30 Eylül 2008 Salı

bana mülteci ol ...



"Ölümle girişilen her savaş başlamadan kaybedilmiştir. Görkem eylemin sonucunda değil, eylemin soyluluğundadır." Paul-Louis Landsberg





Bana Mülteci Ol


Hadi gel bana mülteci ol!

Sığın yüreğime,Vatandaşı ol beden-i ülkemin

Benim dilimle konuş

Benim dilimle yaz

Benim dilimle ifade et kendini
Hadi gel bana mülteci ol!

Sıcaklığını sıcaklığıma ver

Ateşimde yandığını göster herkese

Ateşimin yakmadığını göster

Dağlarımda çiçek kal

Benim kokumla tanıt kendini
Hadi gel bana mülteci ol!

Sahiplenelim aşkımızı

Kirli ellere vermeyelim hükmümüzü

Korku salalım ihanet sevmelere

Dedim ya bende kal

Benim kimliğimle tanıt kendini…



mahmut şaylıkay

bir defter ...bir kalem ...bir silgi ...


kurşun kaleminle bembeyaz bir defter sayfasını yazdıgını çizdigini karaladıgını düşün...acaba onu silmeye ugraşır mıydın yoksa onu yırtıp atar mıydın temiz bir başlangıç istediginde defterinde... ? silmeye ugraştıgında sildiginde arkada kalacak karartıları , bastırarak yaşadıklarının izlerini mi tercih ederdin yoksa kopartılmışlıgın , giden atılmış sayfanın arkasında kalan defterin kenarında kalan ufak tırtıkları , parçaları ve o sayfanın bir daha asla orada olamayacak olan yoklugunu mu ...? düşün ve kendine cevap ver...çünkü bunu kendine borçlusun ...




*bir defter hayatın ve yazdıkların yaşamının ta kendisi olsaydı ne yapardın ...?

AVUÇLARIMDA ACILARIMIN KOZASI ...


AVUÇLARIMDA ACILARIMIN KOZASI


Aralıktır belki…pencerendesindir nedensiz… Hani bir anda kar yağmaya başlar ya…işte tam öyle bir şey.Hani bambaşkadır ya yağan her bir kar tanesi ve gözlerimizde hepsi aynı beyazdır ya eriyen kaybolan…İşte bizlerde öyleyiz.Hepimiz başka başkayız…Her birimiz bambaşkayız…Bilmeyen gözlerde aynı eriyen beyazız…Ama aslında hepimiz tane tane yağıyoruz,bambaşka süzülüyoruz gökyüzünden, bambaşka yerlere düşüyoruz ve bambaşka eriyoruz…Her birimiz tekiz aslında, her birimiz başka başkayız izlenilmeyi bekleyen düşüşlerimizde…Hani her bir kar tanesi kendine özgüdür ya tıpkı parmak izleri gibi…Her birimiz tek bir kar tanesi gibiyiz yağıyoruz üzerinize.Bambaşkayız aslında hepimiz ayrı ayrı... ama tattıklarımızın tadı çok benzer birbirlerine…



Değişir sözler,değişir gözler,değişir düşünceler fakat duyduğumuz hislerin,tattığımız acıların tatları aynıdır.Her birimiz yaşadıklarımızı konuşurken ağzımızdaki tatların ne kadarda aynı olduğunu hissedip şaşırdık önce belkide ve sırf bu aynı tatları yaşayan insanlar olarak sarıldık birbirimize…


Aynı tadı paylaştığımız dostlarımız,çok mutsuzum diye başlayan kaç konuşmaya liman olmuştur fırtınalı günlerinde bu yaşamın…Herkesin bir başlangıç hikayesi vardır hep anlatılan ve hep dinlenilen…Zordur…Zor günlerdir onlar…Hepimiz aynı acı tadı duymuşuzdur o başlangıçlarda ve acı, damak zevkimize lezzet katan bir tat olmamıştır bu zamanlarımızda eminim ki…


başlangıçlarımız birbirine benzer sanki...


Uyumadan henüz,saatimin alarmı kurulmuştu bir gece öncesinde …Çalmadan uyandım aniden buz gibi bir sabahın sisli şafak vaktiydi sanki…Anlamsız bir beyazlık kaplamıştı her yeri…İçinde,beyazın her yeri saran huzurundan duyduğum korkum vardı olmaması gerekirken…Her yer pişman bir beyazlıktı saflıgından uzak sanki ama içimde korkunun bulutları,içimde gök gürültüsü ağlayışlar yankılandı…sonbaharımla tanışmamdı…Kimse memnun görünmüyordu…Bende memnun oldum diyemedim.Adım güz dedi..Elimi uzatmaya korktum…Çok küçüktüm…Yaşım kaç olursa olsun,dokuz yada on dokuz…Çok küçüktüm…Elimi uzatmaya korktum…İşte bu yüzden korkunuzun tadını bilirim…Ağzımda korkunuzun tadının aynısı durur çünkü ...



Anlatmak istesen anlatamazsın…Acını saklamak istersin saklayamazsın…Uyanman gereken saatten çok önce uyandığın soğuk,buz gibi bir sabahın sisli şafağıdır sararan yapraklarınla tanışman…Hiçbir yeri göremezsin,donup kalırsın…Gözlerin korkunun ve şaşkınlığın ışıklarını yakmıştır kimse bana çarpmasın diye ve sen kalakalmışsındır öyle…Sevdiklerinin gözyaşlarıyla sularsın o günlerde gülüşlerinin mezarlarını…Gülüşlerin ölmüşlerdir sanki o günlerde…Ve sen o mezarın başında ağlayan yakınlarının gözyaşlarında sularsın çiçeklerini…Anlamsız kalırsın…Ne yapacağın uçup gitmiştir sanki aklından…Tüm kuşlar güneye uçmuşlardır çoktan sıcaklara ama sen orada kalmışsındır sanki tamda soğukların ortasında…Tek başına…En çokta ben yalnızdım diye düşünürsün…En çokta sen yalnızsındır o günlerde…


insanlar sürekli yeni yeni şeyler anlatırlar,başka başka seyler öğretmeye göstermeye çalışırlar çabalarlar...


…Bir bayram arifesidir sanki…çevrendeki insanlar renk renk kazaklar,elbiseler giymeni isteyen akrabalar gibidirler o zamanlar;halbuki hiçbiri,sevdiğin istediğin renkler değildir ve senin aklın günler öncesinden almayı düşledigin ve yatağının baş ucundaki rüyalarından ayırmadığın o basit kazaktadır.Çünkü o senin hayallerindir…Karşı koymak istersin,koyamazsın…Giyersin…Her ne isteniyorsa giyersin ses çıkarmadan,ses çıkarmak istersin çıkaramazsın…Ağzına kadar dolmuş bir bardak gibisindir o an;kim ne söylese ne anlatsa hep fazla gelir,bardağın kenarından akan fazla damlalar gibi akar gözyaşların gözlerinden…Ağlarsın…Ağla ağla,ağlamalar tükenir bazen; ağlayamazsın…Ağlayamadığın noktaya gelirsin yüzlerce defa…Gözyaşlarının kuraklığında, çölün soğukluğunu ve acıyan, donan susuzluğunu yaşar yüzün…Gülüşlerinin mezarlarından ufak gülümsemeler çıkar ara ara,çiçek çiçek biraz zaman geçince…Gülümsersin ufak ufak,tomurcuk tomurcuk…Gülmeye acıkmış yüzünde tatlı bir kahvaltıdır sanki o gülüşler…O çiçekleri sulayan büyüten sevdiklerinin gözyaşlarıdır bilirsin…Zordur günler…Alışırsın ama…dayanmaya çalışmaya alışırsın ...beceremesende...


ilk kırgınlıkların ilk acıların çok zor gelir sana.Kokulu silgisini koklamaya kıyamayan, avuçlarına saklayan birinci sınıf çocuğu gibi saklarsın tenini yüregini tüm acılardan ...



Alışırsın ama…Eve döndüğün ilk günler,akvaryumunda boğulan bir balık gibi yabancılaşırsın kendi sularına,yaşamına…Bildiğin kaldırımlarda turist bakışlar uçurursun seni tanıyan duvarlara…Ama alışırsın…bogulur bogulur tekrar uyanırsın sanki...zevksizce alınan ilk nefesler gibi , yaşamak istemiyormuşsun gibi yaşarsın yaşamın kıyısında...ama alışırsın...



Her gününde başka etkileri sonuçları vardır sen yaşarken yaşamının acılarının…Her gününde başka bir yağmuru, başka bir güneşini yaşarsın… Zorlanırsın…Başından son gününe dek bu gününün, devam eden ve edecek her gününde zorlanırsın ama gülersinde…Yarım kalırsın bazen…Yalnız kalırsın bazen, omuz olursun bazen bir diğerine, önemli hissedersin kendini, değerini anlarsın bazen…Durmazsın asla…Düşersin,düşersin,düşersin… Ama yerde kalmazsın…her zaman kalkarsın ve devam edersin…Kapkaranlık, hiç tanımadığın bir odada daha adım atmaya korkarken,yürümek zorunda oluşundur yaşamak…Devam etmek…Sen gözlerin görüyorken kör kalırsın o odada ilk girdiğin anda…düşersin,yaralanırsın, kırılırsın, incinirsin,korkarsın aslında ama o korkak adımlarında, o hayal kırıklığı düşüşlerinde karanlık odanı tanımaya başlarsın ve gün gelir odaya yeni gelene yolu anlatırsın, düşeceği yeri gösterir uyarırsın…Odaya girdiğinde kör olan sen, artık o odada çok hızla koşabiliyorsundur ve başka bir yeniye rehber olabiliyorsundur…Olgunlaşıyorsundur zaman geçtikçe.Şimdi daha güçlüsündür,daha lezzetlisindir.Her şeyi anlamakta daha başarılısındır.Piknikte mangalda et pişirmek kadar basittir her şey.Etler alevlerin üzerinde değil,alevlerin ardından kalan kızgın közlerin üzerinde pişerler…İlk başlarda yaşadığın sıcak acılar artık birçok bilgiyi pişirip sunabildiğin sıcak kor közlere dönüşmüşlerdir...Olgunluk yavaş yavaş pişirip, yavaşca soğumaktır,uzun uzun ısıtabilmek ve sıcacık kalabilmektir…Bu yüzden önemlidir…İşte bu yüzden aynı tat var hepimizin ağzında.Aynı tat var kanayan avuçlarımızda..Bu yüzden tanırız biliriz birbirimizi, hislerimizi…



yaşamın, günlerin ve her nefesin metamorfozundur aslında ; metamorfozdur…Doğru tanırsan kendini; doğru dinlersen yolu,kendini önemsiz bir tırtılken bir kelebek olmuş hayran bakışlar altında uçarken bulabilirsin…Birçok kelebek toplanıp uçuyorken biz,hayran bakışlarla izlerken insanlar bizi işte o zaman öyle bir zaman gelir ki bir günlük ömür uzun bitmeyen bir düş olur ve tüm insanlar o bir günlük ömrünüze hayran olur…


acıların aşkın yaşamın aslında bir metamorfozdur…Ne yapacağına sen karar verirsin…İster tırtıl olarak durur ölürsün;ister dinlersin ,hissedersin, istersin, yaşarsın ve bize katılırsın kelebek olursun hayran bakışlarla süslersin kanatlarını…Bir savaşız biz…Gözlerinizde, pencereden bakıp aynı beyazı yağıyor diye görüyorken kar diye siz,hepimiz bambaşkayız ama aşkın ta kendisiyiz biz…



* anlamsız düşüncelerimin ve kurşun kalemimden dökülen manasız cümlelerimin savaşından...bilmeliyiz ; savaşların bir galibi bir kazananı yoktur hiçbirzaman ...



29 Eylül 2008 Pazartesi

yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...


yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...
adımlarım rüzgarın estigi yöne...


gözlerim mavi bir denize bakar uzun uzadıya


hayallerimin çırasıdır dalıp gitmelerim güneşin battıgı yere dogru ...


yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...


yagmurlu bir günde sahilde ıslak bir banktır düşlerim ...
yalnız kalmış oturulmamış sırılsıklam bırakılmış...


ben hep aşkı sıcacık düşlerim ...


yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...


yüregim yagmurlara ...


zarflar içinde saklarım hep katladıgım kagıt gemileri


tersanemi dilimle mühürlerim ...


yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...


üşüyen ellerim avuçlarına ...


yürünmeyecek mesafeleri yürümeyi severim soguk günlerde


severim tuttugum balıkları tekrar denizlerine bırakmayı ...


yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...


gözlerim kara kışlara ...


adressiz pulsuz mektuplar yazar atarım yarınlara


simitlerimi martılara ...


yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...


ruhum nereye gittigini bilmeden bindigim vapurlara ...


saklanırım atkımın arkasına , korkup perdenin arkasına gizlenen çocuklar gibi


saklanırım tüm kibrit alevi umutlarımdan ...


yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...


acılarım mezar çiçeklerine ...
tüm mezarların üzerinde sence çiçekler mi sulanır yoksa miras kalan acılar mı
asla kurumasınlar diye ...
yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...
yorgun başım yastıgıma ...
neden bir kazak giydirilmez ki yükseklere bırakılan tüm uçurtmalara
uçtukları yerde üşümesinler diye ...
yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...
gecelerim göz kapaklarıma ...
bir bardak sıcak çayı degişmem şubatta agustosa
seninle içiyorsa dudaklar eger...
yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...
çocuklugum solgun güllere ...
gözlügümün camından sana yansıyanları görmez aslında gözlerim
ve ben gözlük takmam hiçbir ölümde gözlerime
gözyaşlarımı görmeye ihtiyacı vardır belkide cenazenin öznesinin...
örtülsün istemem ıslanan yerler
yagmur yagdıgında ıslanan topragın kokusu çıkmayacaksa gökyüzüne eger
ne anlamı var ki o zaman yagmurun yada aglamanın yaşıyorum demelere...
yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...
kazagım naftalinlere ...
eldivenim atkımın yanında uyur çekmecemde
ayrılmazlar hiç hep yanyana ; aşkları çocuklugumdan bu yana
yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...
sensizligim yazdıklarıma ...
yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...
şiirlerim kurşun kalemlere ...
yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...
sessizligim çıglıklara ...
yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...
kışlarım bahara...
yalnızlıgım kalabalıklara emanet ...
gözlerimin yagmurları şubata ...




Dersu Uzala...


Dersu Uzala

Göğü delen Adam, Papalagi isimli pek meşhur kitapta da bu tarz bir öykü vardır.


Papalagi beyaz adama Samoalı yerlilerin taktığı bir isimdir. Onlar zamanın; tatlı meyveler, muhteşem bir doğa, şükür ve barış içinde kardeşçe geçtiği samoa adalarında yaşarken bir gün denizden göğü beyaz yelkenleriyle –onlara göre- delercesine ilerleyen gemisiyle beyaz adam gelir. Ve Şeflerini yanlarında kendi memleketlerine götürürler. Şef geri döndüğünde orada (beyazların ülkesinde) gördüklerini büyük bir şaşkınlık ve iğreti ile kendi halkına anlatır.


Samoalı yerli, beyaz adamın zamanı saat denen iki kollu makine ile ölçmesine, her şeyi kaplara, o kapları başka şeylerin içine koymasına hayret etmektedir. Kendi temizliğini (ev vs.) para dediği kağıt ve metal parçaları vererek başkalarına yaptırmasına, kapalı mekanlarda tüm gün para denen madde için çalışmasına ve adına zaman dediği bir şeyin bir türlü kendisine yeterli gelmediği için yakınmasına hayret etmiştir. Giyim tarzımızdan yeme içme ve daha geliştirdiğimiz bir çok alışkanlığın saçmalığını, kendimize ördüğümüz zorunlulukları çok garipsemiştir. Neden bunca hasta ruhlu olduğumuz, ve bunca hastalığımız ve onları tedavi etmek için bunca doktora ilaca vs. ihtiyacımız olduğu yerlileri dinlerken ne kadar net anlaşılıyor.


İşte Dersu Uzala’da bu yerliler gibi ama o bir adadan değil, kutuplardaki Şamanlardan biri.
Kutuplardan alınıp modern yaşamın içine getirilmiş şaman Dersu Uzala, modern insanın yaşam biçimini de alışkanlıklarını da çok yastıyor haliyle. İçtiğimiz suya para vermemiz, ağaçların ihtiyacımız olmadığı kadarının kesilmesi daha pek çok şey. Özellikle Dersu Uzala’yı oynayayan karakterin sevimliliği ve Akira Kurosawa’nın yine muhtşeşem anlatımıyla kendini dünyanın imparatoru sanan beyaz adamın o pek şişkin egosuna zarifçe ama okkalı atılmış bir tokat tadında filmdir.

şiirle ve şiir tadında öldür beni...


kılıcın kınından çıkarken hissedilen şeydi bu ölmeden önce son duyduğun ; birde rüzgarının kulaklarında kurduğu oyun..



Akira Kurosawa ( Sword of Doom filminden )

aşk ...


aşk elimizde tuttugumuz dikenli bir tel sanki...tutkuyla sevdikçe ve baglandıkça daha bir sımsıkı , daha bir inatla sarılıyoruz avuçlarımızda ona...dahada acı çekiyoruz battıkça tenimize...ama aslında onu başından bu yana biz tutkuyla sıkıyoruz..kanlar arasında acılar arasındayken avuçların sıcacık, bırakmam dememizdir belkide aşk...kanatmasaydı kalbimizi avuçlarımızı , bu kadar sıcacık olmazdı belki...acıtmasaydı ruhu bu kadar , tutkuyla yapışamazdık bu kadar acı veren bişeye sanırım...

28 Eylül 2008 Pazar

there is no spoon...it is only yourself...


Neo: I thought it wasn't real

Morpheus: Your mind makes it real

Neo: If you're killed in the matrix, you die here?

Morpheus: The body cannot live without the mind
morpheus : how did ı beat you ?
neo : you are too fast
morpheus : do you believe that being stronger or faster has anything to do with my muscles in this place...you think that air breathing now ?



Morpheus: What are you waiting for? You're faster than this. Don't think you are, know you are. Come on. Stop trying to hit me and hit me.


Morpheus: If real is what you can feel, smell, taste and see, then 'real' is simply electrical signals interpreted by your brain


Morpheus: Unfortunately, no one can be told what the Matrix is. You have to see it for yourself.


Morpheus: Were you listening to me, Neo? Or were you looking at the woman in the red dress? Neo: I was...

Morpheus: Look again.



Spoon boy: Do not try and bend the spoon. That's impossible. Instead... only try to realize the truth.

Neo: What truth?

Spoon boy: There is no spoon.

Neo: There is no spoon?

Spoon boy: Then you'll see, that it is not the spoon that bends, it is only yourself.


Agent Smith: I'd like to share a revelation that I've had during my time here. It came to me when I tried to classify your species and I realized that you're not actually mammals. Every mammal on this planet instinctively develops a natural equilibrium with the surrounding environment but you humans do not. You move to an area and you multiply and multiply until every natural resource is consumed and the only way you can survive is to spread to another area. There is another organism on this planet that follows the same pattern. Do you know what it is? A virus. Human beings are a disease, a cancer of this planet. You're a plague and we are the cure.



Agent Jones: Only human.



Morpheus: I imagine that right now, you're feeling a bit like Alice. Hmm? Tumbling down the rabbit hole?

Neo: You could say that.

Morpheus: I see it in your eyes. You have the look of a man who accepts what he sees because he is expecting to wake up. Ironically, that's not far from the truth. Do you believe in fate, Neo? Neo: No.

Morpheus: Why not?

Neo: Because I don't like the idea that I'm not in control of my life.

Morpheus: I know *exactly* what you mean. Let me tell you why you're here. You're here because you know something. What you know you can't explain, but you feel it. You've felt it your entire life, that there's something wrong with the world. You don't know what it is, but it's there, like a splinter in your mind, driving you mad. It is this feeling that has brought you to me. Do you know what I'm talking about?

Neo: The Matrix.

Morpheus: Do you want to know what it is?

Neo: Yes.

Morpheus: The Matrix is everywhere. It is all around us. Even now, in this very room. You can see it when you look out your window or when you turn on your television. You can feel it when you go to work... when you go to church... when you pay your taxes. It is the world that has been pulled over your eyes to blind you from the truth.

Neo: What truth?

Morpheus: That you are a slave, Neo. Like everyone else you were born into bondage. Into a prison that you cannot taste or see or touch. A prison for your mind.


Morpheus: I'm trying to free your mind, Neo. But I can only show you the door. You're the one that has to walk through it.



Morpheus: Free your mind. [Morpheus jumps from one building to another a long distance away]

Neo: Whoa.



Neo: Why do my eyes hurt?

Morpheus: You've never used them before.




Morpheus: Welcome to the real world.



Agent Smith: Never send a human to do a machine's job.


Oracle: I'd ask you to sit down, but, you're not going to anyway. And don't worry about the vase.

Neo: What vase? [Neo turns to look for a vase, and as he does, he knocks over a vase of flowers, which shatters on the floor]

Oracle: That vase.

Neo: I'm sorry...

Oracle: I said don't worry about it. I'll get one of my kids to fix it.

Neo: How did you know?

Oracle: Ohh, what's really going to bake your noodle later on is, would you still have broken it if I hadn't said anything?



Agent Smith: You hear that Mr. Anderson?... That is the sound of inevitability... It is the sound of your death... Goodbye, Mr. Anderson...

Neo: My name... is Neo.



Tank: So what do you need? Besides a miracle.

Neo: Guns. Lots of guns.



Trinity: Neo... nobody has ever done this before.

Neo: That's why it's going to work.



Agent Smith: It seems that you've been living two lives. One life, you're Thomas A. Anderson, program writer for a respectable software company. You have a social security number, pay your taxes, and you... help your landlady carry out her garbage. The other life is lived in computers, where you go by the hacker alias "Neo" and are guilty of virtually every computer crime we have a law for. One of these lives has a future, and one of them does not.


Neo: I know kung fu.

Morpheus: [eyeing him, hand on chin] Show me.


Neo: Am I dead?

Morpheus: Far from it.


Agent Smith: The great Morpheus. We meet at last.

Morpheus: And you are?

Agent Smith: A Smith. Agent Smith.

Morpheus: You all look the same to me.



Oracle: Do you know what that means? [points to a banner]

Oracle: It means know thy self. I wanna tell you a little secret, being the one is just like being in love. No one needs to tell you you are in love, you just know it, through and through.


nice 2 meet u , myself ...


tanıdıgım sen ; yagmur yagan bir günde bir agacın altındaki bir su birikintisine yansıyan gökyüzüne bakıp izlerken siz , şap diye agaçtan suyun ortasına düşen yaramaz bir afacandır...


tanıdığın ben ; birikmiş suya düşüsüm için en mantıklı sebebi yaratıcak olan, ağacın arkasında saklanan kişidir.. sebebi sözlerken , şoka girmenizden de büyük zevk alıcaktır...


tanıdıgım sen ; matrix teki mr.anderson olarak dolaşır durur kendi hayatında ve helikopteri tuttugu ve kızı kurtardıgı anda bile neo olduguna inanmaz .mucizenin kendisiyken mucizelere inanmam çünkü gerçek degildirler diye düşünür ve çocukları avutmak için uydurulurlar mucizeler der yüzünüze...


tanıdığın ben ; kim ferrarisini satıp çindeki dağa çıkar? sorusuna bilmeden BEN diye hevesle cevap veren şanslı kişidir..


tanıdıgım sen ; siz evet tamda sen busun işte dediginizde zeytinyaglı bir dansçı gibi elinizden kayıp giden ve karşınızda yepyeni bi tanım olup size göz kırpan kişidir...


tanıdığın ben ; rüyasını istediği gibi yönlendirebilirken, sarsarak uyandırınca kontrolünü en sevimli şekilde kaybeden kişidir..


tanıdıgım sen ; denizin içinde yavaş yavaş yürürken siz sevgilinizle elele , aniden bastıran yagmur gibidir.suyun içindeyken yukarıdan yagan birkaç damla suya şaşırıp sevinmenize yol açabilir...
tanıdığın ben; sen yağmuru yağdırınca ensene bi tane çakıp sevgilileri rahat bırak diyen zeus gibidir.. sonra iyiki seviniyolar insanlar biraz şapşal oluyo galiba diye de seninle gülen kişidir...


tanıdığın ben ; 2.lik kürsüsünde 1.nin fotoğrafını çekmekten delicesine zevk alabilicek tek çatlak olsada o sırada 1.den daha çok ilgi çekebilen tek kişidir..


tanıdıgım sen ; aynaya bakarken aynadaki görüntüsüne ondan daha hızlı göz kırpıp ,onunla dalga geçebilen ve aynadaki şaşıran görüntüsüne bakıp, gülüp kaçan bi muzurdur...


tanıdığın ben; içinizdeki tilkidir.. kafanızın içindeki her köşede dolanır yeterki aklınız karışsın yeterki istediği kıvama gelin diye.. sonrasıda siz hangi planına dahilseniz, ona kalmış..


tanıdıgım sen ; aynı zamanda tanımadıgım sensin de...


tanıdığın ben; google dan bile bilgi saklayan kişidir.. öğrenmek istiyorsanız birebir kendisine ulaşıp sormanız gerekir..


tanıdıgım sen ; maskeli bir baloda şapşal bi surat maskesi tutarken elinde, maskenin arkasında bir dahinin yüzünü ve gülümseyişini saklar insanlardan...



maskeli balo bu ya aslında en şaşalı olanı lazımdı diye iç geçirerek kızarda kendine...



tanıdığın ben ; en iyi japon yapıştırıcısına sahip olandır,yeterki doğru yeri yapıştırdığına emin ol..


tanıdıgım sen ; kuzey kutbunda her adımında buzları eriten sıcacık adımlar atar size dogru ...asla korkmaz ayagının altında eriyen giden zeminden ,iklimlerin degişmesinden korkmaz asla yeterki suya düştügünde onunla suyun içinde yanyana olacagınıza inansın ...


tanıdığın ben; for one kiss, i would defy a thousand wessex'es cümlesini gerçek anlamıyla yapmaya niyetlenir..dur demediğin sürecede niyetinden vazgeçeceğini düşünemezsin...


tanıdıgım sen ; karıncaların ufacık halleriyle , tek sıra halinde minicik ekmek kırıntılarını yuvalarına öyle katı bi disiplin içinde taşımalarına bi anlam vermek istemez.yuvanın başucuna gider ve tam bir ekmegi üşenmeden parçalar karıncalar için karınca boyutunda...delice hayaller kurmaktan çekinmez..karıncaların tatil yapacagını bile düşünebilir kalan yaz günlerinde hatta...


tanıdığın ben; dünyadaki herşeyi görecegim deneyecegim öğrenecegim derken bi gün b.k yoluna gideceğinden korktuğun bendir...


tanıdıgım sen ; bir dünya savaşının ortasında ,yagmur misali bombalar yagan bir şehrin sokaklarında yürürken gözlerini kapatır ve ne savaşı ne bombası bugün hava çok güzel bombalar yok aslında hepsi rüya bunların dicek kadar yürekli cesur bi vurdumduymazdır ...


tanıdığın ben; saidini kullanıp delirmeden kalabilen tek aes sedaidr.


tanıdıgım sen ; çocukken oynadıgımız yalan çatışmalarda savaşlarımızda hep hayal edip istedigimiz bitmeyen lazer tabancasıdır ...Hindistan'da tanrıçadır...


tanıdığın ben; alice harikalar diyarındaki kedidir. ben kediyim dedigindede buna itiraz edip kendisininde kedi olmadığını söyleyen kişidir...


tanıdıgım sen ; tek başına yaşadıgı gezegeninde, onunla beraber olduguna inandıgı tüm dostlarına bir kavanozun içindeki çiçegi gibi saklayıp bakabilecegine ve onları herşeyden koruyabilecegine inanan kocaman kalpli bir küçük prenstir...


tanıdığın ben; sokaktaki küçük köpeği evine alıp, köpeğede kendisinin köpek degilde insan olduğunu benimsetebilecek tek kişidir.. aynı zamanda insan olduğuna ikna olan köpekten yinede köpek gibi davranmasını istemek gibi ilginç beklentilere sahiptir..



tanıdıgım sen ; yüzügü taşımayı kabul eden ve bütün dünyanın kaderinin ellerinde oldugu frododur...bütün hikaye odur ama o hala gandalf ı herşey zanneder ve onsuz hiçbişey yapamayacagından korkar durur anlamsızca...halbuki yanında can dostu korkusuz şişko sam vardır herzaman ...


tanıdığın ben; fantastik four da silver surferın ateş adamın bedenine hapsedilmiş halidir...


tanıdıgım sen ; robindir...bazen batman'in sag kolu ve onsuz asla yapamayacagı yol arkadaşıdır bazense isminin sonuna hood u ekler ve tek başına bir masal ve bir kahraman olur ; herkesin umudu olabilir ...




tanıdığın ben; doğru kelimeleri yan yana getirdiğinde herşeyi olağan kılabilmeyi başarmanın yollarını öğrenmiş olan kişidir..



tanıdıgım sen ; sizi sırılsıklam bırakmış bir yaz yagmurudur..ardından açan güneştir, sırılsıklam kalışınıza dayanamayan yufka yürekli bi dalga geçiştir hayatla...


tanıdığım sen; sevdiklerine vicdan azabı çektirmenin en mükemmel yollarını bilen kişidir...


tanıdıgım sen ; deli gömlegini kendi elleriyle ütüleyip giyen gayet akıllı bir delidir...


tanıdıgım sen ; açlıktan kıvranan bir güvercinken önü bugday dolu caminin önüne konmak istemeyen inatçı uçan bir keçidir...



tanıdıgın ben ; k pax ' tir...


tanıdıgın ben ; fonda horon çalarken valse yapabilir ...


tanıdıgın ben ; ask me diye bir blogtur belkide...





* Dissosiyatif fug ,Depersonalizasyon ve Histerik psikoz durumda ... gerçek misin yoksa gerçegin ötesi mi ...










23 Eylül 2008 Salı

samurayın kılıcı ...


bir samurayın ;


dürüstlügü; ilahi gücüdür.

uysalligi; huysuzluğudur.

kisiligi ; büyü gücüdür.

duyarliligi ; kulaklaridır.

çabuklugu ;bacaklaridır

kendisini savunması kanununudur.

firsati degerlendirmesi planidır.

dürüst kurallari; mucizesidir.

bütün kosullara adapte olmak prensibidir.

bosluk ve doymuslugu taktigidir.

zekasını hazir tutması dogal yeteneğidir .

akli ;arkadasidır.

dikkatsizligi ;düsmanidir.

yardimseverligi ;zirhidir.

degismezligi ;kalemidir.

zekası ;kilicidir.

Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı ?


Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı?




Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?




Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?




Sevmek için güzele mi bakmalı?




Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?




Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?




Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?




Hırsızlık; para, malmı çalmaktır?




Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı?




Solması için gülü dalından mı koparmalı?




Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?




Öldürmek için silah, hançer mi olmalı?




Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı?




Victor Hugo

aşk nedir ... ?


aşk nedir ... ?


anlamı var mıdır ... ?


bir tanıma sahip midir ... ?


objektif bir konu mudur yoksa subjektif bir konu mu yada her ikiside var mı biraz içinde ... ?


zamanla baglantısı var mıdır ... ?


aşk nedir ... ?


dikenli bir tel mi can yakan , yoksa ipek bir örtü mü üzerine uzanılan ,yumuşacık ... ?


aşk nedir ... ?




22 Eylül 2008 Pazartesi

made in mY mind ...


dün gece rüyamda bir kaplumbaganın uçtugunu ve bir kuşun kabugundan kafasını çıkartıp uçan kaplumbagayı izledigini gördüm ... düşünüyorumda peki dün gecem bir rüya mıydı ...

burada yerçekimi yok ...


hey newton fuck you... ı m not an apple...

kimsin sen ... ? kimim ben ... ? ve neresi burası ... ?


hey ziyaretçi , bilmeni istedigim birşeyler var ... 911 bir arama kurtarma hattı degil...arayarak ulaşamazsın...ve kendini kurtaramazsın...burası bir aglama duvarı degil... bir çaresizlik limanı yada sıgınma evi degil...burada sihirli bir degnek yok , sihirli bir çubuk yok bunu bilmelisin ve kabul etmelisin ...burada kendi düşmanın yine kendinsin ve kendi dostun yine sensin ... bunu sakın unutma ...

21 Eylül 2008 Pazar

sen kimsin ... ?


Okuldan eve dönerken ... Sofi posta kutusunu açar ve bir mektup bulur ...


Mektupta: Sen kimsin?

Dünya na­sıl meydana geldi ? diye yazmaktadır ...


sofinin dünyasından

Le Petit Prince



Eğer insan bir çiçeği seviyorsa ve milyonlarca yıldızın üzerinde bu çiçekten yalnızca bir tanecik varsa, yıldızlara uzaktan bakmak bile bu insani mutlu etmeye yeter. Çünkü insan kendi kendine 'işte benim çiçeğim oralarda bir yerde' diyebilir.


Eğer büyüklere, "Güzel bir ev gördüm, kırmızı tuğlalı: pencerelerinden sardunyalar sarkıyor, damında ise kumrular var," derseniz, nasıl bir evden söz etmekte olduğunuzu bir türlü anlayamazlar. Ne zaman ki onlara, "yüz milyonluk bir ev gördüm," dersiniz, işte o zaman size, "oo, ne kadar güzel bir evmiş!" derler gözlerini koca koca açıp.


Sen de kendi kendini yargılarsın, diye karşılık verdi kral. En zoru da budur. İnsanin kendini yargılaması başkasını yargılamasından daha zordur. İyi yargılamayı başarırsan, gerçek bilge olduğunu kanıtlamış olursun.


İnsanların arasında da yalnız kalır insan.


..Güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi. Kimse sizin için canını vermez. Buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o..


Senin oradaki insanlar, dedi Küçük Prens, bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar ama yine de aradıklarını bulamıyorlar. Aslında aradıkları tek bir gülde, ya da bir damla suda bulunabilir. Ama kördür gözler. İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçekleri görebilir.


...Bana bakıyordu. Elimde çekiç, parmaklarım yağdan simsiyah olmuş, ona çok çirkin gözüken bir nesnenin üzerine eğilmiş olan bana...


-Tıpkı büyükler gibi konuşuyorsun!
Biraz utandım ama o acımasızca sürdürdü:
-Herşeyi birbirine karıştırıyorsun, karmakarışık ediyorsun.
Gerçekten çok kızmıştı. Altın renkli saçları rüzgarda dalgalanıyordu.
-Gezegenlerden birinde yaşayan kırmızı yüzlü bir adam tanıyorum. Tek çiçek koklamamış, tek bir kez yıldıza bakmamış, kimseyi sevmemiş. Yaşamı boyunca tek yaptığı sey bir takım sayıları toplamak. O da bütün gün kendi kendine aynı şeyleri söylüyor, senin gibi: "Çok önemli işlerim var benim!" Bunları söylerken gururla kabarıyor göğsü. Ama o insan değil ki, mantar!


-Ne?


-Mantar!


Küçük Prens şimdi öfkesinden bembeyazdı.


-Çiçeklerin milyonlarca yıldır dikenleri var. Milyonlarca yıldır koyunlar dikenli çiçekleri de yiyorlar. Peki neden bu çiçeklerin hâlâ dikenleri olsun diye çabalamalarının nedenini anlamaya calışmak önemli işlerden sayılmıyor? Koyunlarla çiçeklerin arasındaki bu savaşs kırmızı yüzlü adamın topladığı rakamlardan daha mı önemsiz? Hele benim gezegenimde, yalnız benimkinde yaşayabilen bir çiçeğimin olduğunu, bunu koyunun bir ısırışta yok edebileceğini düşün. Bu çok mu önemsiz?
Şimdi de yüzü al aldı.


-İnsan bir çiçeği severse, milyonlarca ve milyonlarca yıldızda yalnız tek bir çiçek açarsa, işte o yıldızlara bakarak mutlu olur. Kendi kendine şöyle der: Ama koyun çiçeği yerse bütün yıldızlar kararıverir... Bu da hiç önemli değil öyle mi?


Sözleri hıçkırıklara boğuldu.


Gece olmuştu. Aletlerimi olduğu yere bıraktım. Şu anda çekicin, cıvatanın, susuzluğumun ne önemi vardi? Yıldızlardan, gezegenlerden birinde, benim gezegenim Dünya´da bir Küçük Prens vardı avutulacak. Kollarıma aldim onu ve başını okşadım...

hepimizburadadeliyiz.bendeliyim.sendelisin.öyleolmalısın.öyleolmasaydınburayagelmezdin...


Alice Harikalar Diyarında kitabını bir çoğumuz çocuk masalı olarak bilse de aslında bu kitap bir çocuk masalının olmasının yanı sıra mantık ve matematik kavramlarının arka planda tartışıldığı bir eserdir. Yazarı her ne kadar Lewis Caroll takma ismini kullanmış olsa da Charles Lutwidge Dodgson aslında Britanyalı bir matematikçidir. Alice Harikalar Diyarı'nda isimli masalın ana karakterlerinden biri ise her daim onun karşısına çıkan ve mantığı temsil eden Cheshire Kedisi'dir. Ee bir kedi bir masala girince doğal olarak masal sadece masal olmaktan çıkar ve arka planında bir çok derin konuyu da beraberinde getirir.



1865 yılında ilk baskısı yapılan Alice Harikalar Diyarında'nın günümüze ulaşan 22 kopyasından birinin 1.5 milyon dolara satıldığını da dikkate alacak olursak bu ilginç masal dünya edebiyatında eşsiz bir yer edinmiştir denilebilir. Bu ünlü masaldan esinlenen sanatçı sayısı da hiç az değildir. The Beatles'ın "Lucy in the Sky with Diamonds" şarkısında, Nabakov'un bir çok eserinde Alice'den izler görülür.


Masal, kız kardeşi ile pikniğe çıkan küçük sarışın Alice'in "Geç kaldım" diyen bir beyaz tavşanın arkasından gitmesi ve tavşanın girdiği deliğe bakarken delikten içeriye düşmesiyle başlar. Küçük delik bir anda büyür ve Alice'i fantastik bir dünyanın içine çekiverir. Bir çok hayvan ve konuşan oyun kağıtları ile bezeli masal kahramanları Alice'i şaşkınlığa uğratır. Masal bu büyüleyici hayal dünyasından bir ağacın dibinde Alice'in uyanması ile sona erer.


Masalda yer alan Cheshire Kedisi, Alice istediğinde ortaya çıkar ve genellikle Alice'i kızdıran konuşmalar yapar. Ama Cheshire Kedisi'nin tüm konuşmaları felsefi değer taşır ve Alice'i yaşam pencerelerini zorlar. Bir kanıya göre Cheshire, yazarının doğduğu kasabanın ismidir. Cheshire Kedisi her seferinde tebessüm ederek belirir ve tebessüm ederek gözden kaybolur. Alice, "hayatımda hiç gülümseyen bir kedi görmedim" der ve Cheshire Kedisi onu yanıtlar "Çünkü bu Cheshire Kedisi'dir. Ondandır."


Cheshire Kedisi ile Alice arasında geçen her konuşma rahatlıkla alınıp çerçevelenip duvarlara asılacak cinstendir. Bir keresinde Alice ile Cheshire Kedisi arasında şöyle bir konuşma geçer :



Alice : Deli insanların arasına gitmek istemiyorum.


Cheshire Kedisi : Bunun sana pek bir yararı yok. Hepimiz burada deliyiz. Ben deliyim. Sen delisin.


Alice : Benim deli olduğumu nereden biliyorsun?


Cheshire Kedisi : Öyle olmalısın. Öyle olmasaydın buraya gelmezdin. ...


Alice : Buradan gitmek için bana hangi yolu izlemem gerektiğini söyler misin?


Cheshire Kedisi : Nereye gitmen konusunda iyi bir anlaşmaya bağlı bu.


Alice : Neresi olduğunun önemi yok!


Cheshire Kedisi : O zaman hangi yol olduğunun da bir önemi yok.


Alice : Sonunda herhangi bir yere varsın da.


Cheshire Kedisi : Elbette varacaksın. Eğer yeterince uzun yürürsen.


Yayınlanması ile yazarı Charles Lutwidge Dodgson'a inanılmaz bir şöhret ve para kazandıran Alice Harikalar Diyarında sadece okullarda değil matematik eğitimi yapılan yüksek okullarda da okutulmaktadır. Yazar Dodgson bu şöhrete rağmen matematik eğitimi verdiği okulda yaşamının sonuna dek mütevazi bir öğretmen olarak kalmıştır. Cheshire Kedisi'ne gelince, Alice gibi onu çağırmayı deneyin. Tebessümü ile her an karşınıza çıkabilir.

düşüncelerin satrancı ve benim hamlem...şah mat ...


oyun sona erdiginde şah ve piyon aynı kutuya girer ...

sahadaki ilk onbirim...


1. Bütün bildiğim , bir şey bilmediğimdir. SOKRATES

2.En büyük cezaevi taş duvarların, demir parmaklıkların değil, insan kafasının içidir. LOVELACE

3.Uyuyan düşünce, bir daha uyumaz. CARLYLE


4.Geleceği hiç düşünmem; ansızın geliverir. ALBERT EİNSTEİN

5.Gözler insan ruhunun penceresidir. DU BARTAS

6.Sessizlik de bir çeşit konuşma sanatıdır. HAZZLİTT

7.Konuşmak, öğrenmeye yol açar; ama dehanın okulu yalnızlıktır. GİBBON

8.Öğrenmenin üç kaynağı vardır; çok görmek, çok acı çekmek, çok çalışmaktır. CATHERALL

9.Samimiyetin dili yoktur ve olmaz. O, gözlerden anlaşılır. ATATÜRK

10.Akıllılar dövüşmeden önce kazanırlar, cahiller kazanmak için dövüşürler. ZHUGE LİANG

