29 Aralık 2011 Perşembe

bir ankara hatırası ...


mASAL;

''patikleri güzel insanların masallarıda güzel olur elbetteki...'' dedi çocuk ve sustu.

eğik başlı gövel ördeği ruhuyla paytak paytak gülümsedi sonra...

1 varmış 1 yokmuş...inanın 2 çok kızdı bu dalkavukluğa...

çünkü sadece KENDİNE ve BİR'e bölünebiliyordu bu dünya...

ankarada kar nede güzel yağardı dedi radyoda bir ses sanki sonra,

oysa ankara yağardı çocukluğuma öylece...

ve ne zaman ankara yağsa bir masaldan üzerime lapa lapa,

yüzümde çocukluğum erirdi usulca...


*yüzümden gülüşüme eriyen masalların diyarında...


*sağol yabancı.

23.09'un akşamında

4 Aralık 2011 Pazar

lar'lı tüm kalabalıklardan,yalnızlığa göçmek istiyorum...


gitmek istiyorum buralardan...
küçücük bir balıkçı kasabasının balığı olmak istiyorum hatta artık...
söyleyin bu şehre,terketsin beni...
kaçmak değil,
gitmek istiyorum buralardan...
lar'lı tüm kalabalıklardan,yalnızlığa göçmek istiyorum...

ben ve amin sözler kıraathanesi...saat bilmem kaçın bahanesi.

yüreğin nadası bu...


kapılar kapanmış üzerimize...
kapı dışı edilmişiz...
kalakaldık desene günlük böylece...
diyeti buymuş demek ömer ustam bu zehrin...
boşver neyse...

yazamıyorum...
dökemiyorum,dökülemiyorum...
birşey oldu...
doluyum,taşıyorum içten içe ama
bir türlü yağamıyorum bilmiyorum neden...

* dilde yara zamanlar bunlar belliki...zincire vurulmuş bu susuşlar zaten bu yüreğe merhem mi ki? ağacımdan umudun rengini döküyorum takvim yaprakları diye şimdi...

26 Kasım 2011 Cumartesi

''adından uzak bir yer''


doyumsuz yüreğimin zincirlerini üşüyor gökyüzü...
müebbet bir esaret bu...
''adından uzak bir yer'' bu hapishanenin adı...
sakın gülümseme bana,
senide atarlar düşsüzlük duvarlarının ardına sonra...
yapayalnız kalır ruhun önce,
unutursun gülümsemenin gerçek anlamını...
gün gelir,
beklemez hiçbir umut seni artık...
yüzündeki masken bile küser sana...

doyumsuz yüreğimin zincirlerini üşüyor gökyüzü...
gardiyanın kalemi dövüyor mısralarımı ara sıra...
kan revan bir kafiyenin kıvranışı bu zeminde...
adı zaman,henüz doğmayan kızımın...


*duvarımda üç beş çizikten sonra vazgeçtim duvarımdan günleri koparıp atmaktan...
zaten buralarda takvimler hep aynı yalan...
değişmiyor hiçbir sabah,hiçbir an...
otuzluk ampulün ışığında hep aynı sabah aynı tan...

tenindeki yaraların bir ismi var mı mesela...?


- merhaba yabancı !!!
- merhaba salakh.
- bir ismin var mı senin ?
- gerekli mi sence?tenindeki yaraların bir ismi var mı mesela?
aynı şey buda...
- sütlü nuriye,maykıl jeksın(kabuğunun altında huzurla uyusun,amin)
maykıl cordın...ve evet her yaramın bir ismi var tenimde.
- hmmm...ne ? !
- adın ne senin küçük balina ?

-çiçimamatoştik...

ve sahne kapanır...
kedi konuşur,
adam şaşırır...



*zaman acımasızca geçiyor ufaklık...her tik tak sesi,sanki bu savaştaki kılıçların çarpışan öpüşmelerinin sesi...çelik,keskinliğine küsüyor artık...artık teni çok yakıyor tüm kesmeler...acılar büyüyor ufaklık,acılar büyüyor...

sessizlik cehennemi...


Kim sessizlikte yaşatmak zorunda kaldı ki ruhunu?

- cehennemin sokağında uyuduğum günden bu yana bu yarım yaşamda,
cenneti özlemeyi gömdüm benden çok ama çok uzaklara...




* bizler,sessizlik cehenneminin günahkarlarıydık artık...
bir çıtırtı duymanın düşüyle yanıyorduk tüm günahlarımızla...
ama bize cenneti dinleme şansını bir daha hiç vermediler...
sustuk tüm günahkar yangınlarımızla...


bEN...
sıfırbeşkırkyedi...

aynamdaki adam...


sessiz adımlar atıldı ahşap döşemelerin ihanetinden korkarak birazda...
tek çaba vardı oysa,
kendini,yaşadığından ötürü sorun gören bir çocuktu
aynamdaki adam...

mutlulukla dolan cennetlerini kıskanmak evlerin,bir kenarda...
zenginden çalmak birkaç yarım gülümsemeyi birazda...
robin hood kahkahalarla dönmek evsizliğine...
sonra sessizce kaçıp dönmek gidecek bir yerin yok itiraflara...

arka bahçesi cennet çocuklar sokağında dolaştı bugün,
yetim yürekli çocukların robin'i...
birkaç gülümseme böldüm yine onlara...
yani kızma bana...

sanki yokmuşcasına...


herkesin gözü kapalı mı bu saatte acaba diye düşünmek...
saat sabaha karşı sıfırbeşonsekiz.
hiç kapanmamış gözlerin sahibinden bunlar sana...

özlem tekin,sen anla çalıyo radyoda...
evet,radyonun sesi çok kısık...
sanki yokmuşcasına...

16 Ekim 2011 Pazar

radyo zamanlar durağı...



bugünlerde her daim dinlenilmekte...

27 Eylül 2011 Salı

N...


- peki kaç yıldızı var bu gök/yüzünün ?
- hesap makinasına su kaçmış,başlayalım mı beraber saymaya...


n...

24 Eylül 2011 Cumartesi

Fatiha düşler sokağında çekirdek kabuklarını eziyordu gülüşlerimiz...


adı masal ağlamaların ıslak kokusuydu yüzünde kuruyan tüm sızı geceler...
ve yüzünün kokusunda çıplak ayak uyuyakalmaktı cennetin resmi yüreğimizde.
bir kölenin,
zincirin soğukluğuna sarılmasına aşk dedikleri yerden yazıyorum bunları size.

bardağından yansıyanlar güzeldi...
ve ayrıntıya gizlenmiş bir geceydi gözlerinde bu şehir...

kervanın en arkasından çiziyordum ayak izlerimizi ben bu çöle...
sarı kumlar korku salıyordu içimize...
ama söylemeliyim,
sarı korkutmazdı hiç beni...

Fatiha düşler sokağında çekirdek kabuklarını eziyordu gülüşlerimiz,
ve tesbihler düşüyordu gözlerden ilk,
g/öz yaşlarından da önce...

bırak bu DÜNYAYI başkaları kurtarsın...


GİRİŞ ;

ruhsuz ve duygusuz kalakaldık öylece,
bırak bu dünyayı başkaları kurtarsın dedik sürgünmüşcesine...
esiriz...

nedendir bilmiyorum...
aşk yaprakları döküldü gitti ağaçlarımızdan...
çıplak kaldı düşlerimiz,hayallerimiz...
üşüyoruz...

nedendir bilmiyorum...
kıramadık zincirlerimizi bileklerimizden...
sızlamasını dahi özledik tenimizin...
özlemliyiz...

nedendir bilmiyorum...
sımsıkı sarılmışız aç bitap yalnızlığımıza...
sanki yalnızlığımız bir yere kaçacakmış gibi...

sevdalıyız biz...
ama neye bilmeyiz hiç...


tanımlanamayan sevdalar sandalı kumlara bağlanır şimdi...


GELİŞME ;

bırak bu DÜNYAYI başkaları kurtarsın diyen sesler yükseliyor tembel cesaretlerden...


SONUÇ ;

ve son/uç geldi işte bağlanması gereken...
bağlamak yok serbest bundan sonra her son,
ipini salsanda,küreklerini kırsanda,
yine kumsalına dönmez mi sanki başıboş tüm sandallar ...?

son/uçsuz bucaksız tel örgüler cennetinde yaşamaktı bu şehir...
biz en çok esareti sevdik belkide...

* kuş bakışı şehir romanları...

20 Eylül 2011 Salı

yüreğe düşen kar...



* yüreğine sordun mu hiç neden kar soğuğundan içiyor nefeslerimi...


GÜLÜŞÜNÜN PİRİNÇ TARLASI...

ellerimin arasına düşüyor yüzün sonra bir anda,
ve karaya beyazını vuruyorsun avuçlarımın sarp kıyılarında...
beyazı,gölgelere sürüyorsun yaz sıcağı dudaklarının patika yollarında usulca.

yüzün ki;gülüşünün pirinç tarlası...
sırılsıklam,ıslak toprak kokulu yanakların...
gözyaşlarında büyüyen pirinç taneleri düşlerin.
pirinci keder mi büyütüyor peki...

gülüşünün pirinç tarlasında al ışıltılar zamanı,
utanışının yüzündeki misali...

ne zaman düşsem yüzüne düşümden;
yüzünde dolaşsam sessizce,
bakışlarımın paçaları ıslanıyor,
tenine değen toprağının ıslak kokusuna değip...
ve yüzünün munzur çizgilerinde sulu bir tavır karşılıyor bizi,
çizgilerinden aşağı doğru gittikçe ıslanan bir gülüş ağırlıyor bizi yüzünde.
yüzünde ince ince bir yağmur ıslanıyor,
yüzüme ince ince düşlerin yağıyor...

kederine sarılıyor daha bi sımsıkı gözlerin o anlarda.
keskin uçurum kenarı bakışın o zamanda...
tutunamıyor kimse,
elleri kesik adamların cesetleri yatıyor bakışlarından düşen hayatların mezarlığında.
adımlarının ucu,gözlerinin uçurum dibi...

ne zaman yüzünde dolansam sessizce,
çamura boyanıyor titreyen yüzüm...
parmak uçlarımdan bozkır ayazı yükseliyor sanki...
düşünüyorum her daim aklım almaz neden,
yüzün ne kadarda sırılsıklam sevdiğim...
adım boyu seller tablosu yüreğin...
adın boyu seller tablosu yüreğim...
yüzünden akıyor yağmurunla yüzüme tüm renklerin sanki...

çatlıyor dudaklarım susuzluğuna,
yüzünde sel mağduru düşlerim ağlıyor...
sımsıkı yumduğun avuçlarından kaçıyor şiirlerim...
gamzende saklanan sessizliğine esir bir yürek ağlıyor...

ve
nedeni yüreğine düşen kar...

3 Eylül 2011 Cumartesi

tutulmayacaksa zaten neden bu kadar güzeldir ki avuçlarının kokusu...


yeminler verilmez gayrı...
tükenir usul usul sevda derler ey şu kendini bilmezler ordusu...
tükenmez oysa hiçbirşey,dönüşür
sudan buza,gamdan yasa...
dönüşür oysa herşey değişmiş gibi yapıp...

yeminler verilmez bundan sonra...
durulur mevsim,durulur deniz...
isyanlar durulur,
çatlayan ahşap helkeden su sızar gibi azalır sen anlamadan
tüm hasretler gün be gün...
geriye kıymık anlar kalır sadece...

birde şarkılar...

yeminler verilmez artık...
utanır yüzde suret,tende saklanan kan ve kızaran zaman...
susar akşam bir ezan boyu ve uzanır güneş sıcağını soyunup...
geriye geridekilerde kalmaz sonra...
tutulur tüm tutkular akşamın serin hayin rüzgarında...

yeminler verilmez bundan gayrı...
tutulmayacaksa zaten neden bu kadar güzeldir ki avuçlarının kokusu...
avuçların çocuk kokusu...
çocuk hayallerimizi saklayan teninin küçük sandık kutusu...
avuçların çocuk kokardı senin...
masumluğun kaybetmeyelim ne olur korkusu...

oysa ne kadar güzel kokardı senin sözlerin,
ne eşsizdi rüzgarın taşıdığı yeminlerinin o bulunmaz uzak kokusu...
yeminlerin memleketti senin...
ve bu şehirde biz senin yeminlerini özler dururduk durmadan...


14.55 isyan akşamlara telgraf uzanışlar bunlar...oradan yazıyorum bunları sana.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

...


ve oldu...
odama ay tüm ışığıyla doğdu...
sonunda yüreğim gece karanlığı...
gülüşüm utangaç bir cırcır böceğinin kısık seranatı...
ve oldu...
ölüm öldü bu gece içimde...
yüreğim avuçlarıma saklandı işte...
ve oldu...
kaldırıma uzanmışım ben gülen gözlerle,
bilmelisin ama,
çünkü tanrıçalar göz kırptı bana...

zaman;geç saatlerin bekleme salonu yalnızlığı...

Ortak parantez;duman...


kıyısı pekte kalabalık olmayan bir kasabaya benzeyen o masum burundan,
bir ovanın örtüsü olabilecek kadar sisi üfledi sanki yüzünün önüne bir maske diye...

ve kayboldu gökyüzünden tüm mavileri,
uyuyakaldı bakışları üstelik kapanmadan gözkapakları;
gözlerinin o el işi eşsiz ahşap kapıları...

bulutlarına dek gökyüzünün,durmadan yükselen gök uçurtmasının sırtına binip yükselirmiş gibi durdu birkaç saniye nefes alış verişleri...karnında tanımsız bir korku nefes aldı sonra...ağrı desen değil,yok bişeyim iyiyim desen hiç değil bir an doğdu yüreğine...

göğün mavilerinin arasından yüzercesine uçtu bakışları ,
yüzünde kocaman elleriyle saçlarını savuran,
yüzünü tokatlayan rüzgarının şefkati ile yükseldi durmadan...

bulutlarına dek uçtu göklerin...

göz gözü görmez beyaz çarşafların göklerde uçuşup oynaştığı basamağına dek tırmandı göklere...ve bir anda kayboldu tüm maviler gözlerinden...her yer rüzgarıyla dans eden,oynaşan beyaz çarşafların dünyasıydı artık sanki...bulutlar arası dolaşmalar atlasında isim şehir oynamaya başladı sanki sonra parmak uçları...

- sevişmek kimsin tenimde ?
- kağıttan uçak katlamayı biliyor musun ? birden fazla şekilde ama ?
- peki ya sen kağıttan gökyüzü yapmayı biliyor musun söyle bana...

gökten düşer gibi hissettiren küçük zamanlar yaz not kağıtlarına olur mu,aslında gerçekten düşmeyeceğimize inandığımız ama içten içe delice korktuğumuz hisler çiz kaleminle üzerimize...türbülans kağıtlar iskelesi olsun yastığımın yanıbaşı...

tüm kağıt parçalarını,kaybolmaktan korkan küçük masal çocukları gibi kırıntı kırıntı toplamak istiyorum...parmak uçlarım ekmek sepeti...parmak uçlarım gırgır vicdanlar müzesi...

- önce uçak mı düşer yoksa aynı yükseklikten bırakılan uçurtma mı ?
- uçurtmanın yolcusu var mı peki ?
- uçak çok daha ağır değil mi ki ?
- katladığın kağıdın üzerinde yazanlara bağlı herşey,gerisi sadece rüzgar...

zaman,rüyalar uykuya dalınca zamanı yorgun gözlerimde...
iyi geceler rüyalarım,siz uyuyun.ben başınızda beklerim...

6 Ağustos 2011 Cumartesi

kurşun kalemler kahvesinde...


kurşun kalemler kahvesinde kırıyorum ucumu...
bir pişmanlık ÇIT'lıyor içimden o an...
şiir'in idam ilanı bu belli ki...
düşlerin mahkumiyet zamanı yeşil örtü masada...

kurşun kalemler kahvesinde kırıyorum ucumu...
bir mısra düşüp ölüyor akrebin soktuğu zamandan...
bir sevda ilanı bu belli ki...
ve hakikatin müebbete esareti beyaz kefenli dakikaların alnında...

kurşun kalemler kahvesinde kırıyorum ucumu...
ve köylü bıçağım yontuyor tüm yeni umutlarımı...
düşlerimi açıyorum ilkokul çöp başı duraklarında...
plastik kovaya yazılmamış mektuplar düşüyor,
ben kalemimi açtıkca...

ve yelkovanı kırık bir duvar saatinin akrep yalnızlığıdır şimdi yüzümüzdeki zaman...


kimse bilmez...
haklıydın...
kimse bilmedi sözlerimizin elele aynı cümlede dans edişini mesela...
görmek zordu,
sessizliğimizde gözlerimizin birbirine teslim gevezeliğini...
bakışlarımın tercümanıydın sen oysaki...
ne kadar suskunsam o kadar gülümsüyordu yüzün duyduklarınla...
kimse anlayamaz'ın istisnasıydın içimde o an...

kimse bilmez...
haklıydın...
kimse bilmedi birbirimizi şans eseri gördüğümüzde,
bu şansın esiri olduğumuzu kayıtsız şartsız...
ah ahh...
şansesiri zamanlar diyarında,
görünmez prangalarımız varmışcasına ayaklarımızda,
uzaklaşamadığımızı birbirimizden...

ve yüreğime yüreğin siyam ikiziydi sanki,
aynı nefesi aynı kalbe çekiyorduk misali...

kimse bilmez...
haklıydın...

onlar gibi boş haplara inanmayışım sürgün bıraktı beni herkese belki...
yalan mutlulukları giymektense çırılçıplak üşümeyi tercih ettim ben...
bu soğuklar öldürmez beni,
tersine acı çektikce,sırf bu acı gerçek diye
mutluluk düşer yüzüme benim...

kimse bilmez...
haklıydın...
peki öyleyse yalnızlık nedir 0 vakit ?
yalnızlık kimdir ?

koca bir aman...
ve yelkovanı kırık bir duvar saatinin akrep yalnızlığıdır şimdi yüzümüzdeki zaman.

mezar taşlarına şiirler çizen yüreğindeki azap...


mezar taşlarına şiirler çizen yüreğindeki azap...
ahh şu azap...
ve kederin karanlığa gölge duran yüzü,gülüşün...
sordum mezar bakışlarına, üşüyen evsizleri dahi ısıtan avucundaki toprağa,
-kimi gömdünüz buraya ?
sanki birazdan sönmeye gidecek bir kandilin ışığı gibi bakışlarından döndü bana yüzünü,
kulağıma şiirden dualar esti rüzgarı diye sanki o an,herneyse...
ve sustu sadece,bir cevap vermedi nedense.

güneşe küs fısıltılar kulağımdan düşerken...


fısılda bana...
en esir düşleriyle tüm kalbini...
sus pus olsun etraf ki,
sadece dudaklarını beklesin duyduklarım...

fısılda bana...
duyulmasın dudaklarından tenime düşen kırıntılar...
parça parça parmak uçlarımdan toplayayım bana sunduğun tüm harflerini.


fısılda bana...
feryat figan çığlıklarını üfle,kulağımdan yüreğime kurşun sıkar gibi...
yüzlerce sayfalık bütün hikayenden sadece tek tek,
noktalarını toplayayım ben,
bir evden daha büyük bir dut ağacından,
küçük tatlı dutlarını toplar gibi...

fısılda bana...
yüreğinden düşen dut tadı değmiş tatlı nefesini
dudağıma usulca sürer gibi,
fısılda bana yüreğini...

zaman : güneşe küs fısıltılar kulağımdan düşerken.

2 Ağustos 2011 Salı

bakışımı sağıyordun bilmeden oysa...


bakışımı sağıyordun bilmeden oysa...
ve kederimin kara sütünü yutkunuyordu dudaklarından kaçan zaman...
akrep bile titriyordu saatte bir atabildiği adımlardan...

bakışımı sağıyordun bilmeden oysa...
boş bakışlarımı kaldırıyordum gökyüzüne ben elimden kaçan bir uçurtmaymışcasına,
ve kekik kokusu bir rüzgar hayal ediyordum kollarımı üşüten,
gözlerimi kapadığım düşlerimde...

bakışımı sağıyordun bilmeden oysa...
oysa, ne rüzgar uçurtmaya esmekten kaçabiliyordu
nede uçurtma rüzgarsızda uçabileceğine inanıyordu...
bilmiyormuş gibi yaptılar hep...

bakışımı sağıyordun bilmeden oysa...
ne zaman düşlerimi senden kaçırmaya çalışsam,
kuyruğu kopan düşlerim döne döne sana düşüyordu...


bakışımı sağıyordun bilmeden oysa...
ve kederimin kara sütünü yutkunuyordu dudaklarından kaçan zaman...
akrep bile titriyordu saatte bir atabildiği adımlardan...



ve ''buda geçer'' ilaç satanların yalanıdır oysa...

31 Temmuz 2011 Pazar

bilinçaltıma süpürülen düşler...


bilinçaltıma süpürülen düşler...


ağzımdan sağanak halde yağıp düşenlerin ardına saklanırdı oysa salt gerçeklerim...
asla ses kazansın istemediklerimiz...
mülteci sırlarımız...
bu nedenledir ki,ne kadar konuşursa konuşsun dil
aslında suskundu hep yalnızlığımız...

* -peki ya yüreğinde atan neydi o vakit söyle düş sabanı zamanlar çobanı ?
-bir virüs gibi bir düşünce ile ekilebilir miydi AŞK zihine peki,
yada kalbine dokunabilir miydi sulanan tüm o hayal edilenler...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

sigara'm sağlığa zararlıdır...


SiGaRa'mın dumanına üfleyen kumdu yüreği...
ve çölümün battaniyesi üşüten teninden esen imanı...
yine düşüne kurulan saatler...

düşü sen masallarımın kentiydi oysa is odası gökte tan...
ve yinede hep pişmandı istanbul...

üç beş tütün yaprağı,iki üç ottu oysa yanan,
adını AŞK koydukları bir kanser korkusuydu naylon paketteki zaman...

SiGaRa'mın dumanına üfleyen şiirdi bana esen teni...
adı korku,tadı bitmiş filtrede yanan dudaklarındı oysa,
kitaplarımda hep sevda diye yazan...

ıslak dalların kurumasını bekleyen sabır'a düştü ,
soba üstü yüzünde harlanan gülüşü...

ölü doğan bebeğin sessizliğini yıkadı ana yüreği gözlerinde...
meğer nede büyürmüş acılar yüreğin içinde,
yüreği gebe sevdalar köyünde...

kültablası yüzünde kül tablosuydu sanki hüznü...
içinde bir dudağın harladığı dalında batırdı güneşi izmarit diye...
kül kül ağladı eskiler...
ve son dal sessiz sessiz uğurladı akşamı teninde...



* gözlerinde ebrulanan gemimde yaktım seni içime daha çok çekebilmek için belkide...

ŞAH ... !


aldanma sakın !

seni sallıyor sandalyen ,

adı sallanan sandalye'N koyulsada en sedeflisinden...

yapa yalnız durağı...


sen terkedebil diye ben sırtımı dönüyorum bu saklambaca...

adını korkuyo koyduğun bir ördek yavrusu bu sandal bu şehre...

sus ki poyrazını vursun şu kuzgun dalga...

ve sen ki ömrünü döven yalnızlığısın bu kentin...

bırakta durağı kör kütük avuçlarım olsun bu kadar bile olsa akrebin...

sen terkedebil diye ben sırtımı dönüyorum bu saklambaca...

sayıların kaçabilsin çığlık çığlığa dudaklarından diye belki...

ismi silinsin diye silik tüm karalamaların,kağıtları yanıyor bu şehrin belki...

sus ki ağlasın bu yelkovan rüzgarından pusulanıp...

düş ki düşlensin anılarından kıvılcımlanıp...

avuç içi kadar tozlansın saklı kelimeler dudaklanıp...

sen ki ömrünü giyen çıplaklığısın bu kentin...

sen terkedebil diye ben sırtımı dönüyorum bu saklambaca...

önüm arkam sokak lambalarına avuntu titremeler atlası...

sen kadar bir kıta var mı ki dünyamda ... ?

sus ki kanasın tüm cevaplar suskunluklarını tenlerine...

sus ki tutuşsun akrebin sana bakan ucu duvarda...

üşüyen ellerim avunsun ateşine...

sen terkedebil diye ben sırtımı dönüyorum bu saklambaca...

sobelensin bu şehir şimdi karanlığına...

kapansın perdeler ile gözleri,loş ışıklarıyla sokağındaki her pencerenin...

ve mumdan damlayan her kıvılcımdaki çıtırtı saysın akrebimin gözyaşını...

iyi gecelere inat kötü kaldı her şafağın kan kızıl süngüsü...

beni sobeledi yelkovan...

seni üşüdü türküler bu akşam...


23.46 durağı

19 Mayıs 2011 Perşembe

ve kendine yalnızlığını kazıyordu sadece zaman...


ve kendine yalnızlığını kazıyordu sadece zaman...

pili biten dualar çöplüğünde dua arayan insanlar kadar açtı tüm rüyalar...

sustu sonra tüm eski hatıralar...

kayboldu saklı pişman bakışlı tüm eşkiyalar...

uyudu şehir...

gözlerini kapadı tüm sokak lambaları ardından...

karardı,rüyalarını üfleyip söndüren tüm rahibeler...

eridi düşler,soğuyup üşüdü tüm yangın yeri acılar...

zamansız acılar mezarlığındaydı akrep ile yelkovan ,

ve kendine yalnızlığını kazıyordu sadece zaman...

Ey Yolcu... ;


ey yolcu ;

hergün geçtiğin bu yollar monoton hislere dönüştüyse kalbinde çoktan,
teninde uyuşmuş ve hissizleşen eylemlerin varsa hala her gününde,
siyah beyaz perdede başka başka aşk hikayelerinde uyanıyorsa hayallerin,
ve ne zaman uyuyakaldığını dahi hatırlamıyorsa zihnin,
başkalarına ait birkaç saniyelik anlar gözüne çarptığında monoton gününde,
ancak gülebiliyorsa eğer üşümüş yüzün ,

sen bir prangasın kendi kafanda sürgün yaşayan...bir prangalı bile değilsin yani...
sen bir prangasın,kendini hapseden zamanlarının gardiyanısın saatlerine demek ki...

EY YOLCU ;

artık sakin olma...
aksine tüm sakinliğini soyun üzerinden şimdi...
unut tüm ışıklarını bu şehrin...
çırılçıplak kalsın artık beynin...
sıfır yada bir değildir hayat sadece,unut bunu...
at mantık kitaplarını raflarından...
bas en ağır küfrünü ağzından hayatına...
gülümseyişin isyanın olsun bu esir ve sessiz zamanlarına...

EY YOLCU ;

Sevdiğin Şeyler Bu Hayattan Kaçış Noktan Olsun...
sevdiklerine doğru yola çık artık...
ilk adımını dahi atmasanda şu ana kadar hayatında,
sen hep yoluna aşık yolcusuydun sevdiğin yolların unutma...
daima hatırla...

iyi yolculuklar...

14 Mayıs 2011 Cumartesi

ince maraz...


hey doktor ,

bak tenimden yer çekimine teslim düşen sıcak kırmızı damlalara haydi...
teşhis koyma gerek yok merak etme,biliyoruz ne olduğunu...
tedaviye neden yok,
birkaç umut yalanıyla üfle küçük alevine kalbimizdeki mumun tam şimdi.
inan bu yeter bize...

hey doktor ,
söylesene hipokratına : bu asla tutulamayan yeminler niye ?
belki anlardı beni o kimbilir...
sövsem dünyaya dünyalar kadar ağrısı azalır mı bu acıların söyle.

hey doktor ,
göremedin yine niye geldiğimi yanına...
bahane yaralar,ağrılar aradım bende üstelik boş yere...
neyse...
görmek zor belli ki,kim suçlayabilir ki seni...
ince maraz bu bendeki...
reçetene okunmayan şu yazınla sade ve sadece '' bir umut '' yaz doktor.
hafifleyebilsin yüreğimdeki tüm bu acılar,
bir umut yaprağına tutunup uçabilsin tüm o uğurlu zamanlar...

zaman : ahlaksız bir 02.42


* hey doktor ,sevmiyorum seni hiç.biliyorsun sende bunu...bildiğini biliyorum...ve seninle beraber tüm bu dünyayı sevmemeyi seçiyorum...yanlış olduğunu biliyorum merak etme...kalbimde ağrıkesici zamanlar aranıyor yazıyorum...çünkü bu ağrılar gerçekten acıtıyor...

iyi geceler günlük...


boktan zamanlar...

boktan zamanlar tekmeliyor burnumuzu şimdilerde...bir tıkanıklık var haberi henüz gelmemiş kulağımıza...görülemeyen bir endişenin ürperişi bu tenimizde sadece...ileri görüşlülük ilkelerine her ne kadar bağlıymışız gibi görünsekte,ileriye bakmıyoruz asla kafamızı yerden kaldırıp şu anda...malesef...

insanı üşüten,şaşırtan bir yaz rüzgarı bu geceden üzerimize esen...sırtımızda soğuk parmakları dolaşan ah şu içimizi üşüten,gülüşümüzde tireyen yel...bir anlık titremelerde ellerimizden düşürdüğümüz zamanlar...oysa ne kadarda kıymetliydiler...kuma düşen zaman ve camdan hapishanesinde kum saatinin,kuma dönüşen şu an...

insanı düşündüren...batarcasına derin bir maviye kaybedilen umutların kazanılması ihtimali ile teslim olunan bu deniz...zaten okyanustan kim korkar ki...asıl korkulan şu boğulduğumuz küçücük deniz...öyle değil mi...

insanı saran...anların huzuruna sarılan bir sıcaklık aslında bu içimizi ısıtan...yandıkça kalbimizde heryere sinsice dağılan...virüs gibi bir düşünce sadece belkide...ama hızla tüm benliğimizi saran ve bizi bizden alan...

iyi geceler günlük...


* bu nedir ? öz atışmaca,öz tartışmaca...kısaca delilik uzunca adamı uyku tutmadı sohbeti...eyvallah...zaman : 02.26

13 Mayıs 2011 Cuma

sensiz...

sensiz olmaz...

4 Mayıs 2011 Çarşamba

18.30 ben...


bir köprü vuracak ellerimizi...
'' bırakın !!! '' diye bağıracak sonra birisi...
bahardan bir yağmur örtecek yüzümüzde öfkemizi...
ve biz birbirimize bakıp gülümseyeceğiz belli ki...
bir köprü vuracak ellerimizi...
düşecek mutlu mimikler tek tek yanağımızdan süzülüp...
düşecek ellerimiz sonra birbirimizinkinden usulca...
elele iken avuçlarımızda atan kalplerimiz duracak bir anda...
atmayacak artık ellerimizde yüreklerimiz,
ve biz bunu ebediyen bileceğiz...

bir köprü vuracak ellerimizi...
üşüyecek paylaştığımız sıcaklığından uzaklaşınca biraz avuç avuç içimiz...
ama özlemimiz hep tertemiz kalacak...

bir köprü vuracak ellerimizi...
alacaklar bizden çizdiğimiz bulutlu beyazları,
ve yüreğimiz kırılacak...
yüzümüzde paramparça bir sessizlik sancılanacak...
sonra biz tüm sancıları susacağız hıçkırıklarımızı yutup...
gülümseyen bir fotoğrafı kesip maske diye çehremize,
ardımıza hasret sancılarında sallanan bir aşkı saklayacağız...
susacak dil,vazgeçecek ağlamalar...

üşüyeceğiz aramızdaki uzaklığımızda bir başımıza...
yarım kalacak elimizi en çok ısıtan eldivenler dahi anılarımızda...
zaman,sancı soğuklar günü diye yırtılacak duvarlardan sevgili
ve bize bile ait olmayan şans eseri gördüğümüz her veda,
içimizi dağlayacak...

mavi bir leğende sallanan sancılı dalgaların katlı kağıt gemi sızıları...
limanı olmayan bir okyanus bu hüzün,sen üzülme sevgili...
bu hüznü ben demirlerim yüreğime...

18.30

ben...

23 Nisan 2011 Cumartesi

başka bir hayale uçurmam ben kuyruğu kopuk uçurtmamı...


başka bir hayale uçurmam ben kuyruğu kopuk uçurtmamı...
alıp saçlarından ayırdığın rüzgarını tek nefeste içime,
başka bir esintiye uzanmam...
teninde uyanan mevsiminde tut sen güneşimi...
inatlaşma ne olur,
bırak ipimi istemesende sessizce...
kaysın parmak uçlarından o bir türlü uçuramadığın zaman.
ve ben ;
bir martının yorgun gözlerinde,
bir anda gökleri terkedip ayaklarına çakılayım...

başka bir hayale uçurmam ben kuyruğu kopuk uçurtmamı...


çayır dili üflentileri...

zaman ki an ; 01.47

bugün bulutlusun sen...


bugün bulutlusun sen...
bir rüzgardır tarıyor saçlarını senden ayırıp...
tel tel dökülüyor gök yüzün...
devşirme gülüşlerini kovalıyor kızgın ağlayışlar...
ve yüreğindeki köy ayaklanıyor...

bugün bulutlusun sen...
yağmurların terkediyor yüzünü...
gökte rüzgarlı bir akşamın avutan yalanları savruluyor...
poşetler uçuşuyor şehrinin sokaklarında senin...
ve avuçlarında bir kırlangıç ıslanıyor...

bugün bulutlusun sen...
yanakların gözyaşı kokusu...
gözlerin sarhoş adımlarda sallanıyor...
yorgun düşmüş yüreğin...
ve sızıların dahi seni terkediyor...

bugün bulutlusun sen...
sokaktaki kadının havası dediklerinden...
ama aslında ruhun evinde dağlanıyor...
ve kimi bıçaklasan sadece bıçaklar aldanıyor...

yağmurlu bir geceyi giymişsin üzerine bu akşam...


yağmurlu bir geceyi giymişsin üzerine bu akşam...
ıslanmış yüzün ince ince...
soyunsan rüzgarlanacak gece yarısı tüm rüyalar belli ki...
sonra bir el uzanacak ay ışığını söndürecek hızlıca,
gecede yağmur tenindeki alevleri yıkayacak,
ve kimi sevişsen bu geceyi üzerinden yırtacak...
sen öksüz yağmurları toplayacaksın sabah şafağında...
kan kızıl gök yüzünün endişeli mahmurluğunda...
merak etme,
sonra güneşle yüzünü pişman bir kedi yalayacak...

ardından göklere kuşakları dolanır,ıslanmaktan korkup...



elbet dökülecek yağmurların gözlerden...
düşecek çatısı göz kapakların,
kirpik kirpik saçaklarından damlalar bir bir dur duraksız ansızın...
elbet gözlerinin altına sen ağlarken iki serçe düş sığınacak,
ıslanmaktan korkup...
sen yinede gülümse yağmurlarının altında kedere...
bil ki bir güneş açar eninde sonunda...
ardından göklere kuşakları dolanır merak etme;
meneviş bir gök(kuşağı)soyunur ıslanan gözlerinde...
elbet gökkuşağı doğar bu dökülenlerin ardından bir gün...
umutlarından sakın ha vazgeçme...
elbet bahar kokacak yüzün karla yıkandıktan sonra bunca hüzün...

sen ki ölümü soyunup yaşamın çıplaklığını sermişsin tenine,
boşver haydi...
sadece gülümse...

kukla düşler ülkesinde,bir yağmur ertesinde,ıslak iplerimizin dengesinde yazıyorum bunları size...
bizi tutan eller kadar günahkar mıyız belkide...


zaman ki an ; 00.18 ... gecede bir gariplik var

amAn dikKAT ...


aman dikkat;
karşında çaresizce seyrettiğin başkasına ait her yaş,yanağında kuruyan tuzlu bir sızıya dönüşebilir...

üstüne alınmadan görmemiş gibi yap ve
kaç kaçtığını belli etmeden adımlarında...
çünkü ben,
yer çekimine aldanmayan umutları yakıyorum sözlerimde burada...

sonra yanar dilin tadına bakmak istediğin her yanda...

aman dikkat;
sözüne aldanan her yalancıya bir can borcun vardır sonra...
ödesende silinmeyen bir borç kalır vicdansızlığında...
ve hiçbir doktor hiçbir hekim göremez bir körün ne gördüğünü asla...

aman dikkat;
düş kurma olur mu,düşe(yazarsın) kağıtlara küsüp nefesinden sonra...
yanındaki tüm yansızlarla ne olur sende bir yalandan günahlanıp yanma...
HEM NE GEREK VAR DÜŞÜNSENE,
bu gezegen zaten yeterince sıcak...

zaman ki an ; 17.11 ve bugün yirmiüçnisan...

takvimlerde hata yapabilirmiş onu koparan eller kadar meğer...


aman dikkat;
hoşçakal deme sen hiçbir veda'nda kimseye...
sonra tüm merhabalarından utanırsın...

22 Nisan 2011 Cuma

kAN FALI .. .


bir damlası hep ayrılıp gidiyor diğer ikisinden kaçar gibi üstelik...
geride kalanları çok mu düşünüyor yoksa hiç mi bilmiyor yüreği...
bir kağıt üstüne akıyor sorumsuz bir tavıra saklanıp sadece oysaki...
tenimde iğnelerin dikiş azabı...
acılarım çuvaldız vasiyeti...
ve mutlaka kanıyor tende yürek her seferinde,
hemde dur duraksız...
yarama kağıttan işlemeli mendiller kapatıyorum sonra,
hani şu zamanenin kullan at tavırlılarından...
mendillerin bile değeri yok artık bu zamanda...
ah ah nerede o eski bir ömür saklanan unutulmaz mendil anlar ,
mendil zamanlar diyarında...
bir ömür konuşan iki kelimelik kumaştan mektuplar,
ve sayfaların kenarında işlenen o süsler ve tüm masum suçlar...

neyse durmak yok,yola devam...
yarama kağıttan işlemeli mendiller kapatıyorum sonra,
hani şu,bu zamanın kullan at tavırlılarından..
her acı başka bir şekilde kanıyor gördümki...
şekil şekil ağlıyor tende sıcak,yürekte sarp zamanlar...
sanki mektup mektup satırlanıyor tüm içinden geçenler...
ve her anlamsız şeklin,sende bir anlamı oluyor
belkide olmasada,bir anlamı doğuyor o anda...

o an'a ait bir fAL DOĞUYOR sonra sanki...
bilmemki,aptalca bir hayalgücü belki...
ama aşk bile çıkıyor bir damla acıdan inanki...
kuruyan kan değil,
onu yakıp kurutan nefeslerin sen bunu bil...

tenime saplanan iğneler sokağından yazıyorum sana...



gereksiz bilgi : kan,normal şartlar altında oksijen (o)2 ile karşılaşmadan pıhtılaşmaz.bu yüzden,vücuttan dışarıya sızan kan oksijen ile karşılaştığında,K vitamini sayesinde etkileşime geçip pıhtılaşır...ve aldığınız her nefeste içimize dolan oksijen yakıcı bir gazdır.biz bu yakıcı özelliği sayesinde yaşamımıza devam edebiliyoruz...

konya şekeri bayramlar...


konya şekeri bayramlarım vardı benim...
bembeyaz bir şeker ve kimi zaman üzerine kırmızıdan çizgiler.
bir tebeşirdi sanki dokunduğun o hissi,
beyaz tozlar cenneti...
küçük gözlerimi ıslatan mutluluklar uçardı gözlerimden...
kuşlar çayırlara uzanır gibi uzanırlardı cami bahçesine,
korkusuz bir tembelliğin huzurunda...
bir buğday tanesi kadar hayaller mutluluğunda...

konya şekeri bayramlar düşerdi ellerime benim...
ister misin sorusu olmadan dolardı avuçlarım,
çünkü kim istemezdi ki değil mi...

