28 Şubat 2010 Pazar
boynunu büküp kurşunun ,yaşanmadan yazılmaz...
yaşanmadan yazılmaz...
doğrudur dedi kalem buna ,
boynunu büküp kurşunun...
kaç yaşında olduğunun önemi yok,
yaşlanmadan yazılmaz ...
ıslak bir akşamı demler gibi çayında,
gözlerinde su birikintisi bir nefes gibi
arnavut kaldırımlar gibi çatlayan bakışlarında bu satırlar
ıslanmadan yazılmaz...
26 Şubat 2010 Cuma
yoksa ölür tüm aşklar bir su kenarında öylece...
nerede su olursa , yeşile kaçar orada ağlayan bakışları ile kuruyup sızlayan çaresiz gözler...
nerede su olursa , susuz kalır orada mutluluklar ve gözleri birden bastıran sağanak yagmurlar kaplar; mevsim ağustosun kurak rüzgar zamanıda olsa...
nerede su olursa , ölüme bırakır kendini orada dilindeki tadı paslı susuzluk...düşer sözler gözlerden aşagılara , susar susayan dil tüm konuşmalara...
nerede su olursa , orada sözler kurur...susuzluk kentinde yağmurların bardaklarda biriktirildigi bilinmez...aşksız bir kalpte tüm hisler yağmurları içerek büyür kimse bilmez...
nerede su olursa , orada mektuplar şemsiyelerin altında okunmaz sevdigine ...yağmurlar elleri açtırmaz gökyüzüne mutluluk ile...
nerede su olursa , yeşile kaçar ağlamalara zincirlenen aşık tüm gözler...ve susar tüm gülümseyişler...
nerede su olursa , orada susuz kalır elele uyuyan tüm sessiz sevdalar...
nerede su olursa , orada çiçekler doğar ve aşklar ölür...çölü yürüyüp günlerce susuz kalan tüm aşklara yasaktır suyu ilk gördükleri anda onun tadına bakmak ,kana kana onu içmek...yoksa ölür tüm aşklar bir su kenarında öylece...bu yüzden beklemek sabretmek zorundadır suya hasret kalan susuz her aşk o SUYUN başında öylece...ve bir anda konuşmamalıdır herşeyi , harf harf dokundurmalıdır dudaklarına tüm konuşmak istediklerini...yoksa kalp durur tüm çarpışları ile ve ruh tek aşkını , bedeni yürekteki tüm eşyalarını toplayıp terkedip gider...
23 Şubat 2010 Salı
denize bırakılan bir ceset gibi sessizce teslim olursun...
Her şeyden önce, unutma ki sevişmek gibi bir şeydir şiir yazmak...
bir pişmanlıga sarılıp en huzurlu uykuna, denize bırakılan bir ceset gibi sessizce teslim olursun... süzülüp usulca gömülürsün yumuşacık beyaz kumlara...
Her şeyden önce, unutma ki sevişmek gibi bir şey degildir şiir yazmak...
mutlaka, tenini kavuran görünmez bir denizin alevlerine gebe kalırsın...merhemi gözyaşların bir yanıgı içinde büyütür ,asla korunamazsın...
acılar ile doğurur,gözyaşları arasından gülümsersin kucağına mutluluğunu bir bebek gibi alıp...kokusunda en yorgun huzuruna, sessizce kaybolup uyuyakalırsın...soğuyan yangınların ateşini üşürsün bedeninde... bir savaş ertesinin sonradan hissedilen yaraları diz çöker tenine...ve sonra sen ; kundağı kolların sıcacık bir yalnızlıkta, kendini sallar pış pışlarsın...
tamda bu yüzden sevişmeler, sevişmek bir iş değildir asla...
tüm işler çıkarılmalıdır sevişmelerin içinden...
sevmektir esasında sevişmek ;
içinden tüm iş olma çabalarını çıkarırsanız eğer...
tıpkı yazmak gibi...
21 Şubat 2010 Pazar
üzülme kartpostal...
ben küçükkene sen zıp zıp pire...
ben küçükkene sen zıp zıp pire...ben küçükkene ,korkardım hep büyüdüğümüzde masalsız kalıcaz diye...bu yüzden büyüklere neden yazılmazki birkaç masal diye kafa kaşımışımdır büyürkene...ben küçükkene sen zıp zıp pire isimli bir masal kitabı yazılabilir büyüklere diye düşünüyorum şimdilerde...büyüklere masallar...uyumadan öncesinde yatak düşleri...büyüklere yazılmış bir uyku masalı ; yarım kalmalara razı uyuyakalan tüm yorgun yaşlı gözlerde...
tatlı rüyalar koca bebekler...
utanırım gecenden...
terler bıyıksızlığım avuçlarımın arasında...
utanırım herşeyden...
bir türlü saklanmayı beceremeyen bir saklambaç çocuğudur
utanışlarım gözlerimde...
gizlenemem bir türlü gecenin içerisinde bile...
terler bıyıksızlığım avuçlarımın arasında...
tüm güçsüzlüğüm ekilidir aslında dudaklarım üzerine...
yere eğik yalnız bakışlarım çorak topraktır sanki...
yetişmez hiçbir umut ,
ayrık otu ağlamaların altına serili gözlerimin gecelerinde...
damla damla büyüyen ekindir tüm utançlarım yüreğimde...
bozkır kalbim...
çorak sözlerim...
sararan otların rüzgara savruluşlarında süzülen sessizliğim...
kesik rüzgarların bıçak yarası kısık gözlerim...
terler bıyıksızlığım avuçlarımın arasında...
utanırım senden...
yürüyemem mesela sana giden hiçbir köprüden cesaret ile...
utanırım bakışlarından...
gözlerinden gözlerime esen rüzgarda
bir kez olsun tutunup kalamam düşlerinde...
utanırım sözlerinden...
sözlerin önünde soyunuk çırılçıplak bir sorguda
korkularımsız dik duramam...
utanıp ellerimle yüreğimi kapatırım...
utanırım avuçlarından...
soğuk çocukluğumdan bu yana hep korkarım tüm sıcaklardan ellerimde...
sıcaklığını paylaşacagını sandığım eller ellerimi yakar diye...
utanırım gecenden...
rüyalarda dalga olup köpük köpük kıyılarımı dövüşünden utanırım...
utanırım güneşinden...
beni sürgün yollar kuru gölgelere gözlerin diye ,
korkar bakamam gözlerine uzun süre,
kaçırırım bakışlarımı senden hiç istemesemde...
utanırım sefilliğimden...
saçlarının kokusunu bana taşıyan rüzgarlarına binen ,
beni terkeden anlarımdan utanırım hep ;
bana ihanet eden tüm mektuplarımın satırlarından...
utanırım kardan yağmurdan ,
paçamdaki çamurdan...
seni yürüyüşlerimden...
gölgeni takip etmek isteyen durduramadığım gölgelerimden...
utanırım ardındaki adımlarımdan...
ve seni aklıma getirdiler diye çözülür bir anda dizlerim bazen...
utanırım senden ve rengi yeşile kaçan denizden...
utanırım soyunurcasına usul usul kararan aydan geceden...
tüm saklanışlarımdan sana yakalanırım diye korkarım...
hemen ardında olsamda
doğrultamam asla bakışlarımı sana , utanırım korkumdan...
kafama doğrultup tüm o bakışlarımı yüreğimin tetigine dokunup ,
öldürürüm içimdeki tüm kurak çatlak toprakları,
sessizliğimi gözlerimin yağmurlarında yıkarım...
sakınırım tüm seni izlemelerden sessiz sevdamı...
utanırım yolumdan...
böyle zamanlarda ,adımlarımın izlerinde biriken sularda açılan tüm yaralara
düşman çiçekler açarım gözlerimde...
hatta bebekliğinde göz bebeklerimin...
adımlarımın izlerine ,yüreğimde sana ovulan mısraları
süremem adımlarımın yaralarına diye
utanırım adım atmaktan bazen...
ayak izlerimde kanayan yaralarıma seni saramadım diye
utanırım yürüyemediğim her yalnız akşamdan...
terler bıyıksızlığım avuçlarımın arasında...
damlar satırlar bir bir çatı kenarlarından düşen su damlaları misali
utanan itirafların su birikintisine tıp tıp...
mektuplarda dağılır mürekkep dağılır kelimeler o sebepten...
siler ağlamalar bir bir satırlardan düşleri
mısralardan hisleri...
durduramam yerçekimini o zaman...
tüm yaşlar ayaklarımın dibine düşüp kapanır ayaklarıma...
yalvarır tüm sızılar yürekte gurura,
parmakta kaleme...
yinede itiraf edemem kurşun kalemden kağıda sıktığım ,
bilerek karavana bastığım tüm tetiklerden
sana olan aşkımı...
yer yer bir su birikintisine rastladığın arnavut kaldırımlı ,
ince dar bir sokak olur o vakit önümdeki kağıt...
yol bellidir nereye çıkar...
kalem susar,kelimeler yollarından kaçar...
sen ağlamalardan sana düşenler zannedersin,ben sana utanırım...
sen dağılan kelimelerin saçlarını okşarsın mürekkep yüzlerden çiçekler açıp ,
ben sana boyun eğerim tüm prangalarımdan kaçıp...
terler bıyıksızlığım avuçlarımın arasında...
ve bebek isa doğar tekrardan çivilendiği çarmağından ,
kolları açılır makasların ve tutan kollar arasından...
ilk nefes ağlayış olur
ve sen düşersin ilk defa yana yana ciğerden yüreğe...
aşımı kesen makastan ,
başımı tutan plastik tadlı elden yakınırım bir an bilmemki niye...
doğumum sen...
seni ağlarım hıçkırık hıçkırık, ilk nefes diye ben...
sen terleyen avuçlarından utanan al yanaklı bir çocuk olursun ,
ve ben yarım kalan bir mektup gözlerinde...
sonra ben pulsuzluğumdan utanırım ...
18 Şubat 2010 Perşembe
dilbilgisi kanunlarına aykırı işler kahvesi ...
1.söylenenlerin aksine küçük harfle başlanabilir cümleye...
2.devrilebilir ağır yük taşıyan her cümle keskin kederlerin virajlı mısralarında...devrik cümlelerin anayolunda seyrederken kurşun kalemin, sinyal vermeden sollanabilir kalbe sızı saplayan her hatıra...
3.bir cümlenin orta yerinde büyük bir harfi hakedip kazanabilir bir kelime ...sayısal çıkan sözcükler , piyango tutturan çeyrek bilet satırlar ,altılı vuran ünsüzler dost olup yanyana oturabilir...
4.nokta koymak zorunlu değildir cümlelerin sonuna...yaşamlarının sonunda mezar taşı bir virgülde olabilir cümlenin ,mezar taşsız sırf kabaran toprak örtülüp üzerine öylece gömülebilirde cümleler...
5.noktalama işaretleri yer değiştirebilir her vakit...işi çıkan noktalı virgülün yerine nokta yada virgül bakabilir birkaç satır,birkaç gece,birkaç gün...
6.inancın , yazarken harfleri ne kadar büyük yazdığından ölçülemez asla...kimsenin göremeyeceği farkedemeyeceği kadar küçükte yazılabilir inandığın büyük gücün ismi...sen küçük yazdın diye küçülmez hiçbir inanç kalplerde,yada enerji kainatta...saygı dediğin ama altında büyük bir korkunun biriktiği bir dağdır tavrın böyle durumlarda...ve korku,inanmadığı şeyleri yaptırabilir insana...demekki korkmak doğru degildir...sen ne kadar küçük yazarsan yaz ,unutma isterse insan herşeyi farkedebilir...
7.günahların yada hataların heykelleştirilmiş bir rakamı olamaz kutsal kitaplarda asla...yedi ölümcül günah , yedi büyük yanlış diye birşey yoktur aslında...yedi büyük günah üç küçük kuzu güzel bir masaldır sadece kulaklarda...sizi uyutan büyüten masallar ağacında yapraklar dökülmez hiçbir zaman...çam agaçları kesilip ölen agaçlar üzerine süslenemez hiçbir zaman hiçbir an...
8.derin bir sessizliğede ünlem koyulabilir derin olduğuna inanıyorsan eğer...bir haykırışa gerek yoktur illaki...bağırmalara çağırmalara uzak yerlerdede ünlem çiçekleri açabilir büyüyebilir elbet...buraya ünlem buraya virgül ekilir arkadaş onu ekeceksin diyemez hiçkimse ; tarlası sizin kaleminizle sürülen bir kağıdın topraklarında...
9.sorular soru işareti atılmadanda demirlenebilir bir limana...sorular soru işareti olmadanda sorulabilir bir gözden diğerine hiç konuşmadan sessizce...
10.üç nokta has topraktır boş topraktır su kenarına uzanmış oturan...ne ekersen onu büyütürsün uzatırsın dahada...ne ekersen o kadar oturur sofra açarsın agacının dibine...azığı , aklına mıh gibi çakılı olanın gülüşüdür güneş tepede yorgun terli temmuzların...tırpanı gözlerin,sabanı kurşun kalemin ,pulluğu kederlerin...ne kadar sürersen o kadar nefes alırsın ,ne kadar bakarsan o kadar aç kalırsın...
11.unutma kanunu olmaz hiçbir yazının...kanunu olmaz hiçbir gülüşün...kanunlar beyinlere çakılmış çitleridir bu şehrin...dört ayağının üzerine düşene yasaktır özgür yolculuklar...çitler ve dikenli teller olmadanda zeytin verir tüm zeytinlikler...çitleri insanlar toprağa çakar...nedendir bilinmez üstelik sorulmazda ,herşeyi insanoğlu bölüp hapseder...ağaçlar güneşe ve suya bakar,susuzluğa ağıt yakarlar sararan yapraklarında sadece...
12.korkma hastalık kapılmaz korunuyorsan eğer hiçbir rus şiirinden ,
düşünebiliyorsan eğer...düşünüp kendinide yargılayabiliyorsan eğer...korkma frengi düşmez kalemine saman kagıtla öpüştü diye ,aids bulaşmaz satırlarına şiiri rus olan satırların ;sırf çok güzeller diye sevilmez hiçbir kadın yada şiir, kederi teninde eski bir hançer yaranı yakıp kanatmıyorsa eğer...
13.uğursuz değildir hiçbir rakam ve hiçbir deniz ,üzerinde şiir gibi uçuyor diye göçmen mısralar; günde beş dakika belki görebildiği akşamüