29 Ocak 2011 Cumartesi

dava...


kaçasım var...
ardı sıra yıkılasım var...
dalımdan dibime, taş toprak üstüne düşesim var...
parçalanasım var...
yapayalnız kuruyasım var son/baharıma...

kaçasım var...
buralardan,şuralardan,oralardan...
heryerinden şehrin esip geçesim var,
işe yaramaz bir poşet gibi rüzgara kapılıp gidesim var...
yükselip yükselip gözden kaybolasım var...

kaçasım var...
yaşadığım yaşamsızlığı yüzümden sıyırasım var...
düşsüzlüğümden düşümü düşüresim var...
yaşsızlığımdan yaşımı savurasım var...

kaçasım var...
kaçamadığım her saniyeden daha suçluyum ben,
idam kağıtlarıma bakıp tüküresim var...

var oğlu var ,cezanız açıklanmıştır...
yaşamaya devam etme mecburiyetinizin devamına karar verilmiştir.
ve karara itirazınız kabul edilmemiştir.

geçmiş olsun...

Geçmiş olsun...

26 Ocak 2011 Çarşamba

bağışlayın,sizi ağlamıyorum hünkarım...


ağladığım hayal kim yüzümde...
gözden düşenler hangi hayale/te ıslanır çehremdeki suretimde.
zavallı kibirlerin tozlarında nefes alanlar,
öksürükler ile düşürdüğü yaşlara aldananlar...

yanlış nerede düşünmeli birazda...
siyahımı beyaz okuyan gözlerde belki,
yasımı,yaşı zanneden aldanışlarda belkide...

uyanmalı ,
uy/anmalı...
ve u/yanmalı gecedeki sabahına...

yanlış nerede düşünmeli birazda...
hata kimde değil,hata kim sormalı tamda şu anda...

ağladığım hayal kim yüzümde...
gözden düşenler hangi hayale/te ıslanır çehremdeki suretimde.
ruhu sahiplenilemez bir zehir zincirlere vurulu şu ruhum,
boynumu tasmasına hayal edip biçenlerin,
alırım bileğinden dirseğine dek tek tüy niyetine,
bu saygısız seferlerinin diyetini...

uyanmalı ,
uy/anmalı...
ve u/yanmalı gecedeki sabahına...
yapılan bu hatalar tutuşup yanmalı,
ve düşünülenlerinden dahi kaçılmalı...

* göçmen kuşun kanatlarında yanlış rotalar pır pır eder olmuş,
üzmüş ruhumu, kara tahtaya tırnak sesi sözlerinde,
dinleyişime saygısızca kırbaçlar vurmuş kulağımın penceresinde...
ters yöne savrulur olmuş bizi ısıtacak yangının alev dalgaları,
bizi,üzerimize dökülen her savruluşunda yakar olmuş.
yanlış bir kibirin yangını bu dilinden dökülen saygısız zehir,
oysaki saygıyla gidilen ölümlerin cenneti vardır...
hislerinde saygılısı,sözlerinde nezaketli olanları vardır.

ağzıma mermimi sürdüm sevgili,
tek yön gidiş bir biletin bekleyişi bu cebimizde gizlenen...
ve ben oradan yazıyorum size...

25 Ocak 2011 Salı

yanan fırının önünde...


yanan fırının önünde duvara verip sırtımı,
oturdum bu akşam mutfak karanlığında yerde...
ışıl ışıldı fırın kapağı gözlerimde...
burnumda mis gibi kokuyordu fırının içinden geçenler...
yeme telaşı olmayan bekleyişimde,
yüzümü okşayan yanan sıcak yüzünde,
mis gibi kokuyordu mısraları...
ellerimi okşuyordu sıcaklığı...
fırın yanıyordu...
karanlığım aydınlanıyordu...
ben huzuru bekliyordum yanan fırının önünde...
ve ekmek ekmek kızardı yüzün gülüşünde...
yanan fırının önünde duvara verip sırtımı,
seni bekledim bütün gece...
rüyalarım uyudular çoktan dayanamayıp,
ben bekledim...
fırın yanıyordu...
karanlığım aydınlanıyordu...
ben huzuru bekliyordum yanan fırının önünde...
ve ekmek ekmek kızardı yüzün gülüşünde..

ben susup,ağladım...

an ; 22.28

24 Ocak 2011 Pazartesi

bıçağın yüzünden okunan...


sesinin soyunduğu adam kadar bıçak sür yüzüme,
kör olsun, teninin kenarlarından keskinliğine dokunan,
bıçaktaki buğulu yüzün...
belkide bıçağa üflüyorsun sen yüzünü kimbilir...
kimin nefesi çizebilir ki yüzünü sen kadar duman,
çeliğin tenine kim giydirebilir bu kadar masum seni sus haydi bana.
kimse kesemesin şiiri teninden,
yüzemesinler seni öyle koyu mavi gibi derinden...

sesinin soyunduğu adam kadar bıçak sür yüzüme,
kör olsun, teninin kenarlarından keskinliğine dokunan,
bıçaktaki buğulu yüzün...
ölüm biletini kesilen ellerinin arasında sıkıp,
öpüp yırtan adam...
ve garda ayaklarını uzatıp oturan küçük bir çocuktu zaman,
bekleyişi tasavvuf...ve gidişi haram...
ölümüm,avuçlarımca öldürüldü bir mektubun sararan hatırasında benim.
pulu haram düşünceler yalandı oysa kaç defalarca cebimden...
posta kutusu zaman mı yaralarımızın peki söyle bana ... ?

sesinin soyunduğu adam kadar bıçak sür yüzüme,
kör olsun, teninin kenarlarından keskinliğine dokunan,
bıçaktaki buğulu yüzün...
ölemeyiz...
çünkü yaşamak,sürgünümüz bizim...
ve her nefesimiz şiiri bu sürgünün...
hasret ki ne hayret,cennetimiz bizim...


* herşey,mutfakta eski bir çekmeceden yüzüme bakan bir bıçağın yüzünden...
bir bıçağın yüzünden okundu herşey...
ve bir kesiğin yüzünden yazıldı tenimden damlayan
sıcağından soğuyan o iki damlacık zaman.

kıRıK kale'm...topAL at...


kıRıK kale'm...ve topAL at...
ve savaştan sobelendiği için çıkan,
yer yer çatlamış kırmızı toprak misali satranç tahtası düşüm.
kaç nokta lazım gelir bilmem hiç,
üç beş atarım cümlenin sonuna baştan savma tavırlarla ama
asla başımdan savamayarak ve sayamayarak...
kaç nokta bir mızrak eder hesaplayamam hiç,
rotası kuruyan kalbime kurulu,
kağıt gemiden ateşlenen tüm topları güm güm atan yüreğimin...

kıRıK kale'm...ve topAL at...
ve savaştan yeni çıkan,
yer yer çatlamış toprak misali satranç tahtası hüzünbaz yüzüm.
kim ''L'' gider bilmem hiç,
yada L NEDEN gider buralardan...
arasam da bulamam...ama yinede aramam...
saldırmam öyle sık sık,
seferlerim hasret duyar birbirine benim,
biri diğerini özler uzun zaman...
kazanabileceğimi bildiğim nice zaferden dönüp sırtımı susmalara,
k(AY)b ETMEYİ seçerim ben...
tüm ben'leri terkederim tenimden...

kıRıK kale'm...topAL at...
ve savaştan çıkan yer yer çatlamış toprak misali satranç tahtası
ellerimden kayıp düşen zaman...
ben piyonları saklarım ardıma önce,
ve tembihlerim kılıçlarıma,
kadınlar,çocuklar ve piyonlar'A ölüm HARAM...

kaç kıyısı var bu tahtanın böyle,
her köşesinde şanlı bir KALe salınır,
umarsız bakışlarında korkusu sinsice dolanan böyle...
hangi hisar meydan okur şAH'ıma haydi korkma söyle...

oyun yazan küçük kızlar bahçesinden geçiyordum öyle,
saklankaçı yazmış birisi,
kÖREBE'yi diğeri...
çelikten çomağı sokmuş beriki kağıdına,
akşam ebesini çizmiş öteki titreyen sabahına...
kadınlar kahvesinde,hangi adamı kokar yaprağından bardağına döktüğün çay ey kadın haydi durma bana dudağından usulca söyleyerek üfle...
soğusun yudumlar her içişinde...
saçların,ah'larının rüzgarı ile yüzünden her geçişinde...

zamAN ; 22.48

yAZAN,YAZMALARA azan ,
yazılanlara azalan , ben...

lider bakışlı tüm sıcacık koyun yünü düşlere...
tireyen eller ile...
korkuyla elele...

16 Ocak 2011 Pazar

iç acılarımın toplamı yüz seksen mi benim ?


kalbimin şekli üçgen mi ki benim ?
ya iç ACILARIMIN toplamı yüz seksen mi söyleyin bana,
kim hesaplıyor bu geometriyi yüzümden peki,
benim yüzümden mi düşen tüm sızılar bulutundan kaldırımlara.
kaldırımlara şiir yazan ustam,
kaldırabildin mi bu adaletsizliği omuzlarından,
ve elindeki kılıcından...
terazin neyi ölçebildi adaletin gözlerinden çaldığı hafif adımlarından.
kalbimin şekli üçgen mi ki benim ?
yoksa sadece benziyor mu ...
kim tartıyor kederimi yüreğimden,sızımı tenimden
ve hasreti elimden söyleyin lütfen...

*acımaz diye düşünülen yaptıklarınızın,yüzümüzde bıraktığı yara iziydi acımasızlık denilen...ve beni aynalarda çirkin diye isimlendirdiğiniz yaralarımla ben,
aynasız odalarımda ne kadarda eşsizdim oysaki...

ve adına yalnızlık dediğiniz veba'm idi,suyun üzerinde yürüdüğüm cennetimin anahtarı belkide...bunu bilemediniz...
sadece kafanızdaki sözlüklerde beni idam ettiniz...
sorgusuz sualsiz infaz sergilerinde beni görmezden geldiniz...en ucuz ölüm dediniz adıma,cebinizdeki kağıt paralara yazdığınız tek mısralık şiirlerinizde...ve şiirlerinizi bozdurdunuz bir kutu sakız niyetine uzattığınız kirli ellerinizde...

aşk ki ; strateji gütmeyen bir şu an'lar toplamıdır zihnimizden yüreğimize dolan dürüst hislerimizde...

aşk ki ; masada poker,kahvede batak,salonda satranç gibi oynanmaz ellerimizde...
bir oyun değildir aşk-ı şu an gözlerimizde...

aşk ki ; kokladığım saçından ciğerime dolan kokundan,beynime vuran dokundan yüzüme ebrulanan felsefesidir hissetmenin...

hissedebildim değil,
hissettim evet değil,
sadece salt kendine söylediğin bir andır içinde dönüverip arkanı kente,
hissettim diyebilmektir seni duymayacak bir martının tüylerine...
hissettim...
tek ispatın içinde yanıp tutuşan ve kül olup
avuçlarının içinden uçup giden zamandır...

tik taksız bir cennetin kulağındaki rüzgarıdır aşk...
zamanı silen yüzünde,zamansızlaşmaktır belkide...
sihirli birşey gibi ama sihirli olmadığını bildiğin...
ilizyon misali her seferde kandırıldığını bildiğin halde,
gitmekten,izlemekten asla vazgeçmediğin bir kandırmaca içimizde...

hokus pokus deyip üfleyin bu gece yanıbaşınızda yanan mumunuza,
belki bir sihir düşer o gece özgür rüyalarınıza...
özgür geceler...

zamanın gerçek yüzü ; 12.36...
öğlen ayazında,yorgun bir gecenin sabaha vuran dayağında...
ben şimdi kime uyusam...
kime uyansam ki acaba...
hangi rAY ,
hangi tram/VAY taşır ki beni çilesiz birkaç saniyelik
gülen mutlu rüyalara.

duvarların dili olsa...


yine gece oldu sevgilim ,
bu kente yıldız düştü gökte işte...
bir uykusuzluk çöktü gözlerimden dizlerime kadar...
merhemi hayalin,kanamaya başlayan yaramızın yine...
yine gece oldu sevgilim ,
sana düştü her yol,dalan her bakış işte...
bir hasret çöktü bakışlardan yüreğime...
parmak uçlarının sıcaklığını özledim yüzümde yine...
yine gece oldu sevgilim ,
uyku çöktü herkesin gözlerine yeniden işte...
en bilindik alışkanlığımız ihtiyaç duyulan...
rüyalara teslim olmak kapanan gözlerimizde...
bir sessizlik pırangasını yüzümüze vurmak uyuyan susuşlarda...
yine gece oldu sevgilim ,
sokak lambaları yanmaya başlayacak şimdi titreyerek
soğuk akşamın son demlerinde...
ve sobası olacak,
üç beş üşüyen böceğe bir mahallenin donan köşesinde...
yine gece oldu sevgilim ,
şimdi yastığında dualarına başlayacak yaşlı gözleriyle
alt kattaki teyze...
ve ben amin diye kapatacağım gözlerimi
onun duasının sonunda bu şehre...
dualarını bölüşeceğiz onunla,
ama onun bundan hiç haberi olmayacak belkide...
benim duyduğum kadar beni duyuyorlar mı acaba
diye düşünmeyeceğim boşu boşuna...
duvarların dili olsa diye bir laf vardır hani,
duvarların dili olsa ben susardım sevgili...
ve mısralarını dinlerdim duvarımın masalım diye her gece,
mum alevi desenli giydiği elbisesi ile...
duvarların dili olsa,
konuşurmuydu şiirler duvarımda acaba,
yada damla damla terlermiydi geceler üşüyen sızılı alnımızda...

15 Ocak 2011 Cumartesi

aşk-aş-ak üçgeni iç acıları toplamı...


AşK neydi...

unutuldu gitti ilk anlamı ellerimde...
cümlede kullanamayacak kadar titremişti dilim heyecandan oysaki,
ilk korku dolduğunda kalbime anlamsızca ve tanımsızca...

AŞk neydi...

neden açlığa tok bakan bir mutluluk gülümsüyordu karnımda peki...
ellerim titriyordu açık görüşlerde sesini duydukça,
kuru ekmeğe ellerimden ıslatılan hatıralar yumuşuyordu
örtülen gülümsemelerimin altında...

ve okudukça tükenmiyordu sayfalar...
bitmiyordu sol yanımızdaki çarpmalar...
kalbimi avuçlarımdan dinliyordum sanki,
sahilde bulduğun bir deniz kabuğu misali.

aşk-aş-ak üçgeni iç acıları toplamı, o üçgenin her nefesinde değişebilir...
çünkü her nefese ait saniyenin bilmem kaçındaki zamanda hissedilenler yürekten her geçişlerinde farklı süzülürler...zaten zaman bu yüzden değerlidir...her an farklı değerde ve debide akabildiği için...

tanımların,tanımlamaların hiç bir öneminin olmadığı bir konudayız şimdi demekki...
demek ki;tüm demlerin bir anlamı yok,karşında seni asıl ısıtacak bakışlar dökülmedikçe dudağından...yudumladığın sıvıdan çok içtiğin hislerin sıcaklığı yanıyor ellerinde...kaç çaydanlık konuşsak ki seninle aşk'ı ...kaç semaver beklesek camda buğulanan yağmur hasretini...tende akıl,dilde zincir,elde idam satırların kahpe suskunluğunda daha kaç şekeri kaybetsek sıcağın içinde bir sihirbazmış gibi...

bilemedim...

edim türkülerde vazgeçtim türkü olmaktan...
ülküsüz koşturan yalnızlıklardan dem süzdüm sızıya derman,
zindana ferman tüm zamanlardan.

oysa ki ,diyorduki tabip : aynıdır ademoğlunun havvakızının ten sıcaklığı her vakit...otuzyedibuçuk...peki neden yanıyordu ellerim elini tutarken...yada ellerin ayrıldığında ellerimden,üşüdüğüm kimdi doktor lütfen söyle o zaman bana..

yenik yüreklerin türküsü çalınıyor sandıktan...


önüne beton duvarlar,bentler,baraj surları diktiğim
içimdeki yazma isteği...
beton döküyorum hergün önüne...
anlamsız olduğunu biliyorum bunun fakat durdurmaya çalışma
çabamdan asla geriye dönmüyorum...
akıl vuruyorum yaz kervanımın ayaklarına *
kıl çuvallara saklıyorum içimden düşürdüğüm mısraları...
kaşınıyor gök yüzüm...

binlerce yazmanın potansiyeline ulaşan yüreğimdeki barajımda,
kapakları açsamda dökülemiyorum bir türlü...
içimde isteksizl/eşen bir teslimiyet var...
önünü yıkmak istercesine güçlenen yaz suyumda,
suyumu donduran birşey var.anlamıyorum.

yazamıyorum...

yazamıyorum ...

yaz/aramıyorum...


ve yenik yüreklerin türküsü çalınıyor sandıktan...
çalanı kim bu yürekten dökme işlenmiş ceviz gövdenin...
hır/sızı kim bu sahipsiz bestenin...

an ; biraz öncesi şimdi'nin...

* teşekkürler üryan yürümeler.

14 Ocak 2011 Cuma

mevsim,saçlarını ıslak rüzgarın taradığı zaman gözlerimde...


yüzüm yüzüne siliniyor sevgilim...
ve üzümler düşüyor asmasından,
kağıda düşen yangında alev harfler misali avuçlarımın küllü ocağına.
kararıyor kağıdım usul usul,geceye dönüyor harflerin yüzü yavaşça.

yüzüm yüzüne siliniyor sevgilim...
ve kim neyi yanlış yaptı bilinmiyor asla...
çok koyunun var kavalının ardından seni takip eden,
sebepsiz...,
sualsiz...

yüzüm yüzüne siliniyor sevgilim...
ve sen en çok şeyTANI oynamaya çalışırken kanatlarını açıyorsun sırtındaki sahnede,
rolünü boğazladığının farkında bile değilsin tertemiz gözlerinde...
bakışların yanıyor bir köy evi gecesi soğuk tenimde...
mevsim,saçlarını ıslak rüzgarın taradığı zaman gözlerimde...

yüzüm yüzüne siliniyor sevgilim...
ağzıma kadar geliyor içimdeki YAZ diyen kalp gürültüsü,
ve sağanak yağmuru zihnimin...
ama duruyorum öylece cümlenin sonuna gelince,fiili eksik bir gülüşle
terkediyorum elimde kalemi,tenimde YAZ diyen hederi...
yazamıyorum bir türlü anlayacağın,
kötüyüm bu aralar...

ama yüzüm yüzüne siliniyor sevgilim...
masada kalan silginin tozlarından topluyoruz öpüşmelerimizi...
silinesi bir mürekkebin silinemeyen gülüşü yankılanıyor
kağıdın duvarlarında ardından,
sessizce topluyor seccadesini sonra yüzümde gülüşünün hatırası bir zaman.