köy yolunun yokuşlarında çakıl çakıl ışıldardı o çetin zorlu yollar.
güneş daha bir güneşti sanki...
ve dut topladığımız o toprak dam...
çatısı dut ağacı dünler durağında otobüs beklemek güzeldi...
akşam ezanı ardından kavak ağaçlarını dinlemek rüzgarından,özeldi...

konya şekeri bayramlar beyaza boyardı parmaklarımı,ağzımı benim...
ben mutlu bir tebessüm ile susardım...
köy çeşmesi ruhumu yıkardı her güneş batışında benim...
ve güneş inan bana,
her akşam yepyeni bir tablo gibi batardı manzaranın ardından...

ressamı sen düşler atölyesinde,ben bilmeden aslında
o çocuk tanımımda seni hatırlardım...
henüz seni tanımazken bile üstelik...

konya şekeri bayramlar çiziyorum şimdi kağıtlara...
ve duvarlar yüz dönüyor küsüp yine bana...
eski bayramların tadı yok diyecek şimdi biri eminim,
eskide olanları özlediğimizi söylemeye dilimiz utandığı için belki...
küçük boyların tadı unutulmaz eşsiz hissiyatında,
çocuk hatıralarında hiçbir tat silinmez sevgili,acı yada tatlı...
ve sen çocuktuk unutacak o çocuklar bugünleri derdin,
oysa çocuklar hiçbirşeyi unutmaz sevgili...
unutmuş gibi yapmayı seçerler belki...

konya şekeri bayramlar tozlanıyor dilimde şimdi...
tatlı mı tatlı...
belki birazda ağlamaklı...


zaman ki an ; 09.38 Sabahın o kör saati hangisi ?

on yıl geçti devrildi işte...


on yıl geçti devrildi işte...
değişen birşey yok hala içte...
geçecek elbet demiştin,zaman silecek herşeyi...
yaralar kabuk tutacak,acılar yavaş yavaş teni terkedecek demiştin.

on yıl geçti devrildi işte...
koca çınarların gölgesindeki yürümeler büyüdüler...
yara kabukları kurudular düştüler çoktan sevgili...
unutulacak herşey demiştin,
silinecek yollardaki tüm izler,düştükçe yerlere yağmurlar...

on yıl geçti devrildi işte...
çok yağmurlar düştü aklıma,bu şehrin yollarına sevgili...
çok mevsim değişti ardı sıra karışıp birbirine...
çok üşüdü köşedeki göbekli köpek kentin pervasızlığında...
çok şey değişti sevgili elbet...çok şey...

on yıl geçti devrildi işte...
zaman kocaman bir kaya iken gözlerimizde,un ufak olup
toz be köz dağıldı önümüzde yıkılmayacak kumdan kalelerimizle...
neyse demeye dil varmıyor üzgünüm;
ama sevgili,neyse...

on yıl geçti devrildi işte...
herşey değişti bu şehirde,bu semtte,bu yolda,bu köşede belkide...
ben yine aynı ben kaldım sevgili,
aynı kokuyu avuçlarımda,aynı bakışları gözlerimde,
aynı sözleri kulaklarımda,aynı hayali dizlerimde,
aynı duayı boynumda,aynı satırları hep ceplerimde sakladım sevgili...
sen hala aynı sen içimde...

on yıl geçti devrildi işte...
döküldü saplanıp kaldığın bir daha denizine açılmadığın
limanın penceresinde tüm renkler,sırçalar çoktan...
yürümelerden emekli bir bebektin oysa sen,
daha ilk adımları önünden çalınan heyecanlarında...

* bugün anladım kopan her takvim yaprağının arkasına yazdığımı günlerimi...
günlüğüm sararan solan kağıt yapraklarmış meğer...
bugün anladım...
yara'm hala aynı temiz kanı döküyor açık penceresinden...
bir cereyan bu tenimizde esip kavrulan...
aktıkça sıcacık,hayalde olsa bizi sana taşıyan...


uzun bir aradan sonra döktüm kanımı yine tene...
hep bulduk sandık yalan şarkılarda kendimizi,
o şarkılar ki bilmez kimi nasıl sevdiğimizi...


zaman ki an ; 21.58 akşamın bilmem kaçıncı dakikası...

7 Mart 2011 Pazartesi

gümüş sedefli bıçağımın ucuna eğilen...


gümüş sedefli bıçağımın ucuna eğilen,
kurban olunası bakışlar devriliyor gözlerinden yüzüme sonra...
kayaları bileyleyen keskin bir dere sanki kırılan bakışların.
susuyor içimde ölüm,
saklanıyor içimdeki katil gecesine aniden...
yüzüm karanlığına çekiliyor adım adım gerileyip...
ve,
devşirme bir gülüş tomurcuklanıyor sonra gamzen ile el verip.
huzur,çekip yoluna gidiyor yolumdan uzaklaşıp...

gümüş sedefli bıçağımın ucuna eğilen,
kurban olunası bakışlar devriliyor gözlerinden yüzüme sonra...
ben dağların saçlarını tarıyorum ellerim arasında derde kedere dalıp.
kusuyor içimde yürek kanını,
asıyor kızıl kıyamet yüzü gibi gök kubbe tan'ını...
kızıyor ay...
kızışıyor gülüşüne hapsolan gecesinde güneş...
bana sol yanağından al'ını helal et,
ki yanaşsın öksüren motoruyla mora vuran dudağının iskelesine yüzüm.

gümüş sedefli bıçağımın ucuna eğilen,
kurban olunası bakışlar devriliyor gözlerinden yüzüme sonra...
belimde bir katilin bakışları ışıldıyor yüzüne aynam diye,
sözüne hayran susuşlar uçuşuyor dallarımdan yağmur öncesi gök yüzüme.
düş sürüyor yüzümün tarlasını düş...
sabanına cellat mısralar kesiyor her satırın başını,
sırf sen yükselip alçalan göğsünde bir nefes zaman dinlen diye...

gümüş sedefli bıçağımın ucuna eğilen,
kurban olunası bakışlar devriliyor gözlerinden yüzüme sonra...
sesimden yakıp beni,külümden yıka yüzümü...
akla tenimi avuçlarında af dileyen tüm günahlarımdan...
külümü yüzüne sür beyazdan yazmanı dudağınla sıyırıp,
sakla bizi yüzünde durmadan kirlenen bu dünyadan kaçırıp haydi...

gümüş sedefli bıçağımın ucuna eğilen,
kurban olunası bakışlar devriliyor gözlerinden yüzüme sonra...
katili kim bu güzel yüzün soruyorum kendime,
ben susuyorum tüm sessizliklere yüzümü çevirip...
ve seni soruyorum dil-siz'liğime...

21.40 akşama vuran ışığın tüten dumanı....

6 Mart 2011 Pazar

pasta cila gülümsemeler atlası...


çevir tüm yalan saklanışlarını yüzünden haydi,
isim şehir oynar gibi gezinsin parmakların yüzümde...
o saklı kenti bul yüzüme saklanan...

yüzündeki yaralı bakışları saklasın yalan bir mutluluk masalı şimdi,
gül yalandan haydi...
aksın göz bebeğinde bakışlarının ışığına asılan bal kovanından an'ın.

çevir tüm yalan saklanışlarını yüzünden haydi,
saklama artık yüzün battaniyesi altındaki seni...
ağla bana tüm gülüşlerini,
soy kabuğunu bu yalan makyaj duvarların,
kerpiç kerpiç elime dökülsün yüreğin köz be toz çığlıklarından...

* e.t. eve geri döndü.

zaman ki an ; 20.03 'ün akşamında...

23 Şubat 2011 Çarşamba

duası sen gözlerimden kapanan o dünler...


tende kuruyan yağmurların havlusu olsun sıcacık avuçların,
üşümüş tende açılan sevda bayrağının rüzgarı olsun,
gülüşünün kesik rüzgarlarına dalgalanan yüzümde doğan şu güneş.
ışıl ışıl sallansın bu aşk dar gelen ağaçların gölgesinde,
darağacı kadar son yeşil,ar acısı kadar can sallanışında
çekilsin tüm pişmanlıklar gözümde...

aşk,benden düşen gözlerinde son bulsun gözlerim için...