11. 1 hiçbirşey bilmiyorum sıfırım, 2 kendi kafamın içinde t tipi cezaevimde müebbetim, 3 uyurken düşmedim hiç ve düşünceleride asla uyutmam hemen kullanırım yoksa unuturum, 4 gelecek düşündügüm ve düşledigim gibi geldiginde bilirimki dogru yoldayım, 5 yaz kış pencerelerim herzaman açıktır cereyandayım yani yedi yirmidört, 6 çok geveze bir sessizim sanırım o zaman ben , 7 deha okuluna girmiş bir salagım ama bu okulda herkesten farklıyım hiç degilse herkes dahi bense salagım, 8 görüyorum ama miktarını ölçmedim ölçemedim acı çekiyorum ama kime göre az kime göre çok kıyaslaması nasıl yapılır bilmiyorum hiç çalışmadım diyebilecek bir tembelim, 9 o kadar dogru konuşmuşsunki yorum yapmadan kabul edecegim. katılıyorum sonuna kadar sana hayranım ve yerinde degil yanında olmak istedigim tek adamsın. seni yakınında yaşamak isterdim, 10 bazen kazanmak kaybetmek ve kaybetmekte kazanmak anlamına gelebilir ...

denizin ortasında agladım ...


tek başıma aglamaktan korkmamayı , ilk kez denizin ortasına gidip diz çöküp aglarken ögrendim ...altımdaki denize baktım uzun uzun aglarken ...simsiyah bir perdeydi sanki ; siyah bir ayna...bir deniz oldum o zaman... agladım ...hıçkırıklarıma gök gürültüsü , dinmez gözyaşlarıma yagmur dediler ... altımdan dünyalar geçti ... yaşamlar aktı ... haykırışlarıma şimşek dediler , nefesime rüzgar ...

cam gibi kırılıyordu tüm taşlar...


cam gibi kırılıyordu taşlar ve sonbahar yaprakları gibi düşüyordu gözden yaşlar...


gözlerde şafak güneşinin kızıl kızarıklıgı...


cam gibi kırılıyordu taşlar ve güz yapragı gibi düşüyordu gözlerden yaşlar


yüzümün çizgilerinde bir ırmak kuruyordu bu agustos


kagıt gemilerim yan yattılar kurumuş çatlak toprakların üzerinde


kurudular ...


cam gibi kırılıyordu taşlar ve yagmurlar gibi düşüyordu gözlerden yaşlar


canımız yanıyordu , dileklerimiz boguluyordu bu yangınların içinde ...


ve bu yangın hiçbir denizin söndüremeyecegi kadar ıslaktı ...


bu yangın sendin ...


cam gibi kırılıyordu taşlar


kekik kokusunun dag eteklerinden köylere döküldügü gibi dökülüyordu gözden yaşlar


peşpeşe gemiler ayrılıyordu iskelemden uzaklara


kaç insan varsa avuçlarımdan kayıp açıklara yüzüyordu tüm dostlar


dibinde kalan son bir yudum ışıgını yudumlayıp bitirdi karşı binanın ışıgı açık odası


gecenin epeyce ilerlemiş saatleri , çok derin ve koyu mavi sularıydı artık zaman ...


ışıklar kapandı


karanlık geceligini giydi gece ve kayboldu tüm gölgeler ve tüm arkadaşlar


radyoda sessizlik çalmaya başladı


kulagımda lambanın sıfıra yakın fısıltısı ...


kulagımda sen ...


cam gibi kırılıyordu tüm taşlar


ve egiliyordu giyotine giden teslim tüm başlar


bir dag başıydı gözlerim


mevsim şubat yagmuruydu


ve bir papatya çayırıydı gözyaşlarım


bir yaprak yaş seviyor diyordu , diger yaş sevmiyor


pırıl pırıl bir güneş çalıyordu radyoda


ve bir deniz şarkı söyleyip sıgıyordu bir deniz kabugunun içine dalga sesleriyle beraber hemde


sıgamadım bir türlü kocaman çayırlara ...


cam gibi kırılıyordu tüm taşlar


ve kalbinden vurulmuş bir yaralının kanı gibi durmadan akıyordu gözlerimden yaşlar...


ve kurşunum pirinçten


durmuyordu gözlerimden akan yaşlar ...


kurşunum sen ...


cam gibi kırılıyordu taşlar ...


ve hayaller tuzla buz...


karşımda kadavra bir bina uzanıyordu buz gibi ,


binanın ışıgı yanan bir odasının aydınlattıkları ve onların gölgeleri dosttu bana karanlık odamda ...


ben odamın sag üst köşesiydim bu gece ...


örümcegin agının dantel örtüsündeki duvardım bugün ...


cam gibi kırılıyordu tüm taşlar


ve newtonun elmaları gibi düşüyordu yere gözlerimden bütün yaşlar ...


seni özlüyordum cebimden düşen her saniyemde ...


seni aglıyordum her dakika ...
ve akrebim yelkovanıma sürgündü benim ...





bu sabah yagmur var istanbulda ...


ne zaman yagmur yagmaya başlasa , ilk sen düşersin aklıma yagmurlardan önce ...

Without You I'm Nothing


Strange infatuation seems to grace the evening tide. I'll take it by your side. Such imagination seems to help the feeling slide. I'll take it by your side. Instant correlation sucks and breeds a pack of lies. I'll take it by your side. Oversaturation curls the skin and tans the hide. I'll take it by your side.

I'm unclean, a libertine And every time you vent your spleen, I seem to lose the power of speech, Your slipping slowly from my reach. You grow me like an evergreen, You never see the lonely me at all


I... Take the plan, spin it sideways. I... Fall. Without you, I'm Nothing. Without you, I'm nothing. Without you, I'm nothing. Take the plan, spin it sideways. Without you, I'm nothing at all.
* fotograftakiler salvador dali ve büyük aşkı gala

sevdigim laflar...


'' Tanrı , bana görecek bir tek göz ile kalem tutacak iki parmak bıraksın , yeter ki şiir yazayım ''

fazıl hüsnü daglarca


'' hayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar , onu daha iyi tanırlar ''

nietzsche

'' ekmegim , suyum , aşım ,havam ,her şeyim tiyatro ''

suna pekuysal


'' başkalarını anlamak bilgeliktir , kendini anlamaksa aydınlanmaktır ''

lao tzu

'' madem hayaller güzel olur gerçeklerden ,
kendi bahçesinde
dal olmayan biri
girmiş bahçeme
agaçlık taslıyor ''

özdemir asaf

'' bir tilki ile turnanın kavgasından dogan dövüş sanatı ; wing tzun ''

turnanın kazandıgı kavga



'' unutma karanlıktır heryer ararken ışıgı ...bu yüzden korkma karanlıktan asla...zaten bu arayışın ta kendisidir hayat... ''

t.e.

sözler ...verilmiş sözler...alınmış sözler


gökyüzü yeterince kararmadan yıldızları göremezsin ... yagmur yagmadan gökkuşagını ... nefessiz kalmadan nefeslerinin degerini ...ayrılıkları ayrıntılar acıtır ... geceyi şarkılar ...

özeleştiri ...öz kendinle tartışmaca...öz kendine kızmaca...


cehennem yangınlarında donarak ölecek günahkarım ben ...alevlerin arasında üşüyüp avuçlarına yine soguk nefesini üfleyecek çaresizim ben...sitemim yalandır aldıgım nefeslere...

otuzdokuz


ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

her gördügümde seni derin bir nefes alıp koşuyordum ellerine

avuçların denizimdi

paylaşıyordum avuçlarımdaki ateşimi seninle

zaten sen yakıyordun paslı bir sobayı tutuşturur gibi avuçlarımın içini

ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

ölümü yeni bir dünya olarak biliyordum ve sana daha çok koşuyordum o vakit

ve tüm şahadetlerim katlıydı sırtımdaki çantamda...

şakalar katlıyordu kagıt uçaklar gibi dilim ,ellerini tuttugum an

ölümümsün gibi soguktu avuçların ,hissediyordum

'' mezarlıkta mı yattın dün gece ? '' diye sendeliyordum gözlerinde

kalbimde kanım , heyecanımın korlarında yanıyordu o an...

söyleyemiyordu suskunlugum hiçbirşey...

ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

ölmekten degil , ölmeyi hakedememekten korkuyordum çocukça ...

büyüdükçe üşüyordum...

büyüdükçe susuyordum...

büyüdükçe sana daha da yaklaşıyordum ...

teslim oluyordum tüm sana sürüklenmelerime , kaçışlarımdan kaçıp ...

ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

ve ben avuçlarını avuçlarıma alıp nefesimi üflüyordum sana ...

gördügüm şey mucizeydi benim ,daha azı degil eminim

ve ben azrailime aşık olmuştum galiba ...

ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

kulagına egilip fısıldarken ben sana içimi ,

içimde kaç yankı bagırıyordu daglarıma sayamazdım hiç

dilimde eski bir balıkçı teknesiydi suskunlugum , denizinden emekli...

gözlerim hep bir özlemin bekleyişinde bagdaş kurardı sana

duy beni diye susardım hep sana ...

ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

tabutumu yontuyordum elini her tuttugumda biliyordum ...

kaçıncı basamagında düşüvermişti savunmam bilemiyorum

ama kaybetmeye koşmuştum sana , kazanmaya inanıp ...

ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

en çok çatıdaki martıları kıskanırdım kulaklarından

çıglık çıglık aglayabildikleri için sana ...

oysa ben fısıldardım gözyaşlarımı sana hep ...

ölümümsün gibi soguktu hep avuçların , hissediyordum

çıkıyordum bu dünyadan gözlerine uzandıgımda yapayalnız ...

bir başıma tek başıma düşüyordum huzura sanki ,

görevinmiş gibi yok oluyordun ve sen bir anda ...

kafandaki parlak halkanı ve görevini bu yüzden sevemedim belkide hiç ...

ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

korktum tüm korkularımdan , hep kendimi korkuttum şakalarımla

birgün uçup gidecegini , kaybolacagını biliyordum hep oysaki ...

ama kabul edemedim ölümün benden ayrılması gerektigini hiçbirzaman ;

ölümsüzlüge alışamadım hiç ...

ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

soguktu , karısı ölmüş bir şairin gözleri kadar kış o zaman ...

avuçlarımda kaç kar tanesi erittim hasretinden bilmiyorum

seni gördügümde yana yana gelirdin o yolu sanki o yolda yürürken

alev alev ayırırdın gözlerimden bakışlarımı

ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

ve ben ölümsüzlüge alışamıyordum bir türlü ...

ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

gözyaşlarını daglarından eritirdin sanki , buz gibi soguktular herzaman

yanaklarının eteklerinden akardı dudaklarının köyüne sanki

ben sırf bu yüzden kaçardım şehrin kalabalıklarından sana ...

oysa ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

beni sevdigini söyledigin zaman zamansızlaştım ben

kırıldı kum saatim ... havada kaldı kum tanelerim ...

hep bekledigim yagmurun altında ıslanmaya bıraktım kendimi sevdigini ilk söyledigin zaman

ıslak toprak kokusu...ıslak huzur kokusu...

silinen zamanın buğusu...

ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

kim ne istiyor bilemedim hiç ...

kim ne susar duyamadım ...

ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum buz gibiydi

üşüyorsun diye korkardı yüregim hep

ölümümsün gibi soguktu avuçların , hissediyordum

ve ben ölümsüzlüge alışamadım bir türlü ...

hemde hiç ...

ölüme hasret bir ölümsüzlüğün tesbihini çekiyor

mırıldanan dudaklarım...

03:22 a.m...


dokuz yaşımdan terkim çocuklugumu

gülüşlerden emekliyim dokuz yaşımdan yaşamı

inanmadım elimi bırakmayacak bir elin varlıgına hiç...
avuçlarımın yangınlarında tüm sarılmalara susamış halde
bıraktım ellerimi boşluga sadece...

çok kısık sesle dinledim radyoyu hep geceleri

korktugum şarkılara çarpmasın sandalım diye

gözlerim agladılar , bakışlarım agladı , sözler agladı , eller agladı , parmak uçları agladı

ama silmedim , silmedim hiçbir yaşı onlardan

aglamalarına kurudular , gözyaşlarıyla üşüdüler ve uyudular çocuklar gibi

ama agladıgımı görmediler hiç

yastıgımdadır bütün gözyaşlarımın mezarları

şehit yaşlar büyüttüm döktüm karanlıklarda

ölümü haketmemiş yaşlarımı gömdüm yüzlerce defa yastıgımda kazdıgım çukurlara

çok üşüdüm çok üşüdüm çok üşüdüm...

yinede üşüdüm demedim bir kere bile , dokuzumda bıraktım üşümeyi

ve bıraktıgım yerden geri dönüp almadım hiçbir pişmanlıgımı...

agaçlar ve insanlar...


yagmurlu serin bir eylül akşamı franz kafka ile oturduk bir otobüs duragının sessizliginde...iftar sessizligine ve yalnızlıgına bürünmüştü tüm sokaklar tüm caddeler tüm şehir...terkedilmişti şehir ,terkedilmişti otobüs duragı ve terkedilmişti akşam...fazla konuşmayı sevmeyen bir adamdı belli oluyordu kolayca suskunlugundan ...yaşlanmıştı bakışları yorgundu gözleri...suskunluguna izin vermek istedim nedense ; sessizligin koynuna uzanıp öylece kalmasına izin verdim.dokunmadım karıncanın yuvasına yani...

sonra dediki : çünkü bizler karda agaç gövdeleri gibiyiz.görünürde hemen toprak üzerinde bulunur gövdeler ve ufak bir yüklenişte onları yerlerinden söküp atmamak için ortada bir neden yok sanılır.ama hayır ! olacak şey degildir bu ; çünkü gövdeler yere sımsıkı yapışmıştır .ama bu da yalnız görünürde böyledir.

anlamamıştım...bu adam bir botanikçi mi yoksa bir sosyolog muydu anlamamıştım...gerçekten sımsıkı baglımıydık yere ...topraga...inancımıza...saygımıza...onurumuza...gururumuza...gerçeklerimize...yalanlarımıza...sevdigimize...


sadece düşündüm...hiç sesimi çıkarmadım...ses etmedim...bembeyaz bir örtüydü sanki cadde ve bu sessizlik...üzerindeki siyah bir leke olmak istemedim ...suskun kaldım...sadece sessiz kaldım kalabildim...

ve otobüs geldi işte...geldigi halde binmeden bekledigim onlarca otobüsten sonra açılan kapıya yönelip merdivene adım attım...

en arkaya oturdum ...otobüslerde herzaman en arkaya otururum arkamda hiçbirşey bırakmak istemedigimden...ve durak benden uzaklaştı , ben duraktan ...