30 Eylül 2010 Perşembe

azıkmış meğer...

y(azık)mış meğer...

yaprağı kadın şehrin çocukları...

sigaranın alevinde yanıyordu tüm pişman çığlıkları...
içine düşebilsin diye dumanın hazalı,
öldürüyordu kuma gömüp çölde onları,
katil ruhlu nasır elleri ile masum maskeli babaları...

ve yaprağı kadın şehrin çocukları,
yetim yanıyordu dumanlarıyla başbaşa tüm sigaraları...
sigaranın alevinde yanıyordu tüm pişman çığlıkları...

ve sen,
oysa sen,
dudaklarını sımsıkı kapatıp susturuyordun içini...
bıraksan da senden zaten uçmayacak mısralarını kafesliyordun.
gök yüzünü esarete teslim ediyordun boş yere...
yağmurları bardağa kelepçeliyordun...

ve bir gün gelecek uzaklardan bir yerlerden çıkagelip,
yanımdan geçip gideceksin farketmeden öylece biliyorum,
ellerim yansada cıss demeyeceksin dönüp çocuk kalbime...

düşler düştüler...

düş sen mi,düşsen mi bilemedim...
düşler düştüler...
yanağımdan düşüp,
avuçlarıma üşüştüler...
zaten hep düştüler...
düşüp düşüp, gittiler...

tütmeSEN...


yak(laş)samda duman tütme sen...
sessizliğine yan gecende en çok...
yaprak yaprak dökülsün duman kağıdına,
sen kağıdından süpürüp cebine gizle sisli mısralarını.
ve unutma sakın,
birkaç duvar ötemde sen varsan eğer,
küllerimi bir martı çalıp yemiştir çoktan...
beni bir simit parçasına değişsin o zaman,
vapur arkasından koşturan o çocuk kuşların
tüm hırçın çığlıkları...

bu vapurun gerçek saati: 23:20

24 Eylül 2010 Cuma

nefesince harlanan tütün çıtırtısı bir zaman...


gece,kulağımda terkettiğin nefesince harlanan tütün çıtırtısı,
öyle bir zaman...
gözlerimde,avuçlarına vuran ısırılmış ay'ın dereye vuran şırıltısı.
gökyüzümde parmak izlerin asılı.
yağmurundan kurusun diye saçlarına üflediğim bir rüzgar,
dudağımdan yüzüne esen her şiir...
ve şiirim lodos...
bad-ı debur esen yüreği üşüten,
nebatata zarar tüm günahlar...
şiirim coğrafya dersinde aynadan yansıyan,
şiirim dalgakıran...

* sabaha demir alan balıkçı kahvesi...

umudu ölümün rengiyle boyadım...


SEVGİLİM,
BEN,
umudu ölümün rengiyle boyadım...
kalp atışlarında vazgeçtim tüm kırmızılardan...
ve paleti sol avcumun coğrafyasıydı bu resmin...
bir türlü beyazı umuda karmayı başaramadım...
karamadım karların rengini gülümseyişlerinkine...
kenarları kırık bir bardak kenarıydı yaşam dudağımda,
kanlı bir tat vardı bu yüzden
dilimden düşen her damlasında mısraların...
sessiz bir tehditti kesikten yanan sızıya,akan kanıma her nefes.
şimdi tam şu an, gözlerimden eskiyor yarına doğru usul usul...
cebimde aylar öncesinin duaları eskiyor,
ve katlı kağıtların mahzeni ellerimin içi sanki...
biraz serin,biraz nemli...
küf kokusunda sessiz bir yalnızlığın bekleyişi bu...
elimde can çekişen hastane kağıtları...
kıçımın alabora sandalı şu ağaç altındaki yorgun ahşap bankları...
ve ben ,
umudu ölümün rengiyle boyadım...
mavisi kararırdı benim gökyüzümün bu sebepten öğlen vakti...
ama biliyordum hep...
senin mavin başka mavi,siyahın başka siyah...
benim umudum başka umut,siyahım başka kara...
aynı rengin binbir tonu gördüğüm...
güzüm başka güz,yazım başka yaz bundan ötürü...
sorma neden,bakma neden
çayın demine,tadına...
kömürün bilinmez öpüşü bu demliğinin sıcak elinde tutuşturduğu.
sorsan anlatılmaz,
yudumlasan kömürün dudaklarının tadı hançerde atsan çıkarılamaz.
yani ben ,
umudu ölümün rengiyle boyadım...
ben,ölü doğan çocukların kefen kokusuydum...
analarının koyunlarında ütülediği kumaşa sıcağıydım ağrılı karınlarında.
göz yaşlarından yıkanan bebe kokusuydum kovalarda kalan,
bir bebeğin ölü ama sıcacık teninden yıkanıp aşağılara akan...
belki ben ,
umudu ölümün rengiyle boyadım...
ve senin mavi gördüğüne ben karalarımı içten içe sakladım...

şu an boğazında yutkunduğun...


ardından kocaman bir şelale,bir çağlayan gibi
mısralar satırlar çağırabilecek dökecek
derin ve güçlü debisiyle
dağ başından eriyen buz gibi
genç bir su sanki bu satırların
dudaklarımın ardına saklanan sessiz okuyuşlarımda seni...

akıntıya karşı kulaç atmaktan vazgeçip
seni götüreceği yere teslim olmaya kendini bırakan
ve masum cümleleri öleceklerini bile bile
ölüme koşturan bir tutku bu
şiirlerinin dudaklarından dökülen...

dudaklarından damlayan nektarı yüreğinin bu şiirler...
kalbin zeytin yaprağı...
nadasa bıraktığın ağlamalarda kuruttuğun gözlerin...
mis gibi sabun kokan çocukluğumu kokan avuçların...
saçlarında denizcilerin örgüsü balıkçı ağların...
ve dev gemileri dahi limana bağlayan düğüm,
şu an boğazında yutkunduğun...


* ve bu dünya ,dökülen takvim yapraklarını yerlerde sarartan bir acımasızlığın terzisi, sevgilim.
kum saati fırtınalarında üşüyen koparılmış çöl çiçeklerinin mezarsızlığı takvimdeki bugüne ait zaman...
her saniyesi düşüş bir sonbahar tüm BU buzlanan gülüşlerimin...

23 Eylül 2010 Perşembe

basit ol salak adam...


basit ol salak adam.
su kadar renksiz ama herşeyden daha değerli.
beceremezsin biliyorum.
basit ol salak adam.
güneş ol.
doğuda doğ ve tek batında dokuz ölüm doğur.
yapamazsın biliyorum.
b(asit) ol salak adam.
yak önüne çıkan herşeyi yakabildiğin kadar.
başaramazsın biliyorum.
bas(it) ol salak adam.
önüne kemik niyetine birkaç mısra al ve yalan dur sadece.
duramazsın biliyorum.
senin ısırılmış kuduz bir yüreğin var.
bu yüzden ağzında köpürür şiirlerin.
ve insanlar korkar.


kıymık kadar güçlü bir cümleydi dilimize takılan,
belkide güneş misali tenimize biraz derince batan,
gece boyundan şafağına dek bir türlü çıkaramadığımız,
sızısına katlanıp koynuna uzandığımız,
düş gibi acılarımız var...

rüyaydı...bahçedeki ağaçta kocaman elmalar vardı...


rüyalarım uyuyakalmış rüya görüyorlardı sanki...
gerçekler rüyaydı...
rüyalar güyaydı...
bahçedeki ağaçta kocaman elmalar vardı,
ağacımda kocaman elmalarım vardı...
ama bahçe çöl misali yavan kara bir topraktı...
newton gibi uzandım altına ağacın sonra,
kafama düşecek elmayı havada yakalamaktı sanırım amacım...
yer çekimi kanununu tanımam kitaplardan ben,
çünkü elini sıkıp tanışmışlığım vardır bizzat kendisiyle,
küçükken tırmanıp düştüğüm ağaçlardan...
yağmurda yürürken ayakkabımın su aldığını kimseye söyleyemedim doğru...
zaten su dolu ayakkabı avaz avaz bağırırdı etrafa,
bana susmak kalırdı...
bazen delirmekten korkmuyorum,
saçma olurdu bu çünkü...
zaten deli olan delirmekten korksa tüm deliler ona deli derdi emin ol...
karanlığı seviyorum üzgünüm,
çünkü elimi tutar saklar beni beceremediğim her saklambaçta...
tüm dünyayı saklambaç oyununda o olduğu için yenebilirim sadece...
anlamak...
anlamak...
anlamak...
zaten bu dünyada bu zamana dek kim kimi anlayabilmişki gerçekten...
e o zaman,anlama telaşına düşmek neden...
anlaşılmama gayreti...
basit yaz isteği...
masal dinleyen küçük bir çocuk kadar teslim olabilsen keşke pinokyo yalanlarıma,
masum masallarıma...

bir varmış bir yokmuş,
bir lokma alıp etrafta koşturan küçük bir çocuk gibi...
evvel zaman içinde kalbur keder içinde,
develer kuş gibi uçar iken,

bir kurbağaya çıkmış aslan gibi kükre demiş asilden birisi,
etrafı kalabalık şövalyeleri ile...
şaşmış kalmış kurbağa...
vırrak demiş suyun derinlerine dalmış,
ne bu kaçmalar deli kurbağa,
ne bu anlaşılmama gayretin hayret doğrusu diye şaşırmış asil bakışlı.
kurbağa dahada derinlere dalmış...
sığda yüzsene anlayalım suda yüzen ne diye yinelemiş asilzade...
kurbağa dahada derinlere dalmış...
sanki ağır yaralı batan bir salmış...
kızmış bizim asil bu duruma biraz daha,
daha ağzını açmadan suya girmiş üç beş mızrak hızlıca...
kurbağa şaşkın girmiş bir taşın altına onu koruyan karanlıklara...
o gün bugündür anlar bizim kurbağa şunu :
aydınlık ki, pırıltılı reklamıdır ışıltılı sığların,
oysa sığın adı ölüm, yeşilden perdeli avuçlarında tüm kurbağaların...