AMİN...


*el açılan sızılar bahçesinde,dert kuyusuna düşen gül yaprağında
belki düne saklanan bugünde,
belkide yarına kaçan afacan dünlerde görebilme ihtimalim vardı seni...
ama yinede,
ama orada durduğunu bildiğim halde,
açmadım gözlerimi hiç yinede...
sımsıkı yumdum onları korkularıma gem kaçışlarımın ellerinden tutup...


* duası sen gözlerimden kapanan o dünlerden yazıyorum sana...
yazanı ben düşler bunlar...
yüz'ü olmayan on'lardan kaçan sekizlerin masalı bu...
sayıların dili olsa,MATEMatik şiir olurdu kara tahtada...



duaları emen dudakların kokusunda korkmuştuk ilk defa biz ölmekten...
süt kokan duaların avuçlarında koklamıştık aşk'ı ilk kez...
üstelik aşk'ın sözü bile yoktu ağzında henüz...
ah aah...
teni kavuran hayallerin kırbaçları sızlıyor gecelerime...
düşünmek insana artık acı veriyor gülüşünde...

İSY/AN SESLERİNDEN DÜŞEN AYAK İZLERİ UYANIYOR DUVARLARIMDA...


23.06

ve şubat düşüyor sevgili'm...


şubat düşüyor işte sevgilim...
soğuk bıçaktan bir rüzgar ile yıkılmadan önümüze duran duvarlarıyla,
boyu kısa bir ay vazgeçiyor işte sevdasından,
bülbül gül'üne kanıyor,sıcak akan kızıl yalanlarda bir taşa vurulup.
ve savaşından cayıyor kış avuçlarında eriyip...
savaşı kaybediyor yürek...
az kaldı...zaman yok artık...
şubat düşüyor işte...
kale duvarları un ufak eleniyor dudaktan esen mısraların rüzgarında dağılıp.
ey kalenin şanlı komutanı,
yenilginin yüzüne bir gülümseme ile en çok yakıştığı kumandan...

sırtını döndüğün yenilgilerin,
hançerinden kanıyor tüm gururlu ölümlerin ile şimdi işte...
şimdi sen yenilgini gülümse hüznünde haydi...

gök yüzünde alev alev bulutlar yanıyor işte,
savaşa hayır diyen yüzüm kanıyor işte,
beni sildiğin fermanlardan yana sol yanım ağarıyor işte,
şimdi o tanımadığın suretimde elini uzat elime haydi,
elini uzat yüzüme ve tanış benimle tekrar haydi,
ardına çekildiğin bu çİN SEDDİ kale duvarların eriyor damla damla,
aşılmaz denilen savunman diz çöküyor,
ve sEvgiLİMDEN şubat'ım düşüyor işte...

YALANIN DUVARLARI TUZ OLUYOR İŞTE ADIMLARIMIN ALTINA...
KAYBEDİYOR AYAĞIMIN ALTINDA KALAN TÜM KAVRULUŞLAR BEYNİMİ İŞTE...
CAN TENDE YANMIYOR...
CAN SENİ ACIYOR ...
YARALARIM BOYUN BÜKÜYOR TENİME,
SIZILAR TERKEDİYOR ŞARK'IMI İŞTE...

yüzümü,bir kaybedişin aydınlattığı geceler parlıyor kağıdımda,
ve kurşun kalem saygıyla susmak için kırıyor kendi ucunu keser niyetine dilini...
satırların intiharı bu...
her kederde mısralar,salladığı zarında son nefesini arıyor...

ve şubat düşüyor sevgili'm,şubat düşüyor...
ocak üşüyor hala belkide...
sırtımda güzel bir kanbur rüyalanıyor cenk ile,
ve şubat düşüyor gözlerinden buzdan alevleriyle tutuşmuş bir terk ile...


* 22.13

19 Şubat 2011 Cumartesi

asıl zor olan ,


asıl zor olan,
kolay olması herşeyin eskisinden...
zor olan,
çekilen acıların üç dakikada bir ilaç ile susturulabilmesi.
zor olan,
hep uyutulan sızılar,sesler,sözler,kederler,haykırışlar,düşler...

zor olan,
artık hiç bir şeyin zor olmaması...
ve üstelik bizim bunu istememiz...


*dünler ne kadarda güzeldi değil mi diyen amcaların ahşap sandalye sitemlerinden yazıyorum size...

dünler ne kadarda güzeldi gerçekten...

14.37

beN .. .

18 Şubat 2011 Cuma

bir helke suyun yüzünde...


sızıver yüzümün çatlaklarından içime...
ama sızı verme...
düşü ver gülüşünden gülüşüme bir taş köprü örer gibi...
ama düşüverme...
düşe yaz en mutlu çocukluğundan sağıp cümleleri satır satır
bana yazdığın mektuplarda...
ama sakın düşeyazma...dikkat et...

dışarısı eksi yirmi gecesi...
ve bir helke suyun yüzünde ,
incecik donup buzlanan suyun soğuk yüzü sanki yüzüm...
gülüşünden yüzüme ılışan,avuçlarıma bulaşan bir sıcak bu uzattığın...
yüzüm çözülüyor gülüşünden esen alevden ipek çarşafa sanki...
ısınıyorum hayaline...
ama dedim ya gülüm,
dışarısı eksi yirmi gecesi...
ne zaman kollarımı açmaya kalksam,
bu soğuk pıranga,yapraklarımı tutuyor benim...
el susuyor,yol donuyor...
ve ben hasretinden kışlar eskitiyorum...
soğuklar yangın yeri,üşümeler yetim düşüyor şubatına.. .
yüzümde lapa lapa hasretin taneleri eriyor...
ben seni ıslanıyorum ,
şehirlerarası otobüslerin öksüz pencerelerine başımı dayayıp...

kaç watt bu yüreğinden kırıp yüzüme vurduğun buzdan su söyle bana ?
yüze yangın,yüreğe kar düşüren üflediğin bu günah kimin cehennemi...



an ki zaman ; 04.06

* noktalama hataları ve yazım yanlışları bile bile yapılmış seçimlerimdir;şiir suçSUzDUR...

ve sabah düşer pencereye...


cESARETİ ölü doğan sözlerin,yetimdir teni tüm doğan güneşlere ;
dudakların mora kaçan titreyişinde soyunur,
düşünen avuçların yalnız üşüyüşleri.
söz darlanır,öz sararır düşer,göz kapanır...
gece,incecik bir ırmağın karanlığı gibi sicim sicim yüzüne dolanır.
gece uzar,yürek kısalır...

an gelir AY DOĞAR,gözünde büyüyen bir ümit ölü doğar ellerinde.
ve sabah düşer pencereye,
aydınlık bir sızı sıvazlar sırtında yanan ocağını...
gün biter,
ŞUBAT uyanır kabuğunu kırıp...
an düşer yerlere...

söz darlanır,öz sararır düşer,göz kapanır...

* kar düşen yüzlerin eteklerinde açan bakışlardan yazıyorum bunları size.
ezilen düşlerin cesetlerinden yıkanıp akıyorum kağıda...
cİNAYET bu gece,
ve katilinin vicdanını açıyor kırgın yüzünde bir kardelen...


02.17 'yi tik taklayan bir kuştu ağacın dalındaki zaman...

sonra eskrim konuşmalar döküldü ağızlardan...


- eksik birşey mi var ?

- bir şey var,eksikliğinin farkında bile değil...

- özne'nin aradığı ne bu cümlede peki ?

- gizliden bir özne'nin saçlarının arasından kayıp,
yüzümün kıyılarına vuran ıslak bir sabahın kokusu aranılan...

- ...ve meşgul tüm aramalar öyle mi ?

- ahizesiz tüm konuşmalar bu cümlede,noktaya kadar ne telefon var nede gazete.

- ee iletişim ?

- dudaklarımdan onun dudaklarına iletilen kadar tüm sözler,
gerisi treni sekiz gün gelmez boş bir yoldur rayların gönlünde...

