29 Kasım 2010 Pazartesi

yas vakti...


yas vakti usta...
toplandı işte tepemizde kar bulutlar,
başımda yaş vakti geldi işte...

siyah nevresimi serdim yerdeki hasır'ıma,
rüyalarıma düştü taş vakti usta...

üzdüler bizi ustam,üzdüler...
gözümüzden yaşımızı yüzdüler...
bir kere bile sormadılar oysa ki,
bizi hançer hançer esip yüzümüzden kestiler...

yas vakti usta yas vakti,
üzdüler bizi ustam,üzdüler...
sanki yaprak düşlerime düşen güzdüler...

noktalarımı sessizce dinleyin...


madem ki korkağıyım bu kağıdın,bu kentin...
onu satır satır doğramayı bırakın,lokma lokma taşlamayı düşün,
cesur yangınınızla virgül'ümü elinden tutun,
ve noktalarımı sessizce dinleyin,kör sabahı gibi ay'ın...

bilmem bu hal ne olacak...


arzuhal eylesem deftere sığmaz,
omuzdan kesilmiş kolumuz bizim...

kefensiz kalacak ölümüz bizim...


Serdari halimiz böyle nolacak
Kısa çöp uzundan hakkın alacak
Mamurlar yıkılıp hey dost viran olacak
Akıbet alınır öcümüz bizim

aşık serdari...

külümü,külünüzle karıştırmayın...


doğrularım doğrunuz değil,yanlışlarım yanlışınız...
gördüklerim gördüğünüz değil,anladığınızı sandıklarınız anlattıklarım...
sesimi işitmiyorsanız dokunun omzuma çekinmeyin lütfen,
avazım çıktığı kadar yüzünüze yalvarayım...
anlatayım anlamak istediklerinizi...
duyurayım tüm duymak istediklerinizi...
ama lütfen,
külümü,külünüzle karıştırmayın...
külümü dumanıMdan dinleyin,kendi dumanıNızdan değil...

* istemeniz yeterliydi oysaki,sizinle yanmaya hazır yağmurlarımı tutuyordu avuçlarında bulutlar...

taş'a tutulan ellerimin kenti...


taş'a tutulan ellerimin kenti...
filistin'in yalnızlığı ceplerim...
cesareti delilik sayılan aslan yürekli çocukları...

çelişki mi...
yapma ne olursu'n...bari sen anlamayan olma...
yılların yazısı var oysa sağ kenarda...
ilki sonundakiyle aynı yolda...
çelişki mi...
yapma ne olursu'n...bari sen alnımda sıcak al boyası olma yüzümün...
vurma...

ne zevk alıyorsun ki bundan bilemedim...
yerden yere çarpılan sayılar,
yüzüme vurulan düz yazı makyajlı mısralar...
çelişki mi...
yapma ne olursu'n...bari sen köşedeki yalnızlığımda beni taşa tutma..

bu kaçıncı unuttum...
bu harp aşkı,bu savaş davulu noktaların uygun adım tanıklığı...
yaranı kanatan sen,tuz'un kahpeliği neden ben ;
anlayamadım...

bu kaçıncı unuttum...
şehrimi topa tutuşun gök yüzünden,barutundan merhameti söküşün...
duvarlarımı yağmalayan yüreğin neyi istiyor bilemedim,
oysa ki herşeyi bilen ben,cehaletin zırhı içinde kılıcımı yine çekemedim.
bilemedim neden...

unut tüm kitapları...
kitabı yok nefeslerimizin...
ve sayfası çevrilemez asla şiirlerin...
ayıracı gülüşün belki,nefrete sarılan çığlığın yada bulamadım...
cephanesi,pencerelere vuran sokak lambasının şavkı gözlerinin...
duvarlarımı dövme ey kumandan,
anlamaya çalış beni sadece...

yeter artık dur...
bitir savaşını benimle...
kendi cephenden bakma lütfen bu harb'e...
dinlemiyorsun beni hiç,ama hiç...etme...
kırmızı şapkalı ne ? lütfen küçülme...
masalı bin açıdan ikiye bölme...

saldırma bırak şu kendini yormaları göğüs kafesinden,
kalbini esir etme göğsün kafesine...

tek sen misin sanıyorsun YETER diye bağırmak haykırmak isteyen söyle.
bağırırken kağıdın yüzü gibi yırtılmak istiyorum hemde...
bu kaçıncı duvarlarımı topa tutuşun bilemedim...
halbuki herşeyi bilen ben,ne oldu ki acaba bana...

yapma,top yekün yağmalama kendini vururken gülle gülle yüreğimin şehrini...
yapma,yakma taş kaldırımların ıslanan kepazeliğini...

kibirle suçlanmak...ne kadarda acı...
varsa derhal soyunayım bu günahımı...
saldırma artık dur ne olur...
ne istiyorsan söyle ve al...
vurma duvarlarımı gözlerinden doldurduğun ŞAHİ'n ile...
kurşundan kalemini tutan avuçların,edirne...

yeter,ALLAH AŞK'INA yeter...
t/aşlarına kadar yakma isteğin hangi cehaletime gider...
dövme duvarlarımı,sonuçsuz yumruklarıyla ateş bakışlarının,nefret eden sözlerinin.
dövme...
istediğini söyle yeter...

27 Kasım 2010 Cumartesi

.. .



bilmezler.. .

bu sazın telleri koparıldı sevgili...