* masal bitmeden uyuya kalan çocukların masalıdır oysa tüm derinlere yüzen şiirler...bunun bir masal olduğunu,masalların aslında üzerine bir parça mandalin reçeli sürülmüş yalanlar olduğunu bilir bütün dinleyen çocuklar...ağızlarında bir parça tatlı bir tad ile rüyalarına koşabilmek için katlanırlar herşeye...

21 Eylül 2010 Salı

soru(n) .. .


sorusu olan var mı ?

soru(n) var hakim bey ;

- tartılabilir mi yüreğinden sevginin sıcaklığı,beyninden tutkuyla kaynatıp demlediğin aşk ve ruhunda tutuşan hasret ?
aşk ne ki ,çakmakta kıvılcım taşlarından çakan ateş mi, terazide tartılabilen bir ticaret mi ...çiçeğin yaprağında kırmızı mı yoksa gözlerde düşlerin rengi...söyle hangisi ?

insan ,tanımını bilmediği bir olguyu reddedebilir mi ? hemde tanışıp,kendinde yeniden tanımlamadan...

bu cevabı olmayan bir soru(n) ,sana açık olmayan kapalı ağızlı ceketinin cebinde...

16 Eylül 2010 Perşembe

b(ay)rak...


gökte; bir önceki yazımızdan koşup üzerimize,üzerimizde umudun kararan mavisinde yapayalnız bir resim,bayrağı diye çekiliyordu gönderemize...ve bize sessizce dalgalanmak kalıyordu gözlerinizde...

demek dilinde kül bitiyor sessizden...

demek dilinde kül bitiyor sessizden...
ağzını açsan bir dert,
açmasan derinden soğuk bir nefes düşer yanağından içine..
demek dilinde kül bitiyor sessizden...
içinden okuyorsun eminim kıvırdığın sayfaları...
zaten ne zaman haykırıyorsun ki sustuğun anlarını...
demek dilinde kül bitiyor ha sessizden...
nazlanıyor mu çevirdiğin sayfaları çevrilmelere...
okumasan bir dert,
okusan kaç bin...
kimbilir belkide in in bitmez bir indir bu,
kararan,bitap gözlerinde...
ağlasan su,ağlamasan koca bir çöl ıslanır sözlerinde...
demek dilinde kül bitiyor sessizden...
sevinirim bir sayfasının ucunda belki beni kıvırırsın diye,
karşılaşır biz bilmeden yada,
istemeden sol gözümüzden sıcacıkken kayıp,
aynı mısraların noktasına,üşüyüp buz olup düşen
içi dolu bir damla yaş belkide...
sayfanın alt köşesi kendiliğinden kıvrılır kuruyunca keder el ki şimdide.
kimbilir...kim daha çok anlıyor dünü...
kim daha çok susuyor onu...
demek dilinde kül bitiyor sessizden...
şimdi kül'e bakışlarının sıcak suyunu döksen bir dert,
yüreğinden kararan dertli nefesi üflesen bambaşka...
yada bamb/aşka...

* usta'nın denizinde çıktığın bu yolda teknene ve açılan yelkene başarılar dileriz ey yolcu,lakin ustanın suyu soğuk ve sarp,rüzgarı bıçak,yalnızlığı dipsiz bir karanlıktır...bu yolda döktüğün gözyaşında ısınmanı,avuçlarındaki kuruyan çorak ipek mendilinde kurulanmanı ve yalnızlığında karşılaşacağın seni şaşırtacak olan gülüşlerinin mum ışığında aydınlanıp yola devam etmeni dileriz...yolun arkadaşın olsun,ve her adımının yolda bıraktığı ayak izin bu dua olsun...amin.

* ben;Benim Ben...03.05

geçmiş olsun kurşun asker...yüreği kurşundan asker...


geçmiş olsun kurşun asker...
yorulmuşsun belli ki...
otur soluklan azıcık desem,
zaman az der üflediğin nefes dudağından yüzüme esip
yanağımda bir eşiği yalayıp,
gamzeye düşüp...
geçmiş olsun kurşun asker...
yüreği kurşundan asker...
neye savaş verirsin bilmeyiz olsun,
sana destek dualarımız da siperin onlarca aminle dolsun...
köyümüz saman kağıt önümüzde gecesi gündüzü ile,
kurşundan kalemin bize ağıt gecesiyle,
gündüzü dağıt her hecesiyle,
geçmiş olsun kurşun asker...
yüreği kurşundan asker...
kalemi yüreğinden kurşun asker...