- bir rüyadasın sen,uyan bence

- durma o zaman haydi
beni uyuyan dudağımdan yakala,''kötü bir rüyaydı sadece''lere sürükle
öpüşlerinden...


* ve eskrim konuşmalar döküldü ağızlardan...
01.49

gecenin bir yarısı...

6 Şubat 2011 Pazar

BAL AYINDA İKİ ARI...


kimi sevsem mısrası sendin belkide...
şiirde hiçbir otobüsün durmadığı tek nefeslik bir durak belki.
kimi sevsem kafiyede sen kokusu...
tanımadım yalanlarını yaktım dumanlarından kimi bazı...
kimi sevişsem dudağımda derin bir çatlaktı hüzün,
her dudaktan bana tuzlu bir deniz tadı düştü...
cayır cayırdı dudağım,yandı tüm konuşmak istediklerim
daha dudağıma düşmeden üstelik...
közdü tüm şiirler dudağımın cebinde...
dilim yaslı bir ıslanışın sessizliğinde...
kimi sevsem mısrası sendin belkide...
kimi sevişsem dudağımda derin bir çatlaktı hüzün...
dudaklarım sızlıyordu,
dudakların ışıldıyordu tuz gölünü ovasında öpmüşcesine...
kimi sevsem mısrası sendin belkide...
kimi sevişsem dudağımda derin bir çatlaktı hüzün...
ve her kavgasında kendini öldüren haram bir ölümdü zaman,
tek iğnesini çeken cesur gölgesinde...


kimi sevsem mısrası sendin belkide...
ve kimi sevişsem dudağımda derin bir çatlaktı hüzün...

b/al ayında iki arı var yüreğimin kovanında...


17.59

ben .. .

kalabalıklar yüzüyordu ardısıra yüzünün denizinde...


kalabalıklar yüzüyordu ardısıra yüzünün denizinde...
ve aynasızdı avuçlarının ayası...
bu yüzden,
göremiyordu ellerinin çizgilerinden ona mısralar hizalayanları...
kalabalıklar yüzüyordu ardısıra yüzünün denizinde...
o hala ıslak bir çöl sanıyordu teninde dalgalananları...
sırrı dökük,gülüşü sökük bir yüzün tamlayanıydı sanki dudakları...
öpüştüğü düşlere anlatıyordu nefesinden tüm fezasız uzakları...
gülüşünün bileği burkuk adımlarında ıslanıyordu
güneşe söylediği o serin yalanlar,
ve ne zaman gün düşse,
o geceden yıldızlanan göğü çalıyordu incecik bir elbise diye...
yakışıyordu tüm topallamalar göğsüne...
yürekten geçen her sızı onu kıskanıyordu,
al kırmızı şiirin kanlı renginde...
yüzü sevda,yüreği onb/eşine hasret denginde...
kalabalıklar yüzüyordu ardısıra yüzünün denizinde..
sarıya dönük zarflardan katlanan geminin gıcırdayan güvertesinde,
kalabalıklara yüzüyordu yüzünün balıkçı çizgilerinde...
gülüşü rüzgar,tavrı kurt kapanıydı söylediği sessizlik ezgilerinde...
adı yalnızlıktı kadının...
adı tansızlıktı adamın...
ve kalabalıklar yüzüyordu ardısıra yüzünün denizinde..
adam oltasındaki iğneye bir mısra daha hançerledi,
ve uzandı yarım ölüm tuz kokusu dizlerin gökyüzüne..


17.38

yüzüne büyüyen zeytin hikayesinde...

ben ...

bilir miyim ki..


bilir miyim ki ben...
semerkand'ın suyudur yüzüm buz gibi...
hiçbir denizin güzelliğinin layık olmadığı sanılan,
aslında denizlerden kaçan,
bir çöl ortasında bilinmeyen bir karanlığa saklanıp kaybolan...
bilir miyim ki ben...
semerkand'ın suyudur yüzüm tuz gibi...
alışık olmayan dili yarasıyla kavurur bir avuç ateş gibi..
ruhu bozkır soğuğuna sarılı,
saçında bozkırın yavan yorgun rengine yer yer kırağı sürülü...
bilir miyim ki ben...
semerkand'ın suyudur yüzüm buz gibi...
yüzümde rüzgarın ebrusu çizgiler vurulu yol yol dudağım yamacına biten.
kimi zaman inatçı bir diken,sök sök bir türlü toprağını terk etmeyen.
kimi an , bir anda çöl kumuna sokulup yok olup giden...
bilir miyim ki ben...
semerkand'ın suyudur gülüşüm buz gibi...
kim demiş denize dökmez içini diye,tez yıkılsın bu söz bir sur gibi...
bir çöl'e denizin kokusunu saklamış ise bir sihir,
benim zavallı suçum ne ki...
çöl kumunda sandalımın rüyasıdır
düşüme ebrulanan saçının rüzgarı belkide.
yanılan kim ki yanan tuz bassın ömrü'ne...

bilir miyim ki ben...
semerkand'ın suyudur kayboluşum buz gibi...
çöl yanıyor sananlar,peki gece kemiğe dayanan buz dağları neki ne...
üşüyen mısraların ateş böceği dansı,
gülüşüne savrulan misinamın iğnesi...
belki bir kıvılcım,belki yürekten gelen derin bir sıcak nefes
avuçlarıma düşen,dudağından dökme kor mısranın türküsü...
ama kim ısınacak kim ısıtacak yüreğinden cenneti söyle,
gerçi bilinmez bir cura ağıtı bu dilimden tozlanan yüreğime silinen.

hem bilir miyim ki ben...
semerkand'ın suyudur bir çöl'ün koynuna yüreği gibi saklanışım,
buz gibi sıcacık...
bir çöl'e düşürüp san/dalımı denizim saymamı engeller mi şiir...
ebrulanır mı kumlara düşen rüzgar,
susuz kalan sandalların iskelesinde dağılan renklerden kağıdını...
kağıdımın mumu hüznün ıslanmış gülüşü...

bilir miyim ki ben...
semerkand'ın suyudur yüzüm buz gibi...
yörük avuçların dört nala koşan nasırlı türküsünü eser,
rüzgarımda gülüşüm,
ve akıp tükendiğim ç/ölüm...

* zerefşan ki altın yaldızlı bir ırmaktır buz gibi sıcacık...
türküsü soğuğundan alev alıp yanık...
kim demiş hiçbir deniz layıkıyla güzel değil ki dökülsün bağrı,
alev alev suyuyla bir okyanusu bulmuş çöl'ünde zerefşan belli ki,
mecnun'un susuz bakışlarında ebrulanmış serap gözüyle belki...
uzanmış perişan haliyle ç/ölümün sıcacık altın kumdan gögsüne...
ve akıp kaybolmuş kum kokusu teninde deniz kokan cennetine...

bilir miyim ki ben...
sıcacık altındır kum göğsünde dolanan akrep sokmaz mı yelkovanı...
durmaz mı zaman,dudaklarından akan o tatlı zehirde...
bilir miyim ki ben...
dudağından akan sıcacık o zehirde,an be an yavaşlamaz mı şu ölüm
gözlerimden akan yaşlar ile bu zalim şehirde...


an ki zaman ; 14.41
yaz/an , bEn...

4 Şubat 2011 Cuma

el ele sızılar kahvesinde .. .


gri dudaklarınız susmuştu zalimliğini,hapsedip sessizliğine dilini...

çatlamış dudaklarınızın omzundan kayıp düşen askılı bir elbiseydi sanki avucunuzda sımsıkı sakladığınız,zaman...

dudaklarınızdan bir beyaz düşse,
bir siyAH uyanıyordu ölümlü güzel yüzünüzde...
ve bir siyah çıkarıp soyunsa dudağınızdaki o titreyen YAS,
beYAZ'a düşen bir kiraz kızarıyordu alev alan gülüşünüzde...

ah çeken yazların,
ve tüm siyah beyaz fotoğrafların hatrına,
dudağınızdan gri bir akşam batıyordu kıymık gibi elimize...

el ele sızılar kahvesinde,
balıkçıların,deniz kokan yorgun nefeslerinde demlenen çayın eşliğinde...