12 Ocak 2011 Çarşamba

köy kahvesinde buluşan mızraplar diyarında...


bir koçaklama yazalım seninle haydi...
sen kendi kağıdına ben kendi duvarıma...
taç takmayı unutmadan son mısrasına ,
yazalım yazabildiğimiz kadar kısa bir hüzün türküsü durma...

ardışık karışıklıklar örgüsü...yün çorabımın beni sıcak tutan türküsü...


ordan ayrı yar esti yüzüme bugün...
sevdayı tanıdı diye yüreği,
sürdüler tüm hasretlerden o teni...
düş etti yaşlar yüzüne,bağ düştü bir damla canına üzümün...

ordan ayrı yar esti yüzüme bugün...
yolları yürüdü elele diye yürekleri,yolları çaldılar adımlarından.
gün batışlarını bıçakladılar kıyıların duvarlarında...
kızıla çaldılar göğü...
ve kana dayandı zalımın kahpe y/eli...

ordan ayrı yar esti yüzüme bugün...
gülüşümde kan kokusu bir pas tadı hüzünlendi,
yüzüm yere düştü savaşında bugün...
c/an tükendi...

ordan ayrı yar esti yüzüme bugün...
takvimde gün ağladı,
avuçlarda kuruyan kan çatladı bugün...
(n)EDEN sorusunu yakıp zihninden külünü kokladı ciğer bugün...

gerçek an , 22.37 ...
yazan , beN...

OKUMUŞ DÜRZÜLER GEÇİDİ SABAHLAR...
bir savaşa yürür gibi telaşla koşuşturan sabahlarda,karşıdan karşıya uçuşan işçi arıların vızıltısı yükseliyordu kulaklarda...herbirinin sırtındaki markalı parlayan kanatlarında,kafalarındaki erkek arıyı kıskanan bir hırs inliyordu...ve koca kovan her bir bireyi ile birbirinden ölesiye nefret ediyordu...yinede dip dibe yürüyorlar ve aynı kovana doğru süzülüyorlardı...kıçlarındaki iğneyi gösterip tehditkar bakışlarla övünüyorlardı her daim;oysaki kimseyi sokamayacaklarını an gibi biliyorlardı...kuru sıkı dostluklar panosuna kusursuz zannedilen yalanlarını iğneliyorlardı her gün...

ve her gün,her sabah uçuşup geçtiler oradan buradan yanıbaşımızdan aynı yalan adımları ve camdan cesaretleri ile...

her güne aynı akşamı topladılar çayırlardan,düş çiçeklerinden...ve toprak hep kandı o yalana...b/al'ı adı yaşam bir ölünün dudaklarına sürdüler,biraz daha yaşayalım lütfen diye her seferinde aynı feth'in...

11 Ocak 2011 Salı

bu bAĞ ...


bu iki dudağının arasında açık kalan nefesindeki b/ağ ...
örümceği kim bu eğilişin peki...
düşüne öreceği ne,huzursuz adımlarda kapanan gözlerinin...

rüzgarına dalgalanan bir bayrak gibi gerildi dalında ördüğü ağı,
sallandı usul usul her an kopacakmış gibi ışıl ışıl,
oysa taşıyordu sırtındaki ağında buz gibi kocaman bir dağı...

bu b/ağ ki dört minare arasına örülü gülüşünde,
bu bAĞ ki dar ağacıydı daralan nefeslerinin üşüdüğü karlı güneşinde.

şeyTANI f/arzıma kazdım...


yazdım...
kendimi deşmek için kalemi vurdum göğsüme her seferinde,
ve kurşundan kürek ettim kağıda sürünen bastonumu elimde...
y/azdım...
ağlayan duvarımın önünde sus ettim sızıp akanları gözlerimden...
hıç/kırıkları boğdum suskunluklara kin ısıran dudakların cephesinde.
yazdım...
kar yağan yüzüme vuran yar'ın sıcak gölgesinde...
ve güneşin yalan yüzüydü gülüşün dudağının yazlık ahşap penceresinde.
üşüdüm yanağından salınıp gamzene dökülen teninin incecik çizgisinde..
yazdım...
kışını terkeden kırlangıcın türküsünde...
şubatından kaçan turnanın ezgisinde hep bir nota azdım...
yazdım...
şeyTANI f/arzıma kazdım...
kağıttan bebeklerin defter beşiklerinde,
en çok yüreğimi sakladım...
benim kalbim sırtımdaki çantada atardı,
bir ben duyardım beni saklı sessizliğimin çalıları arasında.
bir ben uğrardım kimsenin ziyarete gelmediği ağlayışların fakirhanesine.
yazdım...