Eş beni sevdiğim...
ses etmem...
demem bişi...
toprağımın altı güneş görsün
nefes alsın saklı tohumlarım...
filiz bulsun içimin karanlıkları...

eş beni sevdiğim...
al yaban otlarımı tenimden,
yol yüreğimden canlarımı bir bir...
ver yolunu içime suyumun tekrar,sula yüreğimi sonra...
su sırası sende mi ama,sor geceye bir kere...

eş beni sevdiğim...
belle kağıdımı mısra mısra...
vur kazmayı beline satırlarının...
kır orağını buğdaylarımın dibinde...

deş beni sevdiğim...
ara arayabildiğin kadar derinde...
sevdası çalınmış bir yüreğin türküsündesin sen...
telleri koparılmış sazın göğsünde dolaşıyor elin...
koparılmış,çalınmış...

toprağa gömülü yarım kalmış bir türkünün mısralarındasın sen...
neden diye debelenmen boşa...
neden diye sorman...
telleri koparılmış bir bağlamanın göğsünde dolaşıyor senin elin.
anlamıyorsun üstelik birde,neden bir sevda türküsü çalamıyor diye.
tellerini kopardı bir zalım el...
ve yarım kalan bir türkünün sözlerinde kayboldu bu yürek...
bu sazın telleri koparıldı sevgili...
neden çalmıyorsun ey bağlama diye sorman anlamsız yani...
bir zalımın elinden kopuktur telimiz...
çalmaz ondan gayrı bir sevda türküsü bu sebepten,kırıktır elimiz.

yasımızın rengi siyahtır o günden...
koparılan teller bir zalımın ellerinde...
bu sazın telleri koparıldı sevgili...
bu yüzden bir daha sorma neden diye...
sorma nedene yazılacak sözümüz yok bizim...
duvarda asılı duran şu bağlama neden çalmaz bize bir sevda türküsü deme.
bir zalımın elinden kopuktur telimiz...
ve dönülmez bir sevda yasıdır yolumuz...
bu yüzden bir daha sorma neden diye...
sorma nedene yazılacak sözümüz yok bizim..


* yarama parmak bastılar sevgili...
tuzunu derine yaktılar bugün...
yaram kabuğunu deştiler,kaldırdılar tenimde mezar taşını sanki...
cayır cayır yandın yaramda inanki...
yarama parmak bastılar sevgili...
tuzunu derine yaktılar bugün..
git etme demedim bilmeden edene yinede...
varsın olsun...
ses etmedim alev alev yanan tenime...
sol yanım yangın yeri...
gittiğin günden beri...
yarama parmak bastılar sevgili...
tuzunu derine yaktılar bugün..

25 Kasım 2010 Perşembe

istida...

Yarab! İnsan oğullarından çektiğim yeter
Gök yüzünden benim hisseme düşeni ver
Altına dilediğim gibi ömrümü sereyim
Mendil kadar olsun tarlamı ayır
Beni doyuracak ağacı göster
Rabbim! İnsan oğullarından çektiğim yeter
Yalnız senin ellerin gezinsin ömrümde
Beni yalnız sen mahkum eyle sen azat
Ve yalnız sen canımı iste benden ki
Nereye saklayacağımı şaşırmadan vereyim.


İstida / Bedri Rahmi Eyuboğlu

* amin.. .

kışım suskunluğumda yanıyor...


sözlerim bokh kokuyor ustam...
dizlerim tutmuyor...
uslanmıyor sessizliğim...
sensizliğim içimden düşmüyor...
sözlerim bokh kokuyor ustam...
üç beş yonca boy veriyor dilimden uyanıp...
birkaç mısra uçuşuyor kağıdın üzerinde vızıldayıp...
sözlerim bokh kokuyor ustam...
karartma gecelerim gaz lambası gölgesi...
kilimim özlem dokuyor ustam...
ilmek ilmek sökülüyorum sanki.
nakış nakış eksiliyorum...
sözlerim bokh kokuyor ustam...
şiire gübre filizler açıyor yaprak...
siyahı yeşil...
yeşili mor...
düşü rüyalar sürüyor...
havalanıyor toprağım...
yürek nadas...
sözlerim bokh kokuyor ustam...
kışım suskunluğumda yanıyor...


* kitap, 1975

hesapsız sayfalarımın isyanından kanıyorum size...


muhas/ebeyi bilmeden,kaçmışım hesaptan kitaptan...
zaten ebesi kim ki bu alacaklı borçlu oyununun,
gerçekten bilmem hiç...

hilelerine...
hilelerine...
hilelerine...

kalkışmak...
ağır sövdüler yüreğimize ustam,nereye yazacağımızı bilemedik...
sağa yazsak ciğer yandı,sola yazsak yürek dayanmadı...
hangisi borçlu hangisi alacaklı inan zihin anlayamadı...
çıkmış bir yeşil yapraktan filiz düşlerin yalan kavalcısı,
bilmezliğimi vurur yüzüme,yıkar pasımı içime...
alamam yinede düşlerimi elime...

hilelerine...
anlamaz yürek hesaptan,kitaptan,yasaktan...
doğrudur...
yinede kırık penceremde camın canına atılan bu taş,
çocukça bir tavrın üç adımlık yolunun yolcusudur...
ve yüreğimizin defterinde yansıtma hesapları ile
sövgülerin övgülere örüldüğü kapatmalar yoktur bizim...
dilden hançerler ile düşleri kesip biçmeyelim...

dersini iyi çalışmamışsın hafız...
örülmeyen ağdan kelebekler yakalamışsın...

bildiğin o derste o hesaplar asla açılmaz,
çünkü yürekte pişen ürünün maliyeti büyüktür,
her nefes satılamayacak kadar değerli,
ve her mısrası zARarına yazılacak kadar siliktir...
muhasebesi defteriyle başından yanıktır...
hesabı tutulamaz...
hesabı yoktur...
çünkü hiçbir defter zararına açılmaz...
tüzel kişiliğin ölü doğar,
ve kulağına hesapsızca masum bir ezan dökülemez bu küfrü'n...

muhas/ebeyi bilmeden,kaçmışım hesaptan kitaptan...
zaten ebesi kim ki bu alacaklı borçlu oyununun,
gerçekten bilmem hiç...

doğrudur...
hesapsızca yaşarım her nefesi ciğer kesemde,sevda düşümde...
hilesine,hesabına soyunamam muhasebenin...
zaten sebebi sebepsizliğine gebe içimde,
sırf bu sebepten
hiç sevemedim muhasebeyi...

