29 Aralık 2010 Çarşamba

''beton binalarda kararan zavallı ruhlar...''


bina tenine rağmen soğuk...insanlar yılan misali sinsiler...dürüstlükten çok çok uzaklaşmışlar,yalanları yaşamak saymışlar...herkes kompleksleriyle zırhlanmış...herkes diken üzerinde oturur gibi rahatsız aslında ama yalan bir sakinlik görüntüsünü örtmüşler üzerlerine...yüzlerinde,bir koğuşun esir duvarlarına asılan nemli bir deniz manzarası posteri sanki o yalan gülüşleri....ruh yıpratan bir dönme dolap misali bu İŞ denilen hoyrat kavram önümüzde...dönüp duruyoruz aynı manzaranın üşüten döngüsünde...durduğumuz yeri asla biz seçemiyoruz...ve yanıbaşımızdaki insanlar...o insanlar...bir mayın tarlasında istemeye istemeye oturan piknik yapan,ve aslında birbirlerini hiç sevmeyen hatta ölümüne nefret besleyen fakat korkudan adım atamayan uzaklaşamayan çaresiz aileler gibiler...zorla aile olmaya zorlanmışlar topluluğu bu...

ne zaman binadan çıkıp eve doğru adımlamaya başlasam yolu yokuş yukarı,köşedeki kendi tezgahında üşüyen kestaneci adamı kıskanırım...kendi soğuğunu üşüyebildiği için belkide kimbilir...bir cansız selam ateşlerken göz göze geldiğimiz anlarda,şansınızın farkına varın adam derim birde gözlerimin taa içinden bir yerden o kestanecinin yüzüne...üstelik hiç kestane almamışımdır ben sokaktan şimdiye dek...ne kadarda ilginçtir...

insanları durduğum yerde izledikçe,onlardan nefret etmemek için gözümü kapatıp düşlere kaçıyorum...yinede kulaklarım o zavallı durumlarını zihnime taşımaya devam ediyor...ve ben bu benzer manzaraların karşısında her gün,insanlığın adına üzülüyor üzülüyor üzülüyorum...onlar için içimde tutuşan çabalama isteğim malesef bu aciz durumlara düşüşlerini görmeye başladığım saniyelerin henüz başında çabucak tükenip gidiyor...

bu zamanlardan koşarak uzaklaşmak istiyorum çoğu zaman...durmak ruhuma zor geliyor...yüreğimi bir kesik ile uyandırıyorum o vakit,ve kendimi afaroz bırakıyorum insanlara, yalnız yürümelere sarılan adımlarımda;kaçışlarımın ayak izlerinde sicim sicim birikiyorum...yerde kalamayan asfalt adımlarımın hangisi bir diğeri için feda edip kalkıp yerinden göç etse kendini ileriki adıma doğru,ben dökülen adımlarımdan usulca bakışımda biriken sis'e tükeniyorum...

''beton binalarda kararan zavallı ruhlar...'' kitabından...

yazarın defalarca başladığı ama hiç bitirmediği kitaplardan biri daha eksik sayfalarıyla tozlanıyordu düşüp dayandıkları o rafta bir kez daha işte...kim eline alıp üflese bu eksik kitaplardan birini,bir sayfa daha tozlar ile birlikte uçuşup eksiliyordu sanki...tozdan miras bir öksürük topluyordu düşen satırlarını sayfaların...

*kitabın son sayfasıydı adeta yanağın,ala vurulan bir gölgeyi yanıyordu sıcağın...ve gamzende Şansınızın farkına varın yazıyordu...ve ne zaman gülümsese yüzü,tüm görenler utanacaktı gülüşünü yanağının kenarından okuyup...



zaman,aynı takvim yaprağında eskiyip silindikçe akacaktı...

saat ki ; kaçı kaç geçtiği bilinmez bir mektup gibi düşüyor zarfından yere...

28 Aralık 2010 Salı

taş ve yorak...


hayır arkasını dönen fotoğrafın omzunda yazanı görmeyeceğim bu sefer,
gördüğümü söylemeyeceğim bu kez,
gördüğümü susacağım sana...
akmak isteyen her damlayı kilitleyeceğim gözlerimin ardına...

düşündüklerin durmaz dökülür çağlaya çağlaya dudaklarının uçurumundan senin,
asıl,hissettiğini susarsın sen,
kuruyan dudaklarındaki o soğuğu susuşuna kilitleyip...

ve zaman,dudaklarından tenime akan rengiydi sabahtan kanayıp doğan güneşin...

* taş ve yorak kadar uz/aktılar...