* çabuk iyileş şampiyon,satırlar seni özleyen kuzgunu besler,mısralar genç koçanında çiğ mısır tanesi,belli belirsiz radyo sesi rüzgar kulağımızda,gökte gök eksik,yüzünde bulut öksüz,yokluğundan yetim ıslanan üzerinde şu yağmur,ve bitmesi yakın bir mum alevi dalgalanan sesinde bu korkuluk,ve dinmez asla yokluk...yokluk...
durma çabuk iyileş şampiyon,unutma ki,boyunlarından eğik harflerin seni özler...


zamanın suları:02.27

14 Eylül 2010 Salı

gece uçan uçan balonuna yanan çocuk...


gece uçan, uçan balonuna yanan çocuk...
kelebek kadar ömrünü kapatsa odasına öylece,
tavanda o hep seni bekleyecek sanan çocuk...
dört duvarına hapsetse günü boyu onu,
sabaha karşı kırılmış kanatları ile yerde son nefes sürünse balonu,
üzülen çocuk...
büyümezsin sen çocuk...
ah çocuk...
çocuk...,
hep çocuk,
ama hep çocuk...

by B.B.

10 Eylül 2010 Cuma

aŞk...


aşk...
ne kadarda zor bir yumak aslında...
en sevdiği oyun olmasına rağmen kedinin,
o dahi ne kadarda uzak o yumağa...
aşk...
ne kadarda keskin bir keder aslında...
dokunsan keser yüreğini sanki bir kağıtmış gibi...
geriye kan revan bir yürek miras kalır eline...
atsan atamaz,sarsan saramazsın sızıdan...
aşk...
dikenli bir tel ile bağlanan sanki ruhuna...
tenine gülde dikenmişcesine gururla batan...
her acıda dahada sıkı sarıldığın bilinmez ki neden.
aşk...
sızıda haram...
tende cezan...
sabahında ezan gibi yüreğine korkuyla usulca dokunan...
aşk...
savaş çığlıklarının arasında gülümseyen bir suskunluk sabaha dek sanki.
yüzde akşam güneşi...
tanımda susmak,
tadında tüm tadları asmak d(ar) ağacına...
aşk...

9 Eylül 2010 Perşembe

yasak meyve...


elma mıydı peki ?
yeşil miydi...
yoksa kırmızı mıydı ?
göklerin kuşağı gibi rengarenk miydi oysa...
ekşi bir tad mı bırakmıştı ilk günah dilinizde,
tatlı mıydı bal kadar dudağınızda kıvranan bir damlacık suyu ile acaba.
?
şekli dünyadaki elmalar gibi miydi yasak olanın...
bir kiraz kadar mıydı yoksa,
bir karpuz şeklinde miydi kutsal ağacının dalında...

peki kime daha çok günah tartmıştı cennetin terazisi,
ilk günah,
dalından koparıldığı anda .. .

?
kimbilir...
kiMbiLİr...
ilk günah acaba kimdir .. .
ilk gün(ah) ah ettiğimiz ilk günmüdür avuçlarımızda doğan yoksa?
kimbilir...

* hergün bayram adama ,düşünceler doğar her sabah.
kaç sularındayız;15.57

8 Eylül 2010 Çarşamba

adı kül'den...


* bir ilhan berk kitabı düşüyor sonra önüme aniden;sene bindokuzyüzyetmişsekizden.adı kül'den... diyor ki usulca eğilip sayfalarının hışırtısıyla kulağıma :

Yavaş yavaş geçtim kalabalıkların arasından
bir deniz çarpması gibi çoğalta çoğalta geçen
geçtiği yeri
yavaş yavaş çıktım içimden. Dokundum
yavaş yavaş acıya, kuvarsa, şiire
yavaş yavaş tarttım suyu, anladım nedir ağırlık
kokular
coğrafya.
Eğildim sonra gövdeyi tanıdım ve düzenini
gördüm sessizliğin dümdüzlüğünü
gördüm yinelemedi gördüğüm hiçbir şey
böyle yavaş yavaş geçtim insandan insana
insanlaştırdım yavaş yavaş dışımı
böyle karıştım kalabalıklara
kalabalıklaştım böylece.

buda İlhan Berk'ten...

üşüyen bir ölüm bu ellerinden yavaşça kayan.. .


her ısırışım bir damla kan bırakır yarasının kenarından akıp,
haracına esir bir sıcaklık son bulur soğuğun koynuna düşüp.
her bakışım kan kaybı...
üşüyen bir ölüm bu ellerinden yavaşça kayan,
titreyen dudaklarında moraran ıslak bir böğürtlen gibi
çabucak tükenecek şu zaman...
her an,suskunluğunun limanına demirleyen bir sandal yüzünde.
ve çarşaf gibi bir gece denizin üzerinde,şu gözlerindeki sır.
toprak bir testide buz gibi kokan,
ve soğukluğu kokusunda ıslanan,
bu topraktan pişme cam kadar kırılgan şehir.
yumruğumda köy ocakları alevlenir...
her duruşum volkan kininde zehir.. .
içten içe duman bir yangın bu...
yandığını göremiyor asla bu şehir.
gece kadar karanlık şu yangın.
her düşüşümde gözlerin zindanına,ellerimde sızılı bir tan
ve düşlerimde,gurbette seni özleyen hüzün kokulu bir yan ağarır...
ah aahh,bir bilsen sessizlik içimde nasılda bağırır...
yüzümde simsiyah bir yalan bu an
ve üzerinde beyaz bir tüy dolanır...