* hesabsız defterimin nazından...
hesapsız sayfalarımın isyanından kanıyorum size...

geçmiş buzdan gölüme,güzden suyuma taş atıyor birisi,
derinliği sınıyor kendince,sudan dinlemek istiyor derinliğini...
anlatsın istiyor,susmasın anlatsın...
taş düşüyor içime...
kanıyor dipsizliğim oysa...
gözlüğün özlüğünden,körlüğün gölgesinden yazıyorum size...

yazarın tatili...

yarın bütün gün beşiktaş sokaklarına vereceğim kendimi,
teslim olacağım otobüs duraklarında belli belirsiz köşelere...
insanlar yağacak yüzüme durmaz zaman gibi sağanak,
inadına açmayacağım şemsiyemi...
ıslanacağım sizinle...



* yazarın tatili...

23 Kasım 2010 Salı

kime dünsem,yarınlar hep öldüler...


kime dünsem,yarınlar hep öldüler...
kimin ardına sürgün bıraktıysam kendimi,
ardı sıra eskittim yollardan adımlarımı...
yolumu yosun,avucumu pas tuttu yalnız kalınamayan tek başınalıklarda...
kime dünsem,yarınlar hep öldüler...
yağmurundan yıkanan yanaklarında gözyaşlarımı güldüler...
ve cesetsiz bir tabut gibi bir eksiklikti büyüttüğüm içimde,
adı yalnızlık değildi tek başınalığımın...
şimdi,mezarsız bir beden gibi ölümleri keşkeliyorum dilimdeki dualarda...
keşke ölsem...
keşke ölümsem,araf'tan yanağına yağmurlarında düşüyorum...

kime dünsem,yarınlar hep öldüler...
bugünler uğurladı mezarı başında geleceği...
yarını sustular...
sevişmeleri soyunup,sevmeleri kustular...
çırılçıplak bir beden giydiler tenlerinin üzerine...
harflerinden düşüp,zifiri sustular...
konuşmadan öpüştüler,öpüşmenin işteş bir tutuşma olduğunu unutup...


kime dünsem,yarınlar hep öldüler...
küllerimi küllerinin içine gömdüler...
bizi hiç göremediler...

kor kütük sarılmalar durağında,gelmeyecek otobüsün şafağında beklerken yazdım seni...

ıslansam nefeslerinde...


yanağına uzanıp sersem kendimi sana.
ıslansam teninden tenime yağdığın çiğ tanelerinde sonra...
gözlerini kapatsam parmak uçlarımdan.
kilitlesem bizi gözlerinin ardına...
kalakalsak karanlığımızda...
gözlerini kapatsam her açmaya çalıştığında...
gözlerini kapatsam...
sevsem göz kapılarından seni...
göz kapılarından kapansam yerlere...
düşüne düşüne,düşüne sürünsem...
düşsem tokm/ağından yüzünün düşüne...
ağlasan sonra yersiz bir nedensiz neden suali ile...
ben hıçkırıklarından sığınsam gökyüzüne...
çatım olsan yutkunuşlarında...
ıslansam nefeslerinde...

zaman aksa biraz gözlerinden...
açsan bana ellerini açabildiğin kadar sonra...
ve sersem kendimi parmaklarına kurumak pahasına...
teslim olsam parmakların aralığına...
süzülsem mutlu bir mendil gibi ıslak ipinde...
mis gibi koksa mendilinden süzülen o an...
kızsa dilinde zaman,kükrese teninde şiir,
ve üflesen dudaklarından esen o en sevdiğim şiirden rüzgarı yüzüme,
ben dalgalana dalgalana kurusam seninle üşüyüp yavaş yavaş...

beklenmedik şeylerin ülkesi...


beklenmedik şeylerin ülkesi...
sonrası...
sonrası yok,
kırgın bakışlı boynunda teninin tadı ba/kır rengi...

kır/langıç ki,
hergün binlerce kez düşer değer gibi ölüme sıfır göğünden...
üflesen yüreğine kar düşer kış üşür yüzünde...
göçülesi teninin sıcağı,düşlerinin güneyi
sıcacık yüzün...

beklenmedik şeylerin ülkesi...
sonrası...
sonrası yok,
kırgın bakışlı boynunda teninin tadı ba/kır rengi...

yuvası özlemez mi sanki leyleği...
tüm kışı yapayalnız üşüyüp beklemez mi...
lak lak mısraların çatısı katladığım kağıtlar...
şiiri bölüp bölüp büyüttüğüm kırıntı umuda kanat çırpan tüm kuşlar.
beni aşan,benden taşan bütün susuşlar...

beklenmedik şeylerin ülkesi...
sonrası...
sonrası yok,
kırgın bakışlı boynunda teninin tadı ba/kır rengi...

kırgın boynunda senden saklı bana özel bir gamze...
üç arşın oraya kazdığım çukur ve bu değersiz cenaze...


gerçekten damlayıp saçağından yere düşen andı,zaman...
vakit susuzluğun kuruyan suları...
ve şu an; akşamın 21.39'dan damlayan sıcacık sızan kesik damarı...