27 Aralık 2010 Pazartesi

oysa geriye saydıkça sen...


oysa geriye saydıkça sen,
ben gerime uzanıyordum dahada düşüyordum özlediğim dünlere dudaklarınızdan çağlayıp düşen sayılarınızla.
zan etmek saygısızlığına cesaret edecek kadar küstah olamayan yürek çarpıntılarıydı oysa yaşadığımın adı;yaşam...
oysa geriye saydıkça sen,
geriye düştükçe saçın gözlerini kapayıp dayandığın taş duvarda,
ben yakalanma pahasını unutuverip susuyordum yanıbaşınızda...
dudaklarınızın fısıltılı sayışlarından düşüyordum yerlere...
yaşamım kadar serindi oysa sayışlarının dayandığı kollarında büyüttüğün
kazan/mak isteğin...
oyunun adı aramaktı oysa...
bulmak ,kaybetmek olmalıydı...
oysa geriye saydıkça sen,
köşebaşında ebe kaderine bir varis büyütüyordum içimde ben...
sen ise ;yüzümü ,saydığın duvarda tokatlamadan kazanamazdın bu oyunu değil mi.
bu değildi işte...
oyunsuz çocukluğumdan yetim sobelemelere uzaktan bakan...
yalnız kalan yalnızların parkıydı belki güldüğüm üç beş an...
pırangana vurulmuş boynu bükük ölümler,
özgürce düşemeyen mutsuz gülüşlerine giyotin,savaşan evsiz şiirler...
oysa geriye saydıkça sen,
son nefes kadar rüyaya düşüyordum gerçekte ben...

25 Aralık 2010 Cumartesi

sur/etsiz haykırışlara susan çığlıklar...


ihanET ki,ete bürünen ruhların teslim olduğu güçsüzlüğün adı...
tanımsız olan aslı...
anlatılamaz bir zaman gibi dilinde kıymık bir andı sızı...
kıymıktı tadı adına saplanan...
ihanET ki,etteki suretlerin titreyen o yalan cesareti haykırışı...
ve yüzüme doğrultulan silahın hedefine boyun eğişiydi çekilen pimde zaman...

ellerinin arasından yuvarlanıp düşen el bombası saniyeler kayıp gitti işte...
sen suçladın...
ben inkarımdan kaçıp sustum herşeyi...

ihanET ki ,büründükleri zayıflığın kemiğe sarılan laneti...
ihanetET ki ,eti ete düşürsün tüm bu asılsız yavan oyunlar...

zavallı ahmaklar...
nefretin yüzyıla gömülen kin tohumları...
asla unutulmayan...
unutulmayacak olan...
zavallı ahmaklar...
etinizi soyunduğunuz gün utancınızı örteceğiniz o kutsal günü doğacak güneşiniz.
ve ardınızda kalacak süt dökmüş rezilliğiniz...
inKAR edeceksiniz herşeyi biliyorum...
bu yüzden güzel dudaklarınızı kilitliyken,ardına dek üzerime kapanmışken,
ve sokağın soğuğunu diliniz ucundan sakınırken izlemeyi seviyorum...

1.sözüm ki özümdür...tek sözümü dahi bardağınıza demleyip dökmemiş iken,beni benden duymamışken nasıl yalan ile suçlarsınız,,,
2.ihanet nedir...ihanet tanımınız ancak tanıdığınız kadardır...tek harfi dahi ihanetin kokusuna sinse tüm kağıtlarımı,bu şiirleri ve yazan her anı yakar atarım...
3.hayal ettiğiniz yalanlar,benden hiçbirzaman dinlemediğiniz saklı odamın saf gerçekleridir oysa...
boyunlarını vurmak onları zaten hiç ama hiç anlamamak manasına düşer ki,yazıktır...

hakkınız olmayan acıları tenime çakmaya çalışmanız...
gerçekleri bilmiyorsanız eğer,bildiğinizi sandıklarınızla tende ateş yakmayınız lütfen...

bir şair düşer dilimden çünkü o an,ansız bir taş ağacından kuşu sebepsiz çalmış gibi...bir şair düşer dilimden...

üstelik diviti dilime henüz değmemiş iken...
beni duymadan kulağınızda,bardağınıza dökmeyiniz ağzınızdan taşan lokmalarınızdan...

sur/etsiz haykırışlara susan çığlıklar...
nereye göç ediyorsanız kanatlarınızda,çağırın beni...
ben ki tüm insanlığı bırakıp gitmek istiyorum ardımda...
kimsesiz...
yanlış kurulan yanlışların oyuncak mısralarıydı şiir dudaklarınızda sanki...
oyun hamuru gibi eşsiz şekillendirdiğiniz işlediğiniz satırlar...
oyunu sevmeyen ,sahneye çıkardığınız üçüncü tekil şahıslar...
ve izleyip kırbaçlayan tüm zavallı yorumlar...

şiiri duymak için,kalbini dahi durdurmalı halbuki insan...tüm sesleri soyunmalı teninden,ürkütmemek için mısralardaki kaygıyı,tüm alkışlar hayranlıktan saygıyla susmalı...

bu kalabalıklarda ölür gider aslında güzel olan tüm yalnızlıklar...
kabul etmesenizde aslında katilisiniz,sizi arzulayan yalnızlığınızın...
sadece inkarınıza mısra kazıyorsunuz bilinçaltınızda...
farkında bile değilsiniz üstelik bunun,rüyalarınız dışında...

* yal/ANcının mumu kandil yağına susamış bu gece ve alevlerin dudakları kurumuş gölgedeki düşlere...
bilmemki niye ...

21 Aralık 2010 Salı

aralık karı düştü gibi kapıdaki aralıktan...


bir an çekip gitmişim gibi...
bırakıp ardımda herşeyi...
eskiyi yad eden bir bakış gibi...
gözden damlayıp düşen bir figan,
ağzımda dolup taşan ama yinede susan,
kocaman bir yaşın arkasından yanağında kalan
bir tuzun kuruyan sızısı gibi...
üşüyen elimin içine üfleyip son sıcak nefesimi,

seni düşündüm bugün...

istirham ederim...


kibrit kutusunda biriktirdiğin ninniler...
uydurduğun,aslında olmayan...
cebinde katladığın kışlık battaniye masallar...
bayat pişmanlıkları üzerine kırdığın bir tas çorban.
sonunu bildiğim,ama sustuğum zamanlar...
üşünesi fakat içimi ısıtan anlar...
ve uçup gitse tüm göçmen aman'lar...
alevsiz yansa kaldırımlar...

parmaklarım utanıp çorabımdaki küçücük deliği saklamaya çabalasa...
büzülse dudaklarım...
aynı yerinde beklese beni yağmurlu bir günün sabahında keşke,
ah keşke
yine aynı yerde beklese beni eski otobüs duraklarım...



* dudağında dudağımın kokusu ile sus bana sevdiğim...
ve hep beklesek sus pus halinle senin,o otobüs durağında elele
o durağa hiç ama hiç gelmeyecek bir treni seninle...
keşke...
ah keşke...

20 Aralık 2010 Pazartesi

haydi durma çocuk,kaç kaçabildiğin kadar...


haydi durma çocuk,kaç kaçabildiğin kadar...
çırp çırpabildiğin kadar uzaklara kanatlarını...
göç ettiğin soğuk avuçlarda boş bırak çamurlardan yuvanı...
düş kuruyorum...
düşüyorum...
üşüyorum...
haydi çocuk durma,kaç kaçabildiğin kadar...
sar kollarını yüzüme,çek suyun kuşlarını gülüşümden yüzünün ağına.
suyun tadı tuz olup kaysın dudağım kenarından sızlayan yaralarıma.
denizden bir avuç mavi su çekip avuçiçi bardağına,
çalkala bir ağız dolusu sessizliğini.
haydi durma çocuk,kaç kaçabildiğin kadar...
uç uçabildiğin kadar hızlıca...
ak akabildiğin kadar debi divane...
hazırlayıp yuttuğun her konuşmayı tekrar ısıttığın yüreğinde,
bayat ekmeğinin soba üstü kokusunda sür çıtır çıtır gülüşüne düşü.
ve erit usul usul yaylanın kaymağını damla damla teninin üzerinde.
kokusunu nereden aldı diye düşünsün kimin burnuna değse bıçağının ucu.
ağacının rüzgarla söylediği uğultu.
köy bebeklerinin ninnisi,
akşam rüzgarının kavak yapraklarını sallayan ılık türküsü.
parmaklarının içe bakan penceresinden esiyor tenime yüzen balığın kokusu.
haydi durma çocuk,kaç kaçabildiğin kadar...
düşle lego hayallerini tüm egolarından soyunup nefesini.
çırılçıplak yalanlar kadar dürüst olsun o sahte gülüşün,
hatta bir itiraf gibi hemen ardından,
bir kısa yağmur gibi yüzüne kızıl şafağın sabah çiğ'i süzülsün.

durma çocuk haydi,kaç kaçabildiğin kadar...
uzak...
uzak... ...
uzaaaaaaaaaak...
nede olsa dünya hala yuvarlak...

17 Aralık 2010 Cuma

gel zaman git zaman...


haritandan düşen öylece kayan,
tik tak tik tak adımlanan
yelkovandan koşan
akrepten kaçan...

her saatte bir dakikalık köşeye saklanan,
öpüştükleri o kocaman an...

el zaman it zaman...

us zaman...

gel zaman git zaman...

sus zaman...


* kaptanın seyir defteri boş bırakıldı bugün...uyusun için yorgun sayfaları günün,hiçbirşey yapılmadı yalanına sarıldı tüm yazılmadılar...hiçkimse sesini çıkarmadılar...
(dilimin yanlış bilgisinden hatalar kurutuyorum toprak damımda...sana...)

yüreğimden dudağına harlanan...


Tenime saplanan dişlerine miras,yüreğimden dudağına harlanan,
ellerine paylaştığım şu sıcak...

konuşsam ne kelimeler yanacak dilimde...

sen örtsende parmaklarının ucunda dudaklarımın kapısını,
gözlerimden kaynayan gözyaşlarım,buz olup tüm yal/anlar gibi
yerin çekimine teslim olup üşüyerek ellerine akacak...
ve seni o'nlarca kurşun öldürmeyi başaramayacak,
bir kelimelik zehri dudaklarımın ardına saklanan sıcacık yılan
nefes nefes tenine aşılayacak...
adı derman zehrime saklanan o zavallı yal/an...
aynı zehir...aynı an...
iki bakış,iki can...
biri ölüm...biri derman...

avuçlarıma yıldırımlar düşüyor...

* kulağımda hipokrat'ın yal/anları ...

16 Aralık 2010 Perşembe

sadece bir güncük...

iyi geceler sevgili gün'lük...
ne olurdu bir günde sen bana sorsan halimi,
sadece bir güncük...
hava ne kadarda güzel üşütüyor her sızıyı yüzümüzde değil mi...

yapacağım her yanlış...


yapacağım her yanlış,gözlerinizden yanağınıza dökülüp süzülen bir damla doğruyu silmek için doğrulacaktır göğsümden.yüreğimi silmemi istemeyin lütfen kağıtların yüzlerinden...

kollarının içine çizeceğim şiirlerimi...
sen rotasız yollar yürüyeceğim yalnız yalnızlığıma ait...
düşlerimi postalayacağım sana şehrin yağmurlarından kokularını çalıp...
sen rotasız mısralar öreceğim bu şehrin kaldırımlarına...
kar tanesi pullar yapışacak dudaklarımdan yanağının sıcak posta kutusuna.
mektup mektup yüzünü koklayacağım bu kente...

yaşadığım tüm yazmalar...


yazma demiştiniz oysaki,
kalemi zincire vuramadım...
ne yapsam kar etmezdi inanın...
kırardı kendini bir idam mahkumu gibi...
kader bunu istemiş bu geceden demekki.

yaşadığım tüm yazmalar,
saçlarınız kokusu ile içime taşınmalıydılar...
yüzümde rüzgarının çukuru...

.noktanın ardından başlayacağım cümleye,tüm kanunlarını çiğneyip dilin.
bir sonun hemen ardından yani...
herşeyin bittiği yerden bir başlangıcı üfleyeceğim kulağına,
bir fısıltının sandalına sarılmış sesimin bayrağında...

kardan kadın susmalar saklanıyor ruhundan rüzgarına mevsimin...


yüreğim kuzey kulesi...
serin mi serin bir düş yazı koynumda.
kardan kadın susmalar saklanıyor ruhundan rüzgarına mevsimin...
ve rüzgarın kelepçesi vurulmuş ayak bileklerime...
her adımım üşüyor teninin yollarında...
adımlarım buz gibi...
kar teninde nereye saklandığım apaçık ortada,
yolumun haritası karında tüm ayak izlerim...
yüreğim kuzey kulesi...
serin mi serin bir üşüyüş havalanıyor önümüzdeki ağaçtan...
güneşten bir sapan taşı öldürüyor tenindeki titreyişi...
ölüsünü teninden kefenleyip dudaklarıma gömüyorum,
bir fısıltı tabutu zarfa mühürleyip.

oysa açık uçlu cümlelerinizin çay bahçesiydi...


oysa açık uçlu cümlelerinizin çay bahçesiydi,kaleminizin tehdit bakışıyla masaya uzanan mısralara zanlı solgun kağıdım...
buruşturdunuz saklamaya uğraştığım gülüşü avuçlarınızdan düşüp günü,hışırdayıp açılsam birazcık ve sorsam neden diye alırdınız belki yerden bakışlarımı...
ama sormadım çöp kenarı suskunluğa layık gördüğünüz bahtımı...
oysa...
o'ysa... ...
neyse boşver...
oysa susmuştum ağlamalarına tükenen bir bebek gibi ben zamana...


üfle üfle başımın üstünde yeri var şişirdiğim rüyalardı her şiir...
patladıkları saniyelere dek cennetim'diler.
kaç baloncuk düşledim seni rengarenk...
burnumda deterjan kokusu gülüşler...
gözlerimde kaşınan bir pişmanlık şarkısının sözleri var...

bende öyle sustum tüm dileklerimi işte...


pervasızca kullandığınız düşlerine koza zekanız,
yeni doğmuş bir yusufcuğun kanatları gibi parlıyordu
güneşin sırtından aşıp,
güneşlere sırtını dönmüş kızgınlığıma yansıyan gözlerimde...

üç dilek hakkınız var dediklerinde;
zihninizden uçuşan ilki gibi düşünmeden bir anda,
ikinci gibi dura dura nefes nefese düşünen ,
ve sonuncusu gibi dudaklarda asla veda edilemeyen
kırgın bir bakışta...
bir dilek düşer ya aklına hani bir anda,

bende öyle sustum tüm dileklerimi işte...

11 Aralık 2010 Cumartesi

kaç aralık dudaklarından düşenler...


haydi durma öyle yapayalnız duvarda,
yırt takvimden gözlerini usulca...
ve bak,
kaç aralık dudaklarından düşenler söyle bana...

şiirini yüzümden yüzen kadın,üşüyen ceketim ben değilim inan.
benimki sıcağımı ceketimle paylaşma çabası sadece...
cebimde bir kışı üşüyorum ben,
ve ellerim yumruk yumruk adressiz mektuplar gizliyor tenime.
sözlerim üşüyor...
mısralar pul pul dökülüyor siyah beyaz gazete sayfalarından katladığım zarflara.
ve sadece duaları taşıyor post/acı bu taraftan araf'a...
bir tas su dileği ile
mektup mektup susuyorum işte bu yüzden sana...
dudaklarımda kuruyan bir şiirin çatlayan mısraları ve
dilimde ıslanmamış pulların düşsüz çaresizliği var...

taş duvarda bir kuytu pencere...


taş duvarda bir kuytu pencere...
pencerede bir damla mum nazlanıyordu gözlerinde...
ve ışıl ışıl kararıyordu duvar yıldızlanan teninde...
düşüne beşik türküler sallıyordu rüyasını belkide,
o kadar kısıktı sesi,ısıtmıyordu bir damla mum yüzünü...
kışlalar kar yanıyordu ovulan karnında...
taş duvarda bir kuytu pencere...
pencerede bir damla mum nazlanıyordu gözlerinde...
yün patiğine mektubunu saklayan yürekti zaman kuruyan ellerinde.
dilimden dudağına düşen suydu şiir,avucumdan bardağımda kardan erittiğim.
düşüme düş çaput bağladı mısram...
ben dalımdan düşmedim hiçbir zaman...
rüzgarın çatlayan yumrukları düştü toprağıma...
ve karın soğuyan yalnızlığı sardı yağmurda başımı...
ıslansamda,ıslak b/akmadım hiç kırık kenarlı aynanın üstüne...


taş duvarda bir kuytu pencere...
pencerede bir damla mum nazlanıyordu gözlerinde...
ve ışıl ışıl kararıyordu duvar yıldızlanan teninde..
son nefesine düşüyordu dudağımda saçağımdan son nefesim...
bir damla dua ile ıslandı sonra cesetim...
toprakta çatladı tohum doğururcasına bir kaderi,çığlık çığlığa.



bir çaresi vardır elbet tüm çıkmazların diye bir şarkı sözü takıldı kulağıma şimdi...
çektim aldım denizden onu,kendimi attım denizine bu akşamın...

dudağımdan dudağına miras bir damla zehir...


dudağımdan dudağına miras bir damla zehir...
sessizliğe büründü yüzüm...
ve yüzüme gökten ekilen kardan soğuk bu şehir...
sönen bir yangın ertesi yanık kükürt kokusu sesin...
parmak ucumda ıslanan bir yanık sızı...
tuz dökülen yalanlar çaydanlığından,
beyaz gömleğime düşen leke idi gökyüzüne saplanan gözlerin.


dudağımdan dudağına miras bir damla zehir...
ölüme esir yaşam çabası dakikalar düşüyor saatinden...
bileğinde soğuk kelepçe izi anılar...
dudağına gömülen ölümümde nefesinden nefesime akan o sıcak nehir...

soğuyan adımlarımın memleketiydi oysa askıda gördüğüm ıslak ceketin...
ve ben seni kaçıyordum herkesi terkedip...