7 Eylül 2010 Salı

he(lal) olsun...

dünlerimden günlerim ütopyam oldu şimdi...

- bugün günlerden ne acaba ?
- dün...bugün günlerden dün efendim.
- hmmm.peki yarın günlerden ne o zaman ?
- haha bunu sormanız garip efendim,yani bugünü öğrendiğinizde aslında ikinci sorunuzda doğal olarak cevaplanmış oluyor.
- kusura bakma ukala takvim yaprağı,cevabın aklımı karıştırdığı için soruyorum aslında sana yarını.cevaba bakıp bugünü tanımlayacağım...
- dün efendim.yarın günlerden dün olacak.umarım yardımcı olmuştur bu cevap size.
- of çok konuştun takvim yaprağı sen.düş artık duvarda asılı olduğun yerden.ömrün,zamanından taştı çoktan.terket şu anı artık.
- peki efendim.hakkınızı helal ediniz lütfen.

- he(lal) olsun...helal.

* bin akıllının çıkaramayacağı taşı,taşlar arasından bulma çabasında...
kaç sularındayız ; 03.36

Leyla .. .



Bir sabah çıksam kaybolsam
Dönmesem kalsam anılarda
Belki bir sevda türküsünde vurulurdum
Gel künyemi al dağlardan

Aşk nedir söyle, kayboldum
Belki bir düşte unutulmak
Her sabah bir dev masalında uyanınca
Hep çocuk kalmak kurtulmak

Kar yağıyor bu gece
Öyle beyaz ki şehir
Anlamak bir ömür sürer
Hayat niye kirlenir

Karlı bir gece sen buldun
Kaldırımlarda kalbimi
Al götür rüzgarlara savur, hadi durma
Ver benim eski yarimi

Ben kimim söyle kayboldum
Dönmedim kaldım anılarda
Her sabah bir çöl masalında uyanırdım
Belkide yanlış bir leyla...

Ezginin Günlüğü – Leyla

radyoda kısılmış tozlu bir ses ile kulağımda bir armağandı sanki zaman...
bana yalnız, elime dökülen çöl tanelerini usulca üflemek kaldı...
ve zaman, ellerimden uçup gitti...

4 Eylül 2010 Cumartesi

dalından geriye birkaç ahşap parçası kalmadıysa eğer...


sandalından geriye birkaç ahşap parçası kalmadıysa eğer...
doğrudur söylediklerin elbet araf'ta asılı kalana...
adı sonbahar bu iç denizin içimde,
gök yüzün bir okyanus çöl rengi yüzümde...
kaptana verilmez yalnızca sandallar,
ve pişman ahşaptan kayıklar...
öyleyse eğer,
sarhoşlar sallanan kürekleriyle sandallarda neyi arar...
düşlerinin kaptanıdır onlar belkide...
yada düşüşlerinin...
sandaldan geriye birkaç ahşap parçası kalmadıysa eğer...
doğrudur söylediklerin elbet araf'ta asılı kalana...
oysaki idamından korkmaz hiçbir şair...
zaten daha kalemi kırdığında hakim,
ölmüştür şiiri kefen sayıp kağıdında gömülerek her masum,mısralarına dair...
denizden korkmaz hiçbir sandal,
ne dalgadan ne yağmurdan alınmaz asla...
söyledim ya denizden korkmaz hiçbir sandal,
korkanların adı sandalyadır sallananından belkide...
liman şehrinse eğer ,
benim olacaksın diyemez hiçbir rota,hiçbir ağaç,
hiçbir pusula,hiçbir kürek.
dağılır usulca orada sorgu sualsiz kor binlerce yürek...
ip çözülür boyna düşer ilmek ilmek...
neye yarar ki o an dünyayı almış olsada koynuna,
avucunda koca bir yara ile tüm dünyayı bilmek...
sürgün işte o anda başlar ilk adımda yada ilk kulacında daha,
yangın yangın yanıp buz gibi düşüp suya gidebilmek...

dağla beni sevgilim...


dağla beni sevgilim...

yak tenimde tüm hatıraları zihnimden çalıp...

savur anıların küllerini boğaza karşı boğazımdan alıp...

dağla beni sevgilim...

haykıran çıglıkların yanan acılarında bak gözlerime...

ve su toplayan tüm kederlerimize inat,

kurusun dudaklarımız,

susuzluklardan düşüp ellerimize...

