27 Eylül 2011 Salı

N...


- peki kaç yıldızı var bu gök/yüzünün ?
- hesap makinasına su kaçmış,başlayalım mı beraber saymaya...


n...

24 Eylül 2011 Cumartesi

Fatiha düşler sokağında çekirdek kabuklarını eziyordu gülüşlerimiz...


adı masal ağlamaların ıslak kokusuydu yüzünde kuruyan tüm sızı geceler...
ve yüzünün kokusunda çıplak ayak uyuyakalmaktı cennetin resmi yüreğimizde.
bir kölenin,
zincirin soğukluğuna sarılmasına aşk dedikleri yerden yazıyorum bunları size.

bardağından yansıyanlar güzeldi...
ve ayrıntıya gizlenmiş bir geceydi gözlerinde bu şehir...

kervanın en arkasından çiziyordum ayak izlerimizi ben bu çöle...
sarı kumlar korku salıyordu içimize...
ama söylemeliyim,
sarı korkutmazdı hiç beni...

Fatiha düşler sokağında çekirdek kabuklarını eziyordu gülüşlerimiz,
ve tesbihler düşüyordu gözlerden ilk,
g/öz yaşlarından da önce...

bırak bu DÜNYAYI başkaları kurtarsın...


GİRİŞ ;

ruhsuz ve duygusuz kalakaldık öylece,
bırak bu dünyayı başkaları kurtarsın dedik sürgünmüşcesine...
esiriz...

nedendir bilmiyorum...
aşk yaprakları döküldü gitti ağaçlarımızdan...
çıplak kaldı düşlerimiz,hayallerimiz...
üşüyoruz...

nedendir bilmiyorum...
kıramadık zincirlerimizi bileklerimizden...
sızlamasını dahi özledik tenimizin...
özlemliyiz...

nedendir bilmiyorum...
sımsıkı sarılmışız aç bitap yalnızlığımıza...
sanki yalnızlığımız bir yere kaçacakmış gibi...

sevdalıyız biz...
ama neye bilmeyiz hiç...


tanımlanamayan sevdalar sandalı kumlara bağlanır şimdi...


GELİŞME ;

bırak bu DÜNYAYI başkaları kurtarsın diyen sesler yükseliyor tembel cesaretlerden...


SONUÇ ;

ve son/uç geldi işte bağlanması gereken...
bağlamak yok serbest bundan sonra her son,
ipini salsanda,küreklerini kırsanda,
yine kumsalına dönmez mi sanki başıboş tüm sandallar ...?

son/uçsuz bucaksız tel örgüler cennetinde yaşamaktı bu şehir...
biz en çok esareti sevdik belkide...

* kuş bakışı şehir romanları...

20 Eylül 2011 Salı

yüreğe düşen kar...



* yüreğine sordun mu hiç neden kar soğuğundan içiyor nefeslerimi...


GÜLÜŞÜNÜN PİRİNÇ TARLASI...

ellerimin arasına düşüyor yüzün sonra bir anda,
ve karaya beyazını vuruyorsun avuçlarımın sarp kıyılarında...
beyazı,gölgelere sürüyorsun yaz sıcağı dudaklarının patika yollarında usulca.

yüzün ki;gülüşünün pirinç tarlası...
sırılsıklam,ıslak toprak kokulu yanakların...
gözyaşlarında büyüyen pirinç taneleri düşlerin.
pirinci keder mi büyütüyor peki...

gülüşünün pirinç tarlasında al ışıltılar zamanı,
utanışının yüzündeki misali...

ne zaman düşsem yüzüne düşümden;
yüzünde dolaşsam sessizce,
bakışlarımın paçaları ıslanıyor,
tenine değen toprağının ıslak kokusuna değip...
ve yüzünün munzur çizgilerinde sulu bir tavır karşılıyor bizi,
çizgilerinden aşağı doğru gittikçe ıslanan bir gülüş ağırlıyor bizi yüzünde.
yüzünde ince ince bir yağmur ıslanıyor,
yüzüme ince ince düşlerin yağıyor...

kederine sarılıyor daha bi sımsıkı gözlerin o anlarda.
keskin uçurum kenarı bakışın o zamanda...
tutunamıyor kimse,
elleri kesik adamların cesetleri yatıyor bakışlarından düşen hayatların mezarlığında.
adımlarının ucu,gözlerinin uçurum dibi...

ne zaman yüzünde dolansam sessizce,
çamura boyanıyor titreyen yüzüm...
parmak uçlarımdan bozkır ayazı yükseliyor sanki...
düşünüyorum her daim aklım almaz neden,
yüzün ne kadarda sırılsıklam sevdiğim...
adım boyu seller tablosu yüreğin...
adın boyu seller tablosu yüreğim...
yüzünden akıyor yağmurunla yüzüme tüm renklerin sanki...

çatlıyor dudaklarım susuzluğuna,
yüzünde sel mağduru düşlerim ağlıyor...
sımsıkı yumduğun avuçlarından kaçıyor şiirlerim...
gamzende saklanan sessizliğine esir bir yürek ağlıyor...

ve
nedeni yüreğine düşen kar...

3 Eylül 2011 Cumartesi

tutulmayacaksa zaten neden bu kadar güzeldir ki avuçlarının kokusu...


yeminler verilmez gayrı...
tükenir usul usul sevda derler ey şu kendini bilmezler ordusu...
tükenmez oysa hiçbirşey,dönüşür
sudan buza,gamdan yasa...
dönüşür oysa herşey değişmiş gibi yapıp...

yeminler verilmez bundan sonra...
durulur mevsim,durulur deniz...
isyanlar durulur,
çatlayan ahşap helkeden su sızar gibi azalır sen anlamadan
tüm hasretler gün be gün...
geriye kıymık anlar kalır sadece...

birde şarkılar...

yeminler verilmez artık...
utanır yüzde suret,tende saklanan kan ve kızaran zaman...
susar akşam bir ezan boyu ve uzanır güneş sıcağını soyunup...
geriye geridekilerde kalmaz sonra...
tutulur tüm tutkular akşamın serin hayin rüzgarında...

yeminler verilmez bundan gayrı...
tutulmayacaksa zaten neden bu kadar güzeldir ki avuçlarının kokusu...
avuçların çocuk kokusu...
çocuk hayallerimizi saklayan teninin küçük sandık kutusu...
avuçların çocuk kokardı senin...
masumluğun kaybetmeyelim ne olur korkusu...

oysa ne kadar güzel kokardı senin sözlerin,
ne eşsizdi rüzgarın taşıdığı yeminlerinin o bulunmaz uzak kokusu...
yeminlerin memleketti senin...
ve bu şehirde biz senin yeminlerini özler dururduk durmadan...


14.55 isyan akşamlara telgraf uzanışlar bunlar...oradan yazıyorum bunları sana.