*
tEZ başım vurula kellem mısra mısra döküle hasırdan kan kazanı OCAĞIMA.
ŞUBATIMA yüzüme gelinliğini eriyen karlar döküle.
MARTIMA üç beş susamın kanatlandırdığı bir lokma şiir savrula...
tEZ zamanı gözlerinde sevdiğim...
ve dudakların,celladı olsun battaniye altına saklı tüm sessiz korkuların.
dudaklarından nazlıca dökülen bir fısıltı baltası olsun sözlerimin.
kes soysuz sözlerimin başını yüreğinde...
al cANIMI dilinin d/ar ağacında çarmağa ger...
boynum kırılsın dilimin cezasını üstlenip kemiksizliğinden,
düşsün cezası masum tenlerin defterine bulaşsın tüm müebbet ağlayışlar...

* tenimi tuz kokusuna sardım sevgili...
ve sayfaları çevirdi rüzgar...ben yazdım...
şiirden gecelere mum olup kanayan mısraları mezarım diye kazdım...
kıyıya çarpan dalgalar ıslattı her seferinde gözlerimi...
ben hiçkırıklarımı yağmurlardan sakladım,
yüzümün zulasında her günün akşamında seni silip akladım...
ve ben tenimi tuz kokusuna sardım sevgili...
kokumu kokunla sildim sıcak gecelerden silip nefesini...
sayfaları çevirdi rüzgar...ben yazdım...

* rüzgar esti savurup denizden dalgaları hoyratça,
ve k/adın rüzgarın boynundan çaldığı tülün arkasından
bağırdı kimsesizliğe : ŞALIM...!!!

9 Ocak 2011 Pazar

Soğuk çAY...


elimde yine su bardağım...
sıcacık anların dumanından devşirdiğim masallarım....
yine zamanında yetişemediğim yudumlarım...
gece düşmüş bardağımın içine...
solmuş çAYımın yüzü,üşümüş elleri...
ve birazda kaşınmış sıkıntıyla yüreği...

bardak ve çAY...beklemişler yine beni...
geç kalmış dudaklarım söylenmesi gereken leziz sözlere belliki...
yüzü asık çayımın tadının...

gece düşmüş bardağımın içine...
Ay dökülmüş çayın kucağına...
ay ebrulanmış üşüyen yudumlarıma...
zaman, dudağımda geç k/alınmış bir bardağın camından yansıyan kan kızıl bir tan.
ve dökülüyor an,
tenimde Soğuk bir çAYın har/am çığlığı alev alıyor...

sevmeyi tanıyışımdı...


loş yanaklı kaldırımların ve güneşe gülümseyen pencerelerin sokaklarında can bulmuştu ilk karşılaşmamız...
avuçlarımdaki kaynayan çayım buz kesmişti tek bir anla paylaşıp sıcağını...
ve dudaklarım gücenmişti bu duruma...

ve yalanmış bana öğrettikleri tüm fizik kuralları...
newton'a küfrediyordu sanki bakışları,al yanağında yavru bir elma ağacı vardı misali.
uçuşuyordu gülüşünün aydınlattığı bahçesinde büyüttüğü rengi al tüm elmaları.

düşlemiştim üşümeye uğraşırken...
karşımdayken dahi düşlemiştim...
yanandağımın ilk lavıydı sanki hışımla dudaklarımdan akarken...

yürümenin dahada tatlanışıydı,ilk adımlarıymış gibi bacaklarımın...
bir bebeğin amatör mutluluğu vardı içimde sanki,
akan günün basit harikasızlıklar diyarında hemde,
sanki her sabah aynı mucize doğuyordu doğudan yüzüme...
karşılaşma ihtimali cennetleştiriyordu o semti yüreğimde...

beklemenin,saatlerce beklemenin heyecan diye tanımlanmasıydı içimde.


üşümeye ramak kalışımdı...
yüreğimi uzatışımdı...
ev nedir anlayışımdı...

bu dünyadan firarımdı...
sevmeyi tanıyışımdı...


sevgili'm günlük yazılarından haşlama bir bardak kaç/ak çay'dan yudumlayıp yazıyorum size...

Yürüsem Yüzünde...


Yürüsem yüzünde...
gülüşünün çizgisine erisem dağımdan baharına katıksız.
gamzene ayak bastı bıraksam haraç misali bir damlasını,
yüreğim dağının avuçlarımın yamacına bakan tepesinden süzüp beyazını...
yürüsem yüzünde...
adım adım...
çözülse yün kazağım her adımında bakışlarım rotasının...
soyunsam ilmek ilmek,adım adım sana...
çırılçıpl/ak kalsam gözlerinde...
her adımda biraz daha ağırlaşsam damla damla su çekip içime...
tane tane batsam tenindeki deniz kokusuna...
yürüsem yüzünde...
bir sıcak hüznü dolasam boynumdan yüzüme atkı diye,
yürünmez mesafelerden üşüsem yolunu...
dudakların...
adakların...
rüzgarını içsem dudaklarının uçurumundan ayaklarımı uzatıp...
çenenin kıyılarından karşılasam denizi yıkayan yağmurun
ağlayan yüzünü.
bir bardak lezzetsiz çayla tutsam huzuru yanağının kumsalında,
ayaklarım çıplak yürüsem seni...
yanağının kokusunu çalsam,
incecik altın kumlarından dokunup tenine...
ve kimseler olmasa sahilinde,
yüzünün kasabasında bir son/baharı yürüsem yapayalnız...
sen bile olmasan...
ay/nalar bile olmasa...
sen bile yüzünü göremesen...
ben yüzünü yürüsem...
gülüşün okyanus kokusunu açsa dudaklarının uçurumuna...
ellerim adım adım dolaşsa boynunun menekşe kokusu sokağında...
boynundan yüreğin camisine inen yokuşta,s/ol yanında
can damarında durup dinlensem üç beş dakika,
bir kısa sap ağlasa bir berduşun kaldırımdaki duasında...
atar damarından bir türkü yayılsa ruhuma parmak uçlarımda...
yürüsem yüzünde...
uçurum kenarındaki evimden baksam gözlerine...
gecedeki deniz rengi gözlerinden uzatsam ayaklarımı
denizine doğru bu şehrin...
sus pus olsa şehir...
saçların dalgalansa yüzünün kıyılarına...
elmacık kemiklerine dek yarışan karabatakları kıskansam yüzünde.

sonra,kağıdımdan neredeyse görünmeyecek,
o kadar küçücük bir gemi katlasam ki sana
yüzünün denizini okyanusu ilan etsem şiirimin...
ve şiir kağıt gemimde batıp dudaklarında ıslansa...
zam/an yüzünde yaşansa...
z/aman yüzünde aşılsa...
gözlerin,geceden ışıklarını çalıp ışıldasa...
gök yüzün ba/kışlarını ısıtsa...

ve ben,yürüsem yüzünde yapayalnız...

gerçek zam/an ; 12.38 öğlenin yalan güneşi okşarken yolların yüzünü...

4 Ocak 2011 Salı

pAYlaşmak...


düşlerin battaniyesi altında çekiyorum ayaklarımı,
karnıma doğru iyice hemde;
çekebildiğim kadar yukarılara çekiyorum kederimi...
kalbim hizasına bağlıyorum dizlerimin sandalını,
yüreğime sırtlıyorum ölmemiş közden dertleri...

sonra duruyor tüm yazmalar içimde birdenbire...
kalakalıyorum...
durakalıyorum...

bu aralar birşey var bende...anlamıyorum...
düşlerin battaniyesi altında çekiyorum ayaklarımı,
karnıma doğru iyice hemde...
uyumalara bilet arıyorum heyecanla,kaçmak için bu dünyadan...
saklanıyorum battaniyeden masal rüyaların etekleri altına...
çocuğu oynuyorum koca adam rolümde...
rol çalıyor benden berduşlar...

ve p/aylaşmak...
gözümün gördüğünü gözlerine anlatmaktır...
düşlerimi avuçlarımla üşüyen yüzüne okş/atmak...
sustuğum tüm fısıltıları boynunun kalbine dökülen su/kan kanalına s/aklamak...
usul usul uyuyup,kabuslarımı d/ağlamak...

ve p/aylaşmak...
güneşin gökteki koynundan çözülüp,elinde bir avuç suya düşmek gözlerinde...
adı g/itmek...
cüzzamlı yüzümden seni cennetine itmek...

ve p/aylaşmak...
gökte karanlığı,yerde eğilip içtiğin suyu gözlerine hapsetmek...
tenimi tenine yüz sevgili...
tenimi teninle y/üz...

ve p/aylaşmak sevgili...
bir bulutun ardına atıp yükünü,göğün karanlığından yağmak yüzüne...
sızılarından s/aklanıp yüreğini,
tüm atışlarından susmak göğsünü...
sus pus ölmek yüzünü...
gemi yutan dev bir okyanusa ebrulamak sevdayı...
kağıtsız kalmak ,
mermisiz kalınan bir an gibi en acımasız çatışmanın yan masasında...
çaresiz b/akakalmak...
damlaya damlaya,
süzüle süzüle,
sicim sicim yaşlarınca kırbaçlanmak...

ve p/aylaşmak...
kapattığın bakışlarının sadece senin görebileceğin aynasında sevgili,
ışıl ışıl rüzgarınla sallanmak...

diş'e diş...
kana kana kan'a kan...
mektup'a mektup cevaplardan...

1 Ocak 2011 Cumartesi

el vedasız çekileceğim karşından...


el vedasız çekileceğim karşından...
yüreğin köşesinden bir sıcak kan yürüyecek etten kopar gibi sanki can.
içerleyecek avuçlarım belki...
belki gözden düşecek çorak elimin hayali kimbilir.
ben,terkedilmiş gömeceğim sızımı kimsesiz bir el gibi.
mezarı,hayal edişim olacak yüzünün...
ve ben mezarının başından hiç ayrılmayacağım...
yüreğimden süzüp bardak bardak biriktireceğim yağmuru avuçlarımda,
sonra usul usul dökeceğim suyunu toprağına,
ürkütmemek için serçe yürekli çiçeklerini toprağının üzerinde...
buzdan çözeceğim sana içirdiğim suyunu,
ve avuçlarımın sıcağından ılıştıracağım dudaklarına dokunacak ilk su damlasını.
ılık bir serinliği giyecek o an dudağındaki gülüş...
ben yüzünü yağmurla sileceğim...
bulutu beyaz,yazması siyahı çalan yavuklu...
toprağını örten küreğin sesi çalacak kulaklarımda,
söylediğin son şarkı olacak gülüşünden yüzüme değen salt gülüşünün sesi.
soba başındaki veletin yüzü gibi gevşeyecek mutluluk yüzümde.
soba'mdan bir AŞ/k çıtırtısı çatlayacak yanan odunun çığlığı zannedilen,
aslında ısınan bayat ekmeğimin kokusu dolacak gözlerimdeki ışığın çehresine.
mutlu ağlayacağım ey sevdanın gavurdan yüzü...
avuçlarımın sızlayan tuzdan kozası...
avuçlarından avcumun çizgisine dökülen her geçen gün azalan o kokuyu özleyeceğim.
susacak bir vapurdan gözlerime düşen bulutların resmi,
gri'ye kaçacak şehir...
beyazı karalar bağlayacak ellerimin...
gri'ye susacak bu kent,bu taştan yollar...
at adımlarımda nalsız adımlar acıyacak...
yaşlar ıslatacak ekin başlarını gecede...
düşlerin kırağı çalacak düğünüme gecemde...
ağlayacak gülüşlerim...
yal andan bir sızıyı kanayacak beklenmedik bir türkü belki,
radyodan yüreğim göğsüne bir çuvaldız saplanacak...
sokakta bir çığlık düşecek terkedilmiş bir çocuğun cebinden yere...
açlığın kokusu toplayacak zengin düşümüzü susuz saçımızdan...
bir telefon sesi çalacak yan evden uzaktan mı uzaktan...
kaç adımı kilometre yapacak kedere paslanan bu yürek ah ki ne aaahh...
ofumu ofuna çaputlayacağım...
dileğimi bahçendeki ağacına saklayacağım,
terkedilmiş kuş yuvasındaki topraklı bir saman parçasına bağlayacağım belki.
kimse bilmeyecek yüreğimi elbet...
kuşlar pencerene koşup söylemezler ise eğer...
göçünü terketmiş göçmen kuşlar kahvesidir,
soğuk kıştan kaçan o sıcacık avuçların.
sıcacık üşüyüşlerin yazdan bahçesi sesin...
kim sıcak nefesini üflemiş ellerine senin,
ve nasılda saklamışsın sen o nefesi avuçlarının sıcacık kesesinde...

el vedasız çekileceğim karşından...
yüreğin köşesinden bir sıcak kan yürüyecek etten kopar gibi sanki can.
içerleyecek avuçlarım belki...
basılmamış karların üzerinde adımlarken gökten usul usul yağan zamanı,
o tarif ve taklit edilemeyen kardan adımların kar sesini
dinleyeceğim son türküm diye geriye yürüdüğüm tepelerde...

vakit;18.25...k/arsız bir akşamın kar soğuğu nefesinden geçip düşüyorum kağıdıma...