üzerime kırılır ibaresi bir etiket yapıştırdım bugün...


üzerime kırılır ibaresi bir etiket yapıştırdım bugün...
tıpkı kargodaki bir paket gibi...
içimde cam vazolardan bir dünya varmışcasına...
birkaçı çatlamışcasına...
üzerime kırılır ibaresi bir etiket yapıştırdım bugün...
tıpkı kargodaki bir paket gibi...
paslanmaz çelik bir bıçağın paslandığı,
kırılmaz zincirlerin tuzla buz olduğu,
parçalanmaz atomun paramparça edildiği zamanlardan,
geldiğimizi unutmadan...
üzerime kırılır ibaresi bir etiket yapıştırdım bugün...
tıpkı kargodaki bir paket gibi...
tabutum kartondan,
kalbim camdanmış gibi,
kırıldım bugün...

torbalar dolusu sakladım seni içimin sandığına...


torbalar dolusu sakladım seni içimin sandığına...
çuval çuval biriktirdim seni rüyalarımda...
uykular harman yeri...
geceler yaşamak...
ambarımda arpa boyu gülüşlerin ekmek...
ahşap kilerimde tozlu bir toprak kokusu,
seni hatrımdaki rüyalarımda görmek...
hoşgeldin yüzüme gülmek...
boş odada tarlamdır,senelerdir günlüğüm...
geceler hüküm tokmağı...
geceler idam yeri...
damla damla topladım tüm suçlu yaşları gözlerimden,
esir zindan şişelerin camdan soğukluğuna kapattım,
bütün katil ağlayışlarımı...
ölüme mahkumdur gözyaşlarım göz kapaklarımın ardında,
özgürlük yalan bakışların ardında...
ölüme mahkumdur tüm ağlamalar gözlerimden...
demir parmaklıklara dokunur gibi üşür,
yaşlar kirpiklere dokunduğu yerde...
artık müebbet mahkumdur tüm hıçkırıklar boğazımda,
yanağımdaki sokakta genç bir gülüşü vurduktan sonra...
sokağa çıkmaz oldu o günden bu yana gülüşler saklı gonca,
o günden sonra yüzümde kim gülse,
gamzeme birkaç damla yaş dua dua çiçek koyar,
ağlasam,titreyen bir gülümsemeden hıçkırıklara kurşun yağar.
gamzeme sıcak bir intikamdan kan dolar...
ve susar yüzümde tüm kurşunlar...

koşuyor işte herşey sana dört nala...


koşuyor işte herşey sana dört nala...
şimşekler göklere,
yağmurlar yerlere,
başım düşer yastığa...
gözler kapanır kimbilir belkide boşluğa...
ama koşuyor işte herşey sana dört nala...
biçare düşüyor gözlerden dökülenler sandığa...
limon çiçekleri güneşi kıskanıyor gökte,
kır çiçekleri göğü güneşte...
ne kadarda mavimsi yüzüne yansıyan deniz ,
allığı gökyüzün oysaki...
koşuyor işte herşey sana dört nala...
deniz atları uzanıyor uyuyup kumsala...
hepsinde bir yarış,
hipodromu saçlarının gecesi,
belkide bir telaşın endişesi kim bilecek ki...
saçına toka olabilmek için kuruyup,
güneşin kollarına kurban ediyorlar kendilerini,
mavi denizin hırçın atları gençliklerini...
koşuyor işte herşey sana dört nala...
nalsız dalgaların rüzgar kadar hızlı koşucuları onlar...
sessiz bir yarış bu dalgaların arasından koynuna koşan...
oysa kişnemeler ne kadarda oyunbozan...
ama koşuyor işte herşey sana dört nala...
saçlarında sahranın kumlarını döven dört nala bir deniz atı
can veriyor kuruyup...
arabın atı gibi çatlayana kadar koşuyor mısralar ardından,
susuz ve yorgun kalsada durmak istemeyen asla...
bitap ve biçare nefesler son nefes duası oluyor dilinde kağıdın...
kağıt ıslanıyor, dilin çölü susayınca rüzgarı...
avuçlarının ovasına ulaşınca yığılıp kalıyor şiir ellerinde...
şairi ölü cümlelerin yaslı sessizliğidir gecenin karanlığı,
suyu bir ölünün elleri kadar soğuk hayallerin kerpiç köyünde...

su gibi keder çekiyorum intiharlarıma...


ölüme dönen bir su degirmeniyim sanki
su gibi keder çekiyorum intiharlarıma...
güneye uçamayan bir leylek yaşıyor kalbimin çatısında
güneye uçmak istemeyen...
soguk kışın esiri olacak bu diyarlardan, birine aşık olan...
dalından kopmayan sararmış bir yaprak tutunuyor yüregimin dalında,
kopmak istemeyen...
düşmeye yanaşmayan...
güze teslim olmak istemeyen bir yaprak tutunuyor inatla gözlerime...
sepya bir mevsim akıyor gözlerimden adımlarıma...
ölüme dönen bir su degirmeniyim sanki
su gibi keder çekiyorum intiharlarıma...
düşsen düş değil,sussan su...
rüyalarım kına yakıyor yaşayamadıklarıma...
son nefes yeşil bir yapraktan düşüyor toprağına...
sırılsıklam yerler,yağmur kokusuyla toprak
örtülüyor üzerime tüm ağırlığıyla...
sel olsam düşemem dağlarımdan...
düş olsam sökemem önümdeki selviyi hışımla...
ölüme dönen bir su degirmeniyim sanki
su gibi keder çekiyorum intiharlarıma...
toz duman un uçuşuyor yüreğimin değirmen taşı odasında,
kuytu bir karanlıktan ışık sızıyor yüzüme.
hayalinden hüzmeler düşüyor gözlerimin sökük heybesine belkide.
avuçlarım buğday,yanağım mısır kokusuna uzanıyor...
özlüyorum seni...
taşlarım dönüyor hatıralarımı öğütmelere...
ve dilimde sözler ekmek ekmek pişiyor sabahlarıma...
ölüme dönen bir su degirmeniyim sanki
su gibi keder çekiyorum intiharlarıma...
dönüyor durmadan dilimde son dualarım,
ama rüzgar beni almıyor uğultusuna...
ölümün buğusuna adım düşmüyor camın toprak bakışlarında,
ve sessizliğim meneviş bakışlarında boğulmuyor bir türlü...
suçsuzluğum ,tek suçum diye düşüyor kayıtlara...
adım düşüyor başımdan yere,
yerde demirden bir sallantı titriyor...
kılıcın ılıklaşıyor tenimde,
kesiyor mu okşuyor mu bilinmez bir tavırda,
teslimiyet avcumda ölümü yakın küçük bir balık gibi kıvranıyor..
düşsem düş değil,sussam su...
ölüme dönen bir su degirmeniyim sanki
su gibi keder çekiyorum intiharlarıma...
çekilir dert değil deremden,çilesi çalınmaz bir türkü bu köyümden.
vursam mızrap kırık,cevizden kovam delik...
sorsam yaptıklarım dillerde hep delilik,hep delilik...
bıraksam ruhumu salsam azadına,
düştüğümün adı ceset,
yaşasam avcumun ateşinde dövülüyor koru koruna bir nefret...
düşsem düş değil,sussam su...
ölsem öl değil,gülsem gül...
usulca kıvrılıyor koynumdan yüreğimin köyüne,
bir dere işte tam şurada...
ölüme dönen bir su degirmeniyim sanki burada,
ve su gibi keder çekiyorum intiharlarıma...
inancım ayağımda paslı bir pıranga...
kırsam kır değil,koşsam koş değil...
atım geminin esaretinde susuyor tüm şiirlerini...
yaylamdan koşup tutsam bir hayali,
sağsam sağ değil,sorsam sor...
hayalin al değil,sorsam sar değil...
dedim ya ,usulca kıvrılıyor koynumdan yüreğimin köyüne,
bir dere işte tam şurada...
ölüme dönen bir su degirmeniyim sanki burada,
ve su gibi keder çekiyorum intiharlarıma...
neye yarar zate yaşamak,ölümse filizi gülün;
ölsem öl değil,gülsem gül değil yüzünden ayrı kalmak...

kör bakışları seçim olan adamın gözlerinde...


gitmek,gitmektir sadece bazen...çekip gitmek değildir,kaçmak hiç değildir anlamı bazı zamanlar...gitmek,gitmektir sadece bazen...kırıntıları parmak uçlarından toplayıp bir ekmek yapmayı karıncalardan öğrendiysen küçükken,yetinmek demek değil, doyabilmektir kırıntılarlada o zaman herşeye rağmen;savaşmak,zaten budur yaşamak...

Ama gitmek,gitmektir sadece bazen...çekip gitmek değildir,kaçmak hiç değildir anlamı bazı zamanlar...uğruna göze alınsada herşey, kör bakışları seçim olan adamın gözlerinde kimi zaman...kaptanı henüz dönmemiş sandalın ipini çözer limandan insanoğlunun nefretin kınası yakılı elleri...istemesende gitmek,kalamazsın bazen seni korur sandığın limanda...çeker kolundan alır götürür seni açıklardan sana bakan yalancı dalgalar...küreksiz,kaptansız,kadersiz bırakırsın çaresizce kendini mavisi umut ,kendisi ölüm bu sonsuz zannettiğin sulara...istesende duramazsın...alır seni deniz...çeker açıktan koynuna usul usul...

gitmek,gitmektir sadece bazen...çekip gitmek değildir,kaçmak hiç değildir anlamı bazı zamanlar...gitmek,istemesende itmektir bazen yaşayan zamanı,ölmesin diye...öyle düşünürsün,öyle düşünmek istediğin için...büyüyememişsindir çünkü...fakat her saniyenin bir öncekinin kefeni olduğunu çok sonra anlarsın...

gitmek,gitmektir sadece bazen...kaçmak hiç değildir hatta kimi zaman;kim zaman...kimdir ki zaten zaman...

1 Eylül 2010 Çarşamba

monolog...


-elma ile bisiklet arasındaki fark nedir ?
-bunu anlamak için bisikleti ısırmanız gerekir...

johnny depp-arizona dream

adından sevdim bazı şiirleri...susuşundan bazısını...


KAR ALTINDA BİR SABAH

Ağzında yasın gülleri
tuğladan çocuklar döküyor
kar altında bir sabah
toprak kokuyor nefesi

Silmiş künyesini haritadan
taze bedenler yontuyor
kar altında bir sabah
kederin ve aşkın dülgeri

Ruj ve kelebek mimarisidir
geçmiş günlerden düşen alnına
kar altında bir sabah
erkenden aydınlanıyor kefeni

Bulutlar ve yaralı kuşlardan
serin mezarlıklara
kar altında bir sabah
gül ve rüzgardır yağan şimdi

Kim anlar şairlerden başka
çürüyüp solsa da şiirler
kar altında bir sabah
ölümün yüzündeki cevheri

Refik Durbaş...

RÜZGARA YAZDIM ADINI

Adını, vadilerin cemresinde
yolunu yitirmiş sulara yazdım
Saçlarına kırağı düşmüş ovalara
Göçmen kuşların konağı ovalara
Rüzgara yazdım bir de...

Seni o rüzgar getirdi bana

Gördüm seni bir daha
gençliğimin ilkçağının
gözleriyle gördüğüm gibi...

O yıllarda da böyle miydi
dudaklarının ve ağzının iklimi
kirpiklerinin karası
alnının serin serinliği
saçlarının ilkbaharı?

Yüreğimde aşkın ve yarası...

Yüreğim çarpardı

Ben çarpardım yüreğimi
çıkmaz ve ara sokaklara

Denizlerin tuzuna
gurbetlerin hüznüne
hüzünlerin sılasına...

Gözlerin,gözlerindi melhem
yüreğimin yarasına...

Alıp gitmek vardı seni o an
'Bana bir şiir oku' dediğinde

Alıp gitmeliydim seni...

Bedeni haritalardan silinmiş
bir park kanepesinde oturur
başımı omuzuna koyardım
sana şiirler okurdum

Senin şiirini okurdum

Gökyüzünün en karanlık gecesinden
en aydınlık yıldızını çalar
ve kalbinin üzerine koyardım

O yıldızın aydınlığı ile aydınlanırdı
senin geçmişin ve benim geleceğim

O yıldızın aydınlığıyla
sana sevdalar biçerdim
bana karasevdalar...

Sana sevinçler ve bana hüzünler...

Ah, geçmişimin hatırasından
hatırıma bir daha gelen sevgili

Kalbimin hangi kuytusunda
saklamalıyım şimdi seni?

Hangi vadilerin rüzgarına
yazmalıyım adını ve aşkını?

Hangi rüzgarın elvedasına...

Çık gel şimdi nasıl gelirsen gel
ben beklemedeyim

Bir telefonun sessiz teline
bir mektubun puluna değil
rüzgarlara yazdım adını...

Rüzgarla bekliyorum seni...

Refik Durbaş...


KUŞLAR DA ÖLÜR

Her sabah böyle ağlar mı Üsküdar
yoksul karanlığında kuşların
aşkın ve umudun bir de acının
rüzgarıyla uçarken bulutlar

Herkesten çok kendime yabancı
yaşadığımdan bir hayli yanlışsam
kim süzer gözlerimden ışığı
ölümü yüreğimde avlamışsam

Çalınsa da inancın alınteri
sessizlikle boğulsa da sesim
şafaklar yazacaktır kimliğini
ufkumu kuşatan denizlerin

Sabah olsun, giderim, sen kalırsın
kalır seninle, binlerce kuş cesedi
içimde sönmeyen o diri yangın
ve sessizliği özetlemek hüneri

Aydınlığından damlarken umutlar
zulmün ve kederin bir de acının
hala barınağıysa yalnızlığın
artık her sabah ağlasın Üsküdar

Refik Durbaş...

* ustamı, şiirlerin adından severim çoğu zaman...uzar gider çoğu zaman mısraları boğum boğum...bazı zamanda son nefes gibi kısacık biter şiiri dudağınızda üşümüş buz gibi...başucumda durur bazı zaman geceleri.uzanır sayfaları kıvrık ,kolları açık uyuyakalır yastığımın sol yanında...ve ben şiir ararım,mısra yürürüm onunla geceleri...kıskanılası bir kalemdir dili...adından sevdim bazı şiirleri...susuşundan bazısını...