22 Kasım 2010 Pazartesi

ıslandı herşey...


gülümsedim kendimden kocaman...
yüzümden taşan bir gülümsemeyi serdim tenime...
yinede bulutlar karardı gözlerimde...
yinede yağmur yağdı...
ıslandı herşey...
yutkundu boğazım...

duru cümleler çukuru...


suyu'na bu kadar çok taş atılması seni neden mutlu kılıyor anlamıyorum...
oysa suyu'nun kenarındaki yalnızlığın,suyun yüzünden yansıması beni büyüleyen.
atılan onlarca taş,bulandırırken seni,
sen gülümsüyorsun...
neden taşlıyorlarki akışını,yada yatışını yatağında...anlamıyorum...
suyu'na atılan taşların sayısı çoğaldıkça bulanıklaşıyor aslında dibinin soğuğuna sakladığın çakıl taşların...
görmek neredeyse imkansızlaşıyor her yerden farklı taşlar yağarken yazılanın üzerine...
suyu'ma tek taş yeter oysa ki...
bazen fazla bile...
bulanmaktan zevk alman,bana farkımızı alevliyor cayır cayır...
duru bir sessizliği susuyorum sırf bu yüzden sana...
ne sen oradan dönebilirsin,
ne ben buradan taşlanan suyunu okşayabilirim...

aklının taşlanışına dayanamıyorum...
olsun yinede...
sen nasılsan öyle aksın bakalım zaman...

21 Kasım 2010 Pazar

hatve'n kadar seni senden göreyim.. .


mısralarından okuduğum rayyür...
namluna özgü kaderinin izi...
dokunduğum çizgilerin...
tenimi delen mısralarından içimi eşen çekirdeği kaleminin...
kalemine özgü düşlerin...
kaleminde sana özgü parmak izlerin...
ne olur izin ver,
hatve'n kadar seni senden göreyim...

mısralarından okuduğum rayyür...
namluna özgü kaderinin izi...
okşadığım çizgiler...
sesinin kokusuna sürünmüş satırların...
içimden okurken cümlelerini kanıma dolan yolunun kokusu...
tenimin altını yakan dilinin üflediği zaman,tetiğine bastığın an.
dudaklarında patlayan,namlundan miras,
yüreğinden fişeğine akan barutunun kokusu...
ve ardında dağılan duman,tadı kin burnumda...
oysa tek bir dileğim var tenindeki ruletinden,
ne olur izin ver
hatve'n kadar seni senden göreyim...
yüreğini,göğsünle öpüşen kulağımdan dinleyeyim...

namluna düşürdüğün yaş,mermine döktüğün kin'den zehir...
karşında kağıttan hedefler,silüetler silüetler...

soyundu yüreğim tüm silahlarını belinden...
ama tenimde soğuk kabzasıyla bir ölüm bileti uyurdu ezelden hep ...
çocukluğumu tetikler salladı benim...
onları tanımamam imkansızdı...
kaybolmasın çocukluğum diye belkide,
elimi tuttu daima soğuk kabzasıyla bir ölüm bileti...
abin dediler...
elini sakın bırakma dediler...
kaybolursun dediler...
düşersin...söylediler...
ağacı yaşken eğirdiler...

silahların gölgesinde büyüttüler...
ben güneşe dayadım başımı...
ve soyundu yüreğim tüm silahlarını belinden...
ama tenimde soğuk kabzasıyla bir ölüm bileti uyurdu hep...
hala çok abim uyur benimle odada...
konuşmayız hiç ama...
gözleriyle sorarlar merak ettiklerini...
kaç kalibrelik susabilirsin vurulursan eğer...
asıl önemlisi budur içine çakılan çekirdekten daha çok...
tenini geçip yaka yaka yüreğine asıl bu soru değer...

yinede soyundu yüreğim tüm silahlarını belinden...
ama tenimde soğuk kabzasıyla bir ölüm bileti uyurdu hep.. .
ve ben,gelmeyecek bir otobüsü beklerdim hep rüyalarımın garında...

ve merak ediyorum ben...
söyle bana,kaç kalibrelik vurulabilirsin susuyorsan eğer...
kimin cehennemini yanıyoruz ki biz burada...

20 Kasım 2010 Cumartesi

sıkılmadan...



bu akşam yatağıma uzandım ve bu filmi izledim...
akıp gitti bir bardak suyu yudumlarmışcasına...
bardakta su bırakmadan içildi herşey...
güçlü değildi ama fenada sayılmazdı...
izledim ve bitti...
zaman geçip gitti...

18 Kasım 2010 Perşembe

.. .


Lisânı ağızda olan değil, lisânı gönülde olanlara yâr et bizi.
Tebessümü simâsında olan değil, tebessümü gönülde olanlarakat bizi.
Aşkı tende sananı değil, aşkı ruhunda can bilenlere arat bizi.

Mevlana

limanlar yanıyor...


ve işte başladı...
yanıyor limanlar...
dökülüyor yar gözünden düşen tüm ıslak zamanlar...
tükeniyor avucumdan kayıp düşen kumdan yalanlar...

kaçışıyor gemiler,tekneler ve bütün çocuk ruhlu sandallar...
çığlıklar yüzüyor gecede...
yanıyor gözlerinde akşamlar...
birbirine korkuyla sarılan tütün taneleri çaresiz...
dudakları çatlayan susuz duman...
nefessiz kalan yelkovan...

ve işte başladı...
yanıyor limanlar...
denizde su,altında toprak dize düşmüş çaresiz...
gözlerinde bir akşam yanıyor,
yüreğin usul usul nede sıcak kanıyor...

sevda,kağıttan gemi...
rengi mektup mektup satırlar...
denize salamazsın korkudan belki,
tuz yakar mı acep ıslak mektubundan kuruttuğu cümlelerini...

sağ yanım sürgün nefes...


Yine Sol Yanımda Derdim Çok Benim ,
şiiri beğendi okşadı satır başını kadın ,
en sevdiği mısrasını sakladı göğsünün kokusuna gizleyip...
sevdiğinden başkasının nefesine karışmasın o mısrası diye belkide.
okşadığı mısrayı bir tek o koklasın için,
eğdi bakışlarını ıslak toprağın yüzüne kadın...
aynı mısrayı okşadı göğsünde bebeği misali sonra tekrar,

Yine Sol Yanımda Derdim Çok Benim ,
sağ yanım ,
sürgün nefeslerimin sızısı...

17 Kasım 2010 Çarşamba

halaybaşım al yazma...


halaybaşım al yazma,
nede nazlı nakışlıyor adımlarını altımızdaki toprağa.
yüzünde maviye yüzünü dönen bir al kırmızı gülümseme ile...
bir mutluluğu serçelerin parmağına bağlıyor sanki parmağında...

halaybaşım al yazma,
ne zaman elimi tutsan
yüreğimde ağacından binlerce gülüş göğe kanat çırpıyor...
içimde toprak dam üstüne sıcacık bir yuvanın kuytuluğu düşüyor.

halaybaşım al yazma,
bir eli nakışına mendil sallıyor...
gözünden kırmalar ateş alıyor,yıldızlar gibi gökyüzü yanıyor.
baş parmağında barut kokusu sürgün tütüyor.

halaybaşım al yazma,
o adımlarına can gidiyor...
elinin kokusu elime siniyor...
sevdanı avuçlarıma saklıyorum...
rüyalarımı ellerinin kokusundan aydınlatıyorum...

halaybaşım al mendil,
yüzünde nefesim rüzgar...
halaybaşım kan mendil,
avuçları mis gibi toprak kokar...

halaybaşım al yazma,
çığlıklar uçuruyorum dilimden sana,dilimde uçurum zamanlar...
ruhuma biçtiğim sürgünü üflüyorum rüzgarına,
sen saçlarından çığlıklarımı tarıyorsun...

16 Kasım 2010 Salı

ama yinede hep susmayı tercih ediyoruz...

şeytanı içimizde besleyip büyütüyoruz,sonra bundan rahatsızlık duyup kurallarla zincire bağlama uğraşı veriyoruz;üstelik bundan şeytanın haberi bile yok...o zaman kötü kim ve kötü nedir sorusu zihinden sızıp dilimizde birikiyor...

ama yinede hep susmayı tercih ediyoruz...

15 Kasım 2010 Pazartesi

bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün...


bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu...
öpüşlerinde dermansız yaralarım yangın sızılarda üşüyor...
tenimde ıslaklığının ardı mirası üşüyüşler büyüyor.


bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu..
gönlünden sürgün düşüyor yüreğim belli ki,
kor kömürlerin dövüyor yüzümü alev merhemiyle,
teninden sürüp ellerini...
sürgünlüğüm üşüyor yangınlarından sürülüp...
ve yaralarıma kar taneleri düşüyor göğün gözlerinden dolup...

bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu..
sabah beş sularını kokusuyla kesiyor sıcak ilk ekmeklerin kokusu,
kağıtların ki,fırın ocağı ,uçuşuyor kenarı kırık masanda...
kurşun kaleminin un tozlarından boyanan sıcak küreği o al dilin.
alevlere uzanıp pişiriyorsun sanki mısralarını...
kokusunda,evsiz düşlerin biz yetim çocukları uyuyor kapında...
yüreğin taş fırının yangın karası...
avuçlarında yas tutan gözü yaşlı duaların var...

bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu..
halatına düğüm atan balıkçının dileğisin sanki...
utanıp yosunlara işliyorsun satırlarını,
denizin mavisinden mısralarını sanki kaçırır gibi...

bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu..
yüzümü okşayan nefesin vuruluyor bir şaşkınlığın tüfeğinden aniden,
kesiliyor uçuşan nefesin yüzümden kaybolup...
kan revan topraşa düşüyor nefesine binip göç eden sözlerin...

bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu..
mızrabına düşen simit kokusu...
yarım lokma susamın o titreyen korkusu...
ve dilinde bir şiirin tadı dağılıyor...
tüm pişmanlıklarını ince belli bir bardağın sıcacık kanı yakıp alıyor.
ağzında kıtlama bir sevdanın saklanan tadı uyanıyor...
dilinden tatlanan çocuk kelimeler ıslanan gülüşüne kanat çırpıyor...

bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu..
ellerinden kokladığım,
teninin çocukluğuma battaniye sıcacık nar kabuğu dokusu...
ah çekişin;
yanağından kızaran utanışlarında,
acıyan bir ekşinin dudaklarına cesurca soyunuşu...

kipat dolusu şiir...


Bazen hiçbir şey çıkmaz bir zarftan
Hiçbir cümle doldurmaz bir mektubu
Ne günışığı sızar ne akşama ermenin saadeti
Kapalı bir yara gibi gezer öyle mektuplar
Kim açsa,kim dokunsa eli yanar
Bazen sözler boşa gider mektuplar boşa
Bazen bir cümleden tüm mektup yanar.

AÇIK CÜMLE şiiri...

haydar ergülen'in ZARF isimli şiir kitabını aldım okumaya başladım...
dürüst olmam gerekirse,o kadar kitabın arasından kitabın kapağı dikkatimi çekti ve biraz sayfalarında mısralarında dolandıktan sonra almaya karar verdim kitabı...
sanırım akşama bitecek tüm sayfaları ile...

yüzün ki,sonrası yok gülüşlerinin mezarlığı...


hepsi bu ile biten,yarım kalmaya mahkum edilen tümceler akıyordu dudaklarını uzatıp tadına baktığın şu soğuk dereden...

hepsi bu ile bitmeye direnen,dilinde demlenmiş yarım bir türkü gibi,sonu eksik bir yapboz'du ağzında derenin soğuk suyuyla üşüyen...

düşün ki,bir düşü katlıyor karalanmış kağıtlarından çocuklar...
biri uçak,kimi gemileri uğurluyor küçücük ellerinden...
düşün ki,seninki uçmuyor...uçmak istemiyor...
ayağın dibine sokulurcasına adımlarına çakılıyor...
ve demir kuşların çığlıklarından susuyor kağıt kanatların senin...

düşün ki,buzların üzerinde uçamayan
bir kuş üşüyor...
düşün ki,titriyor nefeslerin...

sonra bir gül ölüyor bakışlarından aşağıya düşüp...

yüzün ki,sonrası yok gülüşlerin mezarlığı...

14 Kasım 2010 Pazar

yarım porsiyon hüzünler lokantasında...


yarım porsiyon hüzünler lokantasında...
aç susuz bekleyişler uçuşuyor tepemizde.
ölüme yakınlığımızın kokusunu alıyor tepemizdeki kuşlar...
kasede az çorba kadar mutluluk hakkımız var,
daha fazlasına yetmez zaten gücümüz...
yarım porsiyon keder kavurma,
ve yanında çocuk ellerin taşıyabileceğinden fazlaca
ekmek kokusu var...

doymak ise,
çok ama çok uzak...

sustu gözleride,zaten dilsiz olanların...


o kadar kısaydı ki şiir,
mısralar anlatamadan içindekileri,
kapandı tüm kapılar...
yüzlerinde kapıdan kalan bir esinti,
ve kulaklarında gurur kıran bir çınlama,
miras kaldı hızla örtülen kapının ardından her birine...
''ama biz büyüyüp şiir olacaktık'' diyemediler dahi...
sustu gözleride,zaten dilsiz olanların...
bir sessizlik,araf oldu gözlerinin görünmeyen içine...
sustular onlarda...
hiç konuşmadılar bir daha...

o kadar kısaydı ki şiir,
uzadı sessizliğe sarılarak yürünen tüm mesafeler...

11 Kasım 2010 Perşembe

zaman kiplerinden tarhana...


yelkeni kırık bakışlı küçük gemi,
avuçlarında ahşabı yer yer çürük çocuk...
zamana uzanacaksın sanki son nefesinde zor bela
toprağa düşer gibi...

sol kolunda idam mahkumu bir kol saatin var...
hem derman ,hem figan...
bir pim düşüyor gözlerinden zamanın ellerine...
durmuyor yinede zaman...
asla durmaz...
durmayacak...

istediğin hiç olmayacak...

yelkeni kırık bakışlı küçük gemi,
avuçlarında ahşabı yer yer çürük çocuk...
kar yağacak belkide...
şehir gelinliğini soyunacak çatılardan sıyırıp...
düşler uçuşacak,kar tozları düşecek uçuşan süs kağıtlar gibi...
duman büyütecek azgın dalgalara iskele ettiği göğsünde bu kent...
yüreği sevişecek önce bedeni değil...

kime sorsan her yanın tuz dökülü buzdan bir mavi...
üşüyen avcuna serpilen tuz tanesi misali morluklar...
dudaklarının çatlaklarına konan küçücük serçe sızılar...
beyaza düşeceksin...
simsiyah teninde gözlerin griye başını eğecek teslim olup...
kirlenmene izin vermeyecek bencil bir aşk...
çatlak teninde dümdüz duran,
soğuk,ölü, taş taklidi yapan bir duvar önünde ağlayacaksın...
sesini,bastığın toprak kokusu saklayacak sokaktakilerden...

yelkeni kırık bakışlı küçük gemi,
avuçlarında ahşabı yer yer çürük çocuk..
altılı ucuz suluboyamın çatlamış dudaklı halka düşleri
o günahkar renkleri harflerine süren ,
kaçamak dövüşen yumuk yumuk çocuk ellerin...
rengarenk bir yas açtığın hamur,
gözyaşlarını damlatıp yoğurduğun bazlaman...
aradığın yosun tutmuş halat kokusunu tuzlayan zaman...gece...


çocuk...
çocuk,
çocuk...
satırlarını boyamışsın gözlerine vurduğun gökkuşağı renkler gibi...
halbuki boyanmış hangi bakış daha gürül gürül akabilir ki çıplak senden...
cevabı sende biliyorsun...
bir iskeleye kendini zincirliyorsun...
denizinden korkan tuz mu olur güneşine kavrulan,tenini geren...
gökkuşağı renklerine boyandı diye bir kelepçe,
esaret daha mı güzel kokar gözlerine sence ...
yapma çocuk...
sandalının kabuğunda dökülen yara kabuğu sökük boyaların...
tuza değen kavrulan dudakların...
şiir şiir süzülen sıcacık kan damlaların...
mısra mısra sızlayan kurumuş dudağından çağlayan uçurum çatlakların,
adı uçuk,uçamayan kelimeler yuvası dilinin ini...
gitme...
gidişin sızlatır seni...

yelkeni kırık bakışlı küçük gemi,
avuçlarında ahşabı yer yer çürük çocuk..
sar ilkokul cebinden düşürdüğün kumaştan mendiline beni...
sar adı sümük mısralarının huzur yeşiline beni...
varsın pencereden bakamasın ayağa kalkıp bacağı sakat çocuk...
sesinde avunsun düşlerinde yağan yağmurun altında ıslanan tenindeki ateş..
sen bağıra bağıra şiirler oku pencerem altında,
pencerem titresin bacaklarımdan kıskanıp heyecanımı...
titret soğuk harp kokan duvarlarımı ıslak gözlerimde...
ama etme...
varsın sapan çeksin rüyalarında çocuklar kırık kanatlı ağaca sinen
hayallerime...
sen sapan kaldırmadan uyan yastığında bana,
ve uçuşan tüylerimde sana düşsün yatağında çığlıklarım tek tek..
iki damla kan ile ısınan kanat parçaları...
yosun tutmuş denizin yıkadığı bakışlarım...
sandalımda satır satır işlediğim nakışlı balıkçı ağım...
yakaladığım birkaç cam kokan mektup şişesi...
yüzen toprağın kağıt saklayan dostluğu...
denizde dalgaların şişeyi kırıp,
mektubun mürekkebini denize döküp okuma isteği o hırçın merak...

yelkeni kırık bakışlı küçük gemi,
avuçlarında ahşabı yer yer çürük çocuk..
bütün yapraklarını açarsa,
koparırlar seni sevdaları cevapsız soruları için...
sen en iyisi sakla bir tanesini açma hiç olur mu papatya,
gerçeği yalnız sen bil,
yalanlar ağla seni koparan her seferinde onlara...
yalanlarını kopar tüm sonlarına...

yelkeni kırık bakışlı küçük gemi,
avuçlarında ahşabı yer yer çürük çocuk..
sallan yalnızlığına salıp ipini kıyıdan sekiz adım uzağına insanların...
isteselerde seninle sallanmayı seni,
tutamasınlar olur mu şairi kendinden deli elini...
yaşını ayıramasınlar aşından silip gözlerini...
ıslık çalamasınlar yüreğine uzanıp gök yüzünü yüzüp...
dalgalarla beşik olma onlara uyutma onları sallanan sandal kollarında
olur mu...
etme...


* boyamışsın sandalını...ışıl ışıldı...güzeldi bile belki...ama göremedim...saçlarını iki günde bir değiştiren kalpleri yangın yeri kadınlar gibi başka başka boyuyorsun tenini herbir geçen günde...gördüm...etme demeye hakkı yok tuz yangını tenimde saplı demir mızrak sözlerimin...ama etme/sen...boyamışsın sandalını...ışıl ışıldı..sözlerin rengarenk...gözlerin renk renk...gözlerinde başkalarının kalemleri...boyamışsın sandalını...ışıl ışıldı...güzeldi bile belki...ama göremedim...seni...

* türkçe hocamın ilk eleştirisidir bana '' zaman çekimlerine dikkat et,zamanı çok karıştırıyosun...'' dünü,bugünü ve yarını aynı anda demliyorsun çırak,elinde kırık bir çıngırak...zamanı karıştırıyorum hocam,kesilmesin acılarımdan kederlerimden kaynattığım tarhanam...

halbuki sevmem tadını tarhanamın...
ama içinde anam kokuyor diye karıştırırım her gün durmadan...

aynadan yansıyan gerçek zaman ; 22.26
yazan ; beN ...

8 Kasım 2010 Pazartesi

saati sabahlara kurmak...


saati sabahlara altı ellibeş'e kurmak...
erteleyip erteleyip durmak...
geç kalmalara uyanmak...
aynalara susmak...
yüzünde dünden kalan rüyalarını yıkamak...
saati sabahlara kurmak...
uyanıp öylece dakikalarca yatağında boş boş oturmak...
duvarlarıma konuşmak...
hayaller kurmak...
saati sabahlara kurmak...
susuşlara sarılan uykuları kırmak...

uçsam gitsem buralardan...


koynuna saklanıp sana sarılan,
seninle uyuyan kokuna sürünen bir atkıyı sarıp yüzüme,
uçsam gitsem buralardan...
kokuna sarılıp kapatsam gözlerimi...
kokun alıp götürse beni gökyüzüne...
düşünü koklasam kapanmış sana yumduğum gözlerimde...
sen koksa kapanan gözlerimde zaman...
uçsam gitsem buralardan...

uçsam gitsem buralardan seninle,
sen gelmesen bile...

acılara şemsiye açmak...


keder damlalarını yüzünde selamlamak...
sızıları yanağından kaydırmak...
ıslak gülüşünün yağmurlarda ıslanmış çocuk parkı yalnızlığına uzanmak,
sıra beklemeden ıslak salıncak ile gökyüzüne uzanmak...
sallanırken hep yukarılara bakmak...
yeri unutmak...
kalbinde ağrılı saniyelerin çiseleyişi...
ıslanmamak için koşturanların,
gözlerimde çektiğim yavaş çekim siyah beyaz filmi...
siyah beyaz yağmurlar düşen çatılar...
saçaklarına saklanan yalnız mavi umutlar...
hangi rengi seversin en çok'a verilen,
o anlık yalandan uçurulan cevaplar :
yalnız mavi'yi seviyorum ben...
yalnız mavi ne renk ki diyen şaşkın bakışlar...
ıslanan çoraplarda hoplaya zıplaya kaçmak...
ve acılara şemsiye açmak...


* ne zaman yağmur yağsa şehirde,
pahalanır metro önünde satılmaya başlayan şemsiyeler...
tek kişilik kumaş çatılar...
ne zaman hüngür hüngür ağlasa bir yağmurun altında kalıp bir kalp,
fiyatı değişmez soğuk ellerde satılan kağıt mendillerin...
bazı şeyler değişmez şehirde...
bazen aynı kalır kimi şeyler ıslanan ellerinde...

şemsiyeler yağsa üzerimize keşke,
ve ıslansa tüm yağmurlar...

beynimde acı kovanı bir urdu sanki adı...


dünü üflermiş gibi,döküldü sisli sözler şelalesi dilimden dudaklarıma...
durmadı zaman...
dönmedi dünya...
küstü belkide,doğmadı o gece ay...
sokağın köşesindeki otobüs durağının güven veren yalan çatısı altında bekledi gece,sabaha dek soğuk güneşini gecenin...
dünü üflermiş gibi,sardı çarşafına zamanın kuruttuğu yapraklarını...
durmadı yoldaki ışıklar...
durmadı ıslanışlar...
DurMadı...
sanki zihnimin sönmüş ışıklı dehlizlerine küçücük bir delikten sızan bir damla ışıktı...
yüzümü dayayıp hüzmesine,içinden toz tanelerini içerdim...
mısralarda aydınlanırdı yüzüm...
DurMadı...
beynimde acı kovanı bir urdu sanki adı...
bal kadar tatlı acılar birikiyordu avuçlarımda...
sen dalga dalga sallanırken rüyalarında,
ben karaya oturan sandal yalnızlığımda,
küçük gemisini terketmeyen kaptanıyım sevdamın...
sandalımda o kadar kalabalığız ki inanamazsın...
ben ve düşlerim...
neredeyse batacağız...
adı adımlarından düşen bir yoldu bu sevgilim...
rotasını silgilerden saklayan kağıtların mısralarıydı zaman yüzümüzde...
rastgele sevdiğim...rastgele...
ne zaman kulağımın kapısını çalsa adın,
bir yabancı sesin yüzüme dayanan yumruklarında,
yüzümün çizgileri dahi kıvranır kalbimi dağlayan o yangın ağrılarda...
oysa bekledim...
ama...
çalmadı saat...
Çalmadı camın kenarına ufaladığım kuruyan ekmekleri kış kanatları...
ve kulağımın iskelesine kurduğun yastık kuşu yalnız saat...

3 Kasım 2010 Çarşamba

naftalin kokan mısralar dolabında...

naftalin kokusuna sakla güneş solgunu temmuz kokulu bakışlarını olur mu,çıkaralım sabun kokusuna saklanmış şubat karından solgun mısralarını sonra usul usul...
adı kıştı desinler şiirlerinin...
yada mısralarına kışt desin gölgesinden bile korkanlar...
sen umursamadan har vur yüreğin ateşine,
solsun yanağın kırmızısında tenine düşen karlar...
ve ağlasın asla istediği rakama yuvarlanıp düşemeyen,avuç içi kokan o zarlar...
kum/arsız düşlerim...
ve yapayalnız kalabalıklar...

düş yalnızı aydınlıklar...
naftalin kokan mısralar...

insanın suyu boyayamayacağını...

palete düşmeye gerek mi var bilmek için...
mavi sarıya nerede sarılsa yer yeşile sürünür,
bunu her toprak kokan çocuk bilir...
güneşin rengi ne zaman üşüyüp,
gök yüzünün mas mavi çarşafına sarılsa,
yer yüzünü filiz yeşili bir bahar can bulup boyar...
köy çocuklarının paletidir bağ bahçe tarla toprak,
gökte gök,yerde ırmak...

hangi ressamın tırnaklarından renkler akmaz ki zaten...
köylü ressamlar kahvesinde büyüdüm ben...
hepsinin tırnağından boyanırdı tüm ağaçlar otlar...
renkleri ilk onlar bulmuştu gözlerimde zaten...
palete düşmeye gerek mi var bilmek için...
alını al morunu mor koklamak için sergilere mi ihtiyaç var...
sergiler ki parlak ışıklı köle pazarları değilmidir tabloların...
dört duvara hapsedilmiş hapishanesi düşlerin...
toprağı en iyi boyayan adam değil midir millet...
köydeki en güzel suret...

herkes bilir kağıt boyayanları elbet,
ya kağıda gerçeği dökenleri tanır mı tarih söyle bana...
mesela ivan ivanovich shishkin'i tanır mısın moskovadan...
ağaçları kağıtta sulayan büyüten adam...
detaycı ruhsuz diye hor görülen,
ama kağıdında ağaçlarıyla konuşan,
yapraklarını koklayan adam...
tanımaz onu belkide hiçkimse...
belki bilmez o da avucunda yeşil için,
sarının maviye sımsıkı sarılması gerektiğini...
güneşin denize düşmesinden öğrenmiştir belki,
ağacında yemyeşil bir yaprak açmayı kimbilir...
The Sun-lit Pines tablosunda onun,
detayda ne kadar derine dalabildiğini anlarsın belkide...

palete düşmeye gerek mi var bilmek için...
insanın suyu boyayamayacağını mesela...
ne kadar isterse istesin,
ebrulanacağını ancak...

adam ressam değildi malesef...
ama kan renginin, bize gösterilen kırmızı olmadığını
bana ilk o öğretti...
hiç öyle bir al görmemiştim daha önce...
meğer kan rengiymiş içimde kan...
kırmızı ise bize söylenen büyük bir yalan...
bana renkleri öğreten adamdı babam...
ressam olamadı yinede hiçbirzaman...
ama tanıdığım en tanınmayan ressamdı,
gözlerimde tüm renkleri bana yeniden gerçekten boyayan...
yüzümde,
bir serginin en yalnız tablosu asılıdır işte taa o zamandan...

1 Kasım 2010 Pazartesi

titrer çocuk bacaklarım...


yarim senden ayrılalı,
titrer çocuk bacaklarım...
düştü düşecek olurum bazı...
düşeyazarım...
düşmüşcesine korkuyla kavrulup,
düşe yazarım ...
tutsam tutunsam kurur tutunduğum dal,
kırılır düşer tutuştuğum el yamacımda...

yarim senden ayrılalı,
titrer çocuk bacaklarım...
ıslanır kardan sıyırdığım nacaklarım...
üstü çıplak cümleler kurarım akşam ayazına karşı...
bir ocak gecesi üşüyen adımlar gibi ağlar gözlerim...
üşümez yazılıp düşen satırlarım yinede ...
titremez mısralarım...

yarim senden ayrılalı,
titrer çocuk bacaklarım...
itlere sarılır uyur sokakta kurduğum düşlerim...
kaldırımlar satırbaşı yüreğime...
yinede küçük harf başlarım ben ağlamalara...

yarim senden ayrılalı,
titrer çocuk bacaklarım...
taş merdivenlerden yuvarlanır dilimde sözlerim...
üşüyen pencereden bir gurbet buğulanır yükselir...
sıcacık bir mısrayı hohlarım soğuk yüzüne o vakit...
iki damla ağırlaşır akar cam yüzünden süzülüp gülüşüne.

yarim senden ayrılalı,
titrer çocuk bacaklarım...
zalım teline düşer bağlamada keskin mızrabım...
bam teline asarım,
kurusun için kan mendilimi yüreğimden sürüp...
sazım yüzünde bir damla gam kokulu nem...
ve bağlamamın kağıdına kalem olup düşer parmağımdan tezenem.