...
ben hiç şair olamadım ,istesemde başaramazdım asla zaten.
ellerim eylül, yüreğim ağustos benim...
anlamak yalan ise anlamam anlam arama telaşını...
o zaman sakın anlama hiçbirşeyi...
anladığını düşünme cümleleri...
kartpostallar yırtılır gider,
zaten manalarında yangını anlatmakta yoktur şaşırma...
yaprağın damarlarında dünyayı arama...
eylüldür düşer eline her dal tane tane...
anlamışsın anlamamışsın umrumda değil banane...
ama kazanında dermanı karıştıran doktorsun gibi bana teşhis koyma.
küçülme...
tırtıl daha ağırdır kelebeğine göre evet,
ama sen küçülme...
satrançta iyi değilsin belliki...
oyunların basit,kovaladıkların sıradan...
tahmin etmesi kolay...
neyse...
ellerim eylül, yüreğim ağustos benim...
bin defa dediğim gibi...
anlatmasın yazar yazdığını,ressam resmini...
çabalar boşa,küçültür mabedini...
kendine sakla gördüklerini,gördün zannettiklerini...
gördüğüm en biçare yazıydı son okuduğum,
biçaresi kim...
kızgınım...
yanıyor kurşundan kalemim...
görmez olaydım...
aynada gördüklerini yaşam zanneden yürekler,yaşamı inanmadıkları kartpostallarda beklerler...
sırçası kanayan aynalardır beşiklerinde yetim büyüyen bebekler...

*beni tanıdığını sanman yanılgın,kağıda çizebileceğine inanman en büyük hatandır...
tıpkı bunu yaptığımda benimde düşeceğim yanlış gibi...
poker oynamayı öğrenmen şiir yazabileceksin anlamına gelmez...
unutma anlamsızlığın bile sözlüklerde bir anlamı vardır...
çirkinceydi...
kınayabilecek rütbede olsaydım kınardım dostluğunu ey dost...
sarfedebileceğim tek kelime düşer sararıp dilimden bu yüzden.
süzülür kağıda boylu boyunca bir ölü kadar buz gibi kelimeler.
yazık...
çok yazık...
ve kesiyorum sol elimi eylülümden dalımdan...
yoksa ömer seyfettin diyet tam senlik değil miydi...
ne kadar komik...
ne kadar sığ öyle değil mi...
kızgın perşembeleri kusuyorum yuvamda yavrularıma...
uçup gittikleri cumayı huzurlu bir vuslat rüzgarı sallasın diye.

kağıt mendile kan damladı...

kağıt mendile kan damladı...
tanıdın mı sandın ustayı,
yüz görümlük elini uzattın diye...
ne kadar vahim, ne kadar hazin...
dost demeye ne kadarda yakın,
kağıt mendile kan damladı...
uzun bir yoldur oysaki çile,
sen iki adımda anladın mı sandın...
yazık...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

dört nala koşan eski yüzlü çocuklar...



yaşlılık böyle birşey işte...
az gören gözler sık sık yaşlı...
sen yazarken terkeder seni bazı harfler,katlanamAYIP,
unutmuş yazmayı derler ardından sessizce fısıldayıp...
yaşlılık böyle birşey işte...
karışır 1950ler bindokuzyüzaltmışlara bazı,
oysa kurumaya yüz tutan küçük dünyanda,tozlu saksında zaman,
birkaç damla su kadar bile olsa bir selama razı...

yaşlılık böyle birşey işte...
çekilmez bazen...
aranır cebinde yakın mesafe gözlükler,
ve düşer titreyen ellerinden okunamadan henüz eski mektuplar...
yaşlılık böyle birşey işte...
aynaların kenarlarına sıkıştırılan sararan fotoğraflara dalan,
yüzündeki yüzlerce çizgide akan kocaman bir zaman,
yüzünde silik mısraların kurşundan lekesi ve ağzında aman...

yaşlılık böyle birşey işte...
gözünde düşler
gülüşünde üşüyüşler,
titrek atılan yavaş adımların sahibi gözlerde,
dört nala koşan eski yüzlü çocuklar...

19 Ağustos 2010 Perşembe

göçmen kuşlar gitmeyin...



göçmen kuşlar...
gitmen kuşlar ne olur...
kanat çırpmayın sıcak ayrılıklara...
göçmen kuşlar gitmen ne olur...
uçmayın bir yere...
kalın burada benimle...
ölmezsiniz korkmayın...
ben size bakarım...
göçmen kuşlar ne olur...
gitmen kuşlar...
gÖÇmen kuşlar sakın ha
ardınızda bıraktığınız kışa da kızmayın...
meraklanmayın,
ben size karlardan yalan baharları boyarım...

konuşurken sen, yanağıma değen o sıcacık nefesin...


süt kokusu sakladığın avuçların...
oysaki beni en güzel sen dinlerdin akşamlarda...
ne şiddetli susardın çıt çıkarmadan birde...
burnuma düşüşü bundan belki gözden ilk düşenin,
tek düşenin anlamı...
oysaki beni en güzel sen dinlerdin akşamlarda...
ve süt kokusu sakladığın avuçların...
köprü ayaklarına kapanan yalvaran gözlerin ışıltısı karşısında,
ne kadarda anlamsızdı gökyüzünde tutuşan yıldızlar...
ninni saydığım denizin ayaklarımı ona uzattığım taşlara çarpan
huzurlu şarkısı...
ve zaman...
vapurun artık eve gel diyen penceredeki ebeveyn çağrısı...
ve zaman kollarımda yokluğunun mirası sıcağından düşüşler,
kibarca üşüyüşler geçiyor rüzgarı...
ne kadarda geç olmuş bakar mısın...
zamanı silerken gözlerimden sen,
üzgünüm aşkım anlamadım...
oysaki beni en güzel sen dinlerdin akşamlarda...
nasıl ki suskun bakardın,
ne çok konuşurdu gözlerin,sussada o çocuk dilin...
ve süt kokusu sakladığın avuçların...
çocukluğumun eksik parçası,bu yap boz kaderin,
dudağımda huzurun cam biberon sıcaklığıydı inanki,
konuşurken sen, yanağıma değen o sıcacık nefesin...

çatlayıp kırılsa mızrap orta yerinden...


kopsa dalından bir damla yaş ile,
gözyaşımdan türküm gibi aldığım son nefesim...
atsa tel aniden,
çatlayıp kırılsa mızrap orta yerinden...
ve susup uzun uzun,
sereserpe,kifayetini soyunup sessizce gülümseyerek,
bıraksam dudaklarımdan son nefesimi...
can yanık...
kalp sessizliğe esir vazgeçmiş direnmelerden...
düşmüş ağacından yerlere tüm yalanlar sararıp solup..
ağaç çırılçıplak...
ağaca yağan dallara konmuş kefen misali beyaz kar taneleri.
ağzımda son isim yanıp tutuşsa...
eğer ki buda bir tutuş sa ,
bir daha hiç bırakmamacasına,
sarılıp yıka beni...
konuş soğuk tenimde moraran dudaklarımdan beni...
dinle gece boyu beni...
ve koynuna döküp beni,göm dilimin çöl kumuna bu soğumuş teni.
sonumun kokusu bu olsun oysaki...

15 Ağustos 2010 Pazar

defter aralarımda ilkokul fişleri kurutuyorum...


odam duvarlarımda placebo yalanların ecza dolabı...
defter aralarımda ilkokul fişleri kurutuyorum...
adam süt iç...
yaz adam yaz...
bak adam bak...
adam işe git...
adam eve dön...
uyu adam uyu...
hayat aynı bokta farklı renklerin solgun sureti...
sifon çekmek neyi çözerki...

benim teyzemin sevgisi var...


hep küçük bir çocuktum ben zaten,
bakışlarımın sokağında oraya buraya anlamsızca koşturan.
büyümeyi reddeden kalbimin balkonunda,
büyüttüğüm fesleğenler ve sardunyalar ile
oynadım babalık oyununu evimde...
denemek...
denemeler üzerine denekler kurban etmek mi demek...
korkmak...
korkanlar üzerine korkulanla gitmek mi demek...


hep küçük bir çocuktum ben zaten,
bakışlarımın sokağında oraya buraya anlamsızca koşturan.
bir sağa bir sola çocukça bir sarhoşlukta saklanmaya uğraşan.
alnımda tozlu bir karartı mutluluk,
ve bir türlü acıktığını farketmeyen bir yorgunluk,
dizlerimde titreyen inkardı zaman...
yazmak...
yazmalar üzerine nakış nakış mısralar mı demek...
azmak...
az olanlar üzerine bedenleri tüketmek istemek mi demek...

hep küçük bir çocuktum ben zaten,
bakışlarımın sokağında oraya buraya anlamsızca koşturan.
saklambaçta ilk duvara sürülen elin altındaki isim olmayı istemek.
ve geriye kalan bütün oyunu heyecanla izlemek...
saklankaç...
saklanamamak...
ve asla kaçamamak...
kötü olduğun bir işte bu kadar istekle oynamak...
sevmek...
sevmelere sevenleri dilek dilek bağlamak mı demek...
azap...
git gide azalanlara dayanabilmek için yeşil reçete yalanlara inanmak mı demek...

hep küçük bir çocuktum ben zaten,
bakışlarımın sokağında oraya buraya anlamsızca koşturan.
paçası kısalan pantolonlarda gezmekti büyümek,
ama bunu umursamadan tüketmek zamanı...
üzmek...
üzülmelerden kaçmak için üzüntülere fırlatılan çakıl taşları mı demek...
öpmek...
öp diye kuduran kuduz dudaklara dermanı dudaklarından aşılamak mı demek...

hep küçük bir çocuktum ben zaten,
bakışlarımın sokağında oraya buraya anlamsızca koşturan.
beslenme çantamın ikinci tenefüs görev zamanıydı paylaşmak.
asla ayağına gelmeyecek ezilen bir gazoz kutusunun kovalanmasıydı,
bitmeyen dakikalar boyu, çocuk gözlerde yaşamak...
inanmak...
inandığın şeyi avuçlarında sımsıkı kavramak mı demek...
fırlatmak...
birde fırlatılan taşların gözünden yere düşmek mi demek...
zaten nedir ki emek...
biraz istemek...
ve birazda bunu haketmeyen ama kenara itilen yemek...
oysa sevgi ne demek...
cümle içinde kullanmaya çalışmak kadar kolay değildi kelimeleri yaşamak...
ben sevgi gördüm,
yada gördüğümü sandım kimbilir...
ve o kelimeleri yaşayıp aşmak...
okuduğumuzu anladık mı acaba çocuklar...
bence anlamadık hiçbirşeyi...
yazdıklarımızı dahi...
en iyisi oku beni...
sorgusuz sualsiz doku beni ayağının altına...

14 Ağustos 2010 Cumartesi

sen susayınca...


sen susayınca,
kururdu dilimde cümleler...
akmazdı susuz kalan satırlar...
sular kesik düşler sesiydi geriye kalan gece
ve rüyalar...

sen susayınca,
kururdu dilimde cümleler...
çatlardı kağıdın yüzü kurumuş toprak misali,
kururdu ekin başları gibi boyun büken mısralar sanki.

sen susayınca,
kururdu dilimde cümleler...
susadığın zaman birleşirdi yalnızca,
birbirine düşman bakan iki elim avuçlarınca...
sana bir tas su içirebilmek için avcumdan,
birleşirdi derinleşip bir helke misali avuçlar...
kurutulan su kabağı bardağımda sevda,o tatlı kokusuyla
susuz dudaklarına sunmaktı suyu susuzluğunda usul usul...
köyümün çeşmesinden demlenen soğuk suyunu,
kuruyan boğazına uzatmaktı hasret...
adı paylaşmaktı aşkın...
adı gerekirse susuz kalmak...

sen susayınca,
kururdu dilimde cümleler...
ben susardım...
kalp kururdu...
yazsan çatlardı kalem,
ve satırlar dağılırdı toz be toz...
can suyuna hasret boyun bükerdi,
bir çiçek dibinde yüzünü bize ölüm...

13 Ağustos 2010 Cuma

boyunca devrilirdi cümleler...


sen susunca,
boyunca devrilirdi cümleler...
içimin bilinmez bir sokağında,
ağlaşırdı tanımadığım yüzüyle
küçük bir çocuk tüm korkularıyla...

sen susunca,
boyunca devrilirdi cümleler...
karlı bir kış gecesinde sanki yorulmuş
çömelen bir ihtiyar düş gibi,
sönerdi sokağın lambası birden titreyerekten...

sen susunca,
boyunca devrilirdi cümleler...
fıratın soğuk suyuna soyunan sıcak bir günah gibi,
terlerdi dam çatı ucundan sarkıt sarkıt buzdan hançerler,
damla damla avuçlara
satır satır kağıtlara saplanırdı türküler..
gazoza leblebi gülüşler kadar çocuktu
sedef işlemeli kağıtlara satırlar...

sen susunca,
boyunca devrilirdi cümleler...
soba üstüne cız cız düşen yağmurlar,
odaya buğulanırdı sessizce saklanıp duvarlara...
sobelemeye üşenen üşüyen rüzgarın köpekleri,
kendilerine sarılırdı karlı toprağın koynuna sokulup...

sen susunca,
boyunca devrilirdi cümleler...
kefensiz yere düşerdi bedeni terkeden sözler...
cenazesiz düşler kaldırılırdı tabut tabut,
kapanan gözlerin omuzlarında...

sen susunca,
boyunca devrilirdi cümleler...
sen ahret düşerdin avucuna
ben yas boyanırdım geceye...

sen susunca,
boyunca devrilirdi cümleler...
satır başlarında her yıl yılmadan dua edilirdi...

mümkün olmayan için...



ROMEO & JULIET WILLIAM SHAKESPEARE...bu adama ve bu oyuna kafa tutmak gayemiz...elbetteki kolay değil,hemde hiç...belki mümkün değil söylediğin gibi...ama biz mümkün olmayan için yola çıkacağız gerekirse...yolda ölmekte eğer senin için önemli bir netice ise...mümkün olmayan için mısralar dökeceğiz karşılıklı...

Oyunda, Romeo gittiği bir baloda görmüş olduğu Juliet e aşık olur. Romeo da Juliet için gecenin içinde bir gün ışığıdır. Birbirleri için umut ışığı olan bu iki kişi birbirlerine aşık olurlar. Ve Romeo Juliet ten söz ederken şöyle der;

"Tüm göklerin en güzel yıldızlarından ikisi,
Yalvarıyorlar onun gözlerine işleri olduğundan:
Biz dönünceye dek siz parıldayın diye.
Gözleri gökte olsaydı, yıldızlar da onun yüzünde;
Utandırırdı yıldızları yanaklarının parlaklığı,
Gün ışığının kandili utandırdığı gibi tıpkı."

Juliet te Romeo yu beklerken geceye şöyle der;

"Bana Romeo mu ver; sonra öldüğünde
Al da küçük yıldızlara böl onu;
Onlar göğün yüzünü öyle bir süsleyecektir ki,
Bütün dünya gönül verip geceye,
Tapmayacaktır artık o muhteşem güneşe."

Romeo ve Juliet in birbirlerine çeşit çeşit ışık imgeleriyle seslenmelerinin sebebi ışık özlemleri ve oyun boyunca beraber oldukları sahnelerde ayrı ışıkta olmalarının sonucudur. Bu oyun yarı ışıkta kalmış ve gelecekleri olmayan genç aşıkların tragedyasıdır.

Romeo ve Juliet tragedyası, yüceltilmiş diline, romantik atmosferine karşın insan ilişkilerini gerçekçi bir anlayışla ortaya çıkaran büyük bir sahne şiiridir.

tek yapacağımız şiirimizi sahneye yazmak olacak...
korku ve kararsızlık her savaşın ilk adımlarıdır savaş meydanında...
umarım ikna edebilir yüreğin seni...

* bu arada yanlış anlaşılma olmasın,bu büyük ustaya saygım saygımız sonsuzdur,muhteşem bir şairdir ve kafa tutmak deyimi bir ironidir lütfen saygısızlık olarak anlaşılmasın...

düşlerimden düşürdüler geceyi...


düşlerimden düşürdüler geceyi...
geceden karanlığını çaldılar sanki sorgu sualsiz...
elele kopardılar yürekleri sıcacık sevdalarından,
hançer hançer kesip...
ağlatmadılar üzgün gözleri dahi,
yanağına düşrülmedi yağmur damlalarının gölgesi bile,
yağmurlara yasaklandı yağmak dahi...
kurusun dendi mezardaki çiçekleri bile...
bakışlar bulut bulut dağıldı...
ölüm gökte uçan maviye yatan bulutlar kadar bembeyazdı...
düşlerimden düşürdüler geceyi...
aldılar tüm alınamaz düşleri...
tütünsü rüyaları dudağımızdan yaktılar...
merhamet çiçeklerini çiğnediler geçtiler,
o zaman beri,
kırlarım yaza kar tutar...
yaşama kafa tutuşum ,kafasızlığımdan tutuşur...
palandöken yüce dağ,karlanır tepesi zaman zaman zamansız...
yaza beyaz takke zirvesi...
nice sevda türküsü,
güzellerin işvesi,
lav döker gözlerimden bu sebepsizliğimden bazen...
aynı yaranın yanık tenine tuz değdiğinden
alevlenir bazı sevdanın yanık gök yüzü...

düşlerimden düşürdüler geceyi...
sıcak çeliğe alev düşürüp hançerlediler dilimde her kor heceyi...
sebebi budur susuşumun uzun uzun...
dilimde yanık yas tutan yuvasından uçmayan sözlerim var...
sebep budur tuz düşen tende irkilişimin...
bir nedeni var,
gecenin yüzünü
göklerde yıldızı ayı,
suskunluğuma mayalayıp seyredişimin
bir nedeni var...

ben...zamanın gerçek yüzü,01:38

12 Ağustos 2010 Perşembe

üflediler yalanlarını koynumdan yüreğime...


en azından gerçek diye,
üflediler yalanlarını koynumdan yüreğime...
sarılası düşler iskelesinde,
beklettiler üşüyen bekleyişleri
yalan ninnileri ile...
avutulası masallar parkı gözlerim..
biraz ıslak kaldırımları,
ve su birikintisi bakışlardan akanların ışıltısı...

en azından gerçek diye,
üflediler yalanlarını koynumdan yüreğime...
anladım aslında verilen sözlerin ısıracağını,
ama sevgiye verdiğim sözden
sarıldım sımsıkı yılana vicdanımı...
üflediler,
utandım ,sönemedim...
kim gitse bizden,bekledim...
acaba arkasını bir an dönerler mi diye,
arkamı hiç dönmedim...
bırakıp gitmedim...
vazgeçmedim...
dönmeselerde hiç bir an bile,
hiç,vazgeçmeyi düşünmedim,belki dedim...
dönmedim...
bekledim...

yaz benimle...


yaz benimle...
ne zaman okusam seni,aynada buğulanır sanki satırlar,
cümleler...düşler...
sanki aynı zihinden tutuşturulmuş gibi pek çok şey...
yaz benimle...
bir şiir zor belki,
ama bir oyun mutlaka...
yaz benimle...
ilhan berk ile ece ayhan gibi...
yaz benimle ,bahar boyu kış boyu
yaz benimle...
dargın düşmeden hiç birbirimize...
belki çok kalabalık,
belki yapayalnız...
ters dönsede kavanozda o küçük balık...
yaz benimle...
içimizde su dışımızda dikenler ile,
yaz benimle, tükensin...
kış seninle, dolsun...
yaz benimle...

bir oyun yazıyorum...bir bayanın kalemine,bir dişinin sesine,nefesine,hislerine,düşünmesine ihtiyaç var kağıtlarda...tek başımada yazarım zorlasam biliyorum...yapmadım değil...aslında sevmem hiç yazdığıma başka bir kalemin dokunmasını ama ben kadar ben bir seninle daha kanlı canlı olucak sanki herşey...farklı ve güzel...yaz benimle...

yazar mısın benimle...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

susam yağmurlarından uçuyorum...


ardımdan deli diyen bakışlar sesleniyor omzuma dokunup...
belki yalan değil,haklılar...
neyim bilmiyorum...
bu dev makinanın bir vidası olamadım hala,
çarkında zamanın...
gülüşünün piminde ayarlıyorum akşamı sabahı günlerdir...
ne kadarda sahici oluyor boynumda ölüm,
bülbül şarkısından düşen sesin
kulağımın dallarına usulca konduğunda...

ardımdan deli diyen bakışlar sesleniyor omzuma dokunup...
belki yalan değil,haklılar...
kaybolduğum diyarlarda,
kimim sormuyorum...
yuvasız kanatlarımın uç uç konacak yerim yok yorgunluğunda,
yeşil yaprağın yüzüne başımı kaldırıp bakamıyorum...
vapur arkası simit parçaları tatilim...
susam yağmurlarından uçuyorum...
ve uç uç sırılsıklam ölüyorum...

ardımdan deli diyen bakışlar sesleniyor omzuma dokunup...
belki yalan değil,haklılar...
yurtsuzum belliki,delilerde almıyor aralarına beni...
tek başına bir deli...
yalanlar bile yalancı artık,
dürüst değiller belliki...
bir yalanı yalandan bile dinleyemiyorum...

bir deli bir yalana neden sarılsın ki...
denize düşen neyine sarılır...

dürüst yalanlar kahvesi...

10 Ağustos 2010 Salı

uyuyan güzel...


günaydın...
yoktunuz zaten hiç...
boşluğunuzda arıyordu ressamlar özleminizi...
günAyDIN...
küseceğim,
kırgın bir çiçek yaprağı gibi belliki bakır teldeki güneşe...
sonra saklanacağım bir kadının eteğinin altında,
serin gölgesine...
küçük bir çocukmuş gibi...
günaydın...
yoktunuz...
çiçeklerinizi hep ben suladım...
ardınızdakileri susuz bırakıp terketmişsiniz yaşamınızı...
döndüğünüzde aynı bulabilmeniz için herşeyi diye,
suladım yaşamanızı...
çiçekleriniz için...
balkondaki hayalleriniz için...
suladım düşlerinizi...
yok yok estafurullah,teşekkürlere lüzum yok...
isteyerek yağdık bulutumuzu...
isteyerek ıslandık bahçenizde...
isteyerek sırıl istemeyerek sıklam bıraktık tenimizde niyetimizi.
günaydın...
uykunuz derinmiş anladık...
maşallah,bütün mahalle ne çok bağırdık...
oysa sadece bahardık...
çıkmadınız pencerenize...
günaydın...
derin bir uykunun ardından ne kadarda güzelsiniz...
kıkırdıyor sardunyalar arkanızdan hatta...
hangisinin yaprağını okşayıp öpseniz,
iki kelam sohbet etseniz,kıskanıyor tüm saksılar onu,
hemde gün boyu...
günaydın...
masallardaki gibi tıpkı...
kanaviçelerinize işlerken kederinizi,
bir iğne ucunda batar size yüz yıllık uyku sanki...
ve kapanır ağırlaşıp gözleriniz...
nasıl yani diye sormayın şaşırıp,
doğru şimdi hatırladım,
sahi,değilmi,
sizi kan tutardı oysaki...

masal bakışların kirpik rüzgarlarında uçurtma uçuran sevda yaylalarından yürüdün mü sen hiç...
bulutlar adımlarının altına diz çöküp eğildi mi daha önce...
masallara kimsenin şaşırmadığı topraklar tanıdın mı sen...
ağaçlar akşam rüzgarlarıyla efil efil sohbet ettiler mi seninle...
kendini yepyeni bir masalın eski bir kahramanı gibi yaşadın mı,bir gün dahi olsada tanınmaz diyarlarında zihninin...
herşey bir rüya gibi gelir belki ilk seferde,alışamazsın uyanamamalara...hep rüyalarda kalmalara ama olur bu merak etme...
istemezsen söyle yüreğine...
adımlarına bir bilet uzağındasındır olsa olsa...
gözlerini açarsın bir anda,
herşeyi hatırlayaraktan,
ama gördüklerine anlam katamayan şaşkın bir suratla...
çehrenizde incecik bir gülümseyiş gerilir,köprüsü sıratın...
adımları karşınızdakine azap,saniyelerde tartılan günahı,
kesilen hükmü...
gülüşünün yoluna akan çeşmenin suyundan doldurup seni,
gözyaşını içmek suç mu...

uyuyan güzel...
uyu güzel...
yan güzel...
uyuyuşlara dayan güzel...
rüyalara yan güzel...

9 Ağustos 2010 Pazartesi

kelimelerimi vuruyor yüzün...


kelimelerimi vuruyor yüzün...
bakamıyorum...
sol yanıma göçen, göçmen kuşlarım düşüyor gamzende gölüne.
kağıdımda kırmızı kalem başlıklar kanıyor her satır başında.

kelimelerimi vuruyor yüzün...
bakamıyorum...
küçük bir göl kenarında iki nefeslik duraklarda,
düşüp ölüyor turnalanan sözler yolunda...
yüreğimden kalkan turnaların kağıdıma kanat yoludur,
kalemimde adımlanan oysa...

kelimelerimi vuruyor yüzün...
bakamıyorum...
düşümde bir ipte iki cambaz canpazarında...
uçuşuyor sözcükler ağzımdan boşluğa...
ve taş olup düşüyor mısralar sanki yerde biriken suya...
vurulan cümleler düşerken suyun dizlerine,
süzülüyor harflerin tüyleri kağıdın etrafına...
kan revan şiirler yurdunda...
kaçışıyor kalanlar korkuyla,
ve ışıldıyor uçuşan kanlar gök yüzünde tüm sıcağıyla...

kelimelerimi vuruyor yüzün...
bakamıyorum...
ne zaman keman çalınsa iran semalarında,
bir aç hırsızın eli kesilir süte karşı...
neye ne kadar aç olduğu sorulmadan hemde...
ne zaman keman çalsa iran semalarında,
güneş yağmurları siler gökte göğün yüzünü mendiliyle.
ve avuçlarım kanar lav kadar sıcak tavrında endişeyle...

oysa dedim ya, kelimelerimi vuruyor yüzün...
bir bağ sabahı gülümseyişinde,
dudağının bir tarafında sanki bir salkım üzüm,
diğerinde, ciseleyen yağmurdan damlayan bir damla hüzün...
gülsen harap yüreğin,
ağlasan şarap lekesi gömleğin...
tavrında aheste sarhoş adımlar üfleniyor dışarıya...
yukarı tükürsen yağmur,
aşağı baksan dizlerin titriyor...
yinede kelimelerimi vuruyor yüzün...
ve şiir kan kaybediyor...

alevlerim diz çöker avuçlarımda...


ömrü sökük, giydiğim kaderin terzi ellerinde sureti...
bıraksan bir dert,girişsen başka dert...
bir yağmur düşer gökten üstüme üstüme sonra,
ıslanır ceketimde cesaretim...
üşür iç cebimde korkularım...
bakışlarım tir tir titrer uzağında...
ayrı gayrı bakar boğazımda yakalarım,
iki yakası birbirine küs bir şehri soyunurum üzerimden
her gecenin batışında...
uykular haram,
rüyalar günah yokluğunda...

ömrü sökük, giydiğim kaderin terzi ellerinde sureti...
bıraksan bir dert,girişsen başka dert...
bir yağmur düşer gökten üstüme üstüme sonra,
ıslanır ceketimde cesaretim...
önce sol yanağıma bir damla tükürür bulutundan gök,
kalbime tuzak çabalarında...
bağırır çağırır yüzüme gök gürültülerinden şiddetini usulca...
fısıldar yüzüme bir şimşek ile tokat tokat sevdasını...
sonra toprağa düşen sularında çiçekler içer tasasını...
bir yağmur düşer gökten üstüme üstüme sonra,
ıslanır ceketimde cesaretim...
düşer yüzüme yağmurundan ıslanan bir yalnızlık,sen ardından.
ve yağmur düştüğünde yüzüme,
alevlerim diz çöker avuçlarımda...
teslim olur ateşim dumanına...
küçülür yangınlar...
saklayamam yangınlarını daha fazla içimde...

bir yağmur düşer gökten üstüme üstüme sonra,
ıslanır ceketimde cesaretim...
kaybolur yüzünde, buharlaşıp dikilemez sökük suretim...
kaydolur uçuşan bir duman gibi göğümde kifayetsiz esir kalbim,
yapayalnız ve yetim...

adı rüya olur...


aç sabahlar doğuyor pencereden düşlerime...
gücüme gitmez inan...
doğan güneşi söndüremez bilirim hiçbir ağlayış...
susuz kalır yağmurlar dahi bulut dudaklarında...
susarım bu sebepten sebepsiz umutsuz...
kararan gecelerde karalar bağlamam ardından...
bembeyaz olur gezerim boş sokaklarını beş sularının..

aç sabahlar doğuyor pencereden düşlerime...
gücüme gitmez inan...
ama küsmüş kalem kurşununa kağıdına...
ben bir tek bunu anlamam...
cümleler susarsa eğer kağıtlar neyi bağıracak düşünsene..
yazdığını okuyan olmazsa ne işe yarar ki dokunan
kilimler ve keder desenli mektup halılar...
anlamlarında anlayıp seni,seninle susmayacaksa sessizce
geceler neye yarar...
ve geceler neye yarayacak...
gün ışığı dağların arasından şafak vakti
usul usul kanayacak...

aç sabahlar doğuyor pencereden düşlerime...
gücüme gitmez inan...
genlerime hükmün düşmüşken bu kadar,
gök gürlese sel yağsa neye yarar...
mektuplarını toplasan,
şarkılarını istesen kaç yazar...
paslı bir demir tadında dilimde kanlı cümleler,
kağıtlara dokunur, satırlara işlenir ilmek ilmek...
ve yürünür yollar,
düşmeye ramak kala kendini çektiğin sallanışlardan mana bulup.
süzülür yağmurlar teninde...
en temiz su dudağından düşen olur sonra...
adı yaz yağmuru olur...
ve aşka inanılmaz hala hiçbir koşulda...
çünkü yürek basit bir pompadır etten kemikten nadaslı tarlamızda.
susulası susayışlarda kefenler ıslak olur...
düşler sisli açar çiçeklerini türlü oyunlarla zihnine...
kokusu yalan olur dilinde...
adı rüya olur...
tadı kabus saatlerde...

5 Ağustos 2010 Perşembe

Şahi ...


yıkılmaz duvarlarımın ardına ne zaman saklansam rahattım,
hiçbir top yıkamazdı oysa,
bu dağ gibi önümde uzanan duvarlarımı göğsümde...
ne zaman ki gözlerim kapandı usuldan bir nezaketle,
nasılda dövdü kulağımdan yüreğimi o şahi sesiniz...
yıkıldım...
dayanmak ne mümkündü...
dizlerimin üzerinde bir harebe olarak,
yıkıldım önünüzde toz be köz.çaresizce..
tenimde teslimiyetimin beyaz bayrakları sallanıyordu
yüzünüze karşı...
lakin ben açılmak istemeyen gözlerimin ardında,
sesinizle dahada yağmalanmak istiyordum ,
acıdan zevk alan günahkar bir tavırla...
biraz kör ve biraz toz kaplı şekilde,
yıkık idim karşınızda...
teslim bedenimde sesinizce vurulmak için son bir kez daha
ALLAHIMA dualar ediyordum...

sesinizle dahada yağmalanmak istiyordum...
baştan inşa etmeniz için beni,
kendimi size teslim ediyordum...
usulca size yıkılmak istiyordum...

bir serinliğe sarılır yalnızlık sonra camında...


bir londra yağmuru düşüp hızlanır bir anda...
aslında londranın çok uzağında...
bir serinliğe sarılır yalnızlık sonra camında...
ne kadar kaçsanda , ne kadar düştüğündür içine bu panorama...
da vinci'nin boyadığı gözlerinde kaçmak ,
kısacık bir kaçamamaktır aslında
kibritçi kızın yaktığı kibrit kadarki yalnızlığında,
işaret parmağının ucunu yakan zaman...
aslında yağmurdan koşup,ıslaklığından kaçamazsın...
aslında yağmurdan düşüp,bulutundan kederini toplayamazsın...
bir londra yağmuru düşüp hızlanır bir anda...
bir serinliğe sarılır yalnızlık camında...
ne kadar kaçsanda ,kaçanlara yinede asla kızamazsın...
ıslansada yağmurda tüm hepsi umutların,
ters çevirip kutuyu tüm kibritleri boşaltıp
başlamamış bu küçük yangınları bir türlü atamazsın...
tutuşur ıslaklığın göğsünde düşen yağmur damlalarıyla ıslanıp...
üşür avuçlarındaki yorgun karartısıyla sönmüş bu koca yangının cesedi, ellerinin içindeki yolların çizgilerine istemeden gömülen karınca yürüyüşlerin mezarlarında...ıslak bir pişmanlık kurur geceden sonra, serin rüzgarıyla yüreğinin esintisinde...

aslı ne düşerki sahtelenmiş gölgelere sahip çıkan bedenlerin,
aslında gölgesi ağırlaşan
lakin hafiflediğini sanan kollarında,düşen zaman...
kimle öpüşse sardunyalar
o renk yumurtlar dalgaların sesinin ardına saklanıp,
henüz büyümemiş sardalyalar...
kollarında rengarenk dönüyor diye akrep ile yelkovan,
kendini ressamlar kadar güzel gülüyor zanneden
zavallıya beş kala inip yürüyen insanlar...
oysa tüm saatler yalan...

oysa ne renk olursa olsun ,
tüm saatler aslında yalan;
sessizce ölüp kimsesiz gömüldüğün zaman...
kolunda hep takılan prangan,
hani şu gün boyu teninde zamanı sayan...
sen ise teninde aslında hep yayan...

4 Ağustos 2010 Çarşamba

ve dey ayı düşer takvime yapraktan...


ve dey ayı düşer takvime yapraktan...
uzar mı uzar gece karanlığının elinden tutup sonra...
karpuz karpuz sulanır tatlı gözleriyle kızların yüreği...
çekirdekleri düşer avuçlarından zarflarına mektupların,
kurur satırlar güneş ıslanır...
elma yanaklı yavuklularını koklar geceden delikanlılar...
gilan'da ceylan derili kurtlar şiirlerini ulurlar uzun uzun...
mısralar düşer her evin kapısı önüne,
bitmeyen gecenin koynuna düşüp...
ve dey ayı düşer takvime yapraktan...
o kadar uzundur ki gecede ay,
çekilen kederden bayılır
acıdan sevdalı yaralarıyla,
tüm sevdalılar...
gök yarılır mısralar düşer zaman zaman,
ve kağıdı yok kazınamaz eşsiz sözlerdir aslında
kayıp giden ellerden ,zaman...
bab-üs saade kapanır yüzümüze sormadan bir an...
gök karanlık,
güneş korkak kaçak bakışır gözümüzle...
kerpiçimize hançer,
düşümüze gem
üşüyüşümüze har takılamaz bizim...
ve dey ayı düşer takvime yapraktan...
oysa kapının önünde kapısız kalan,
çökmüş kimsesiz çömeliştir çocukluk cebimizde...
ve bitap düşmüş yorgunluğun adıdır uyumak heybemizde...
gözlerimiz kapanmaz zincir vurulsada gecemizde düşlerimize...
sözler erir mum damlalarından kenarlarına usul usul,
türküler söner ışıl ışıl
uyuyan közüne yastık eve vuran söğüt gölgelerinde...
ve güneş ölür kan kızıl gökyüzünde son nefesinde...
ve dey ayı düşer takvime yapraktan...
mevsim mezar olur yüzümüze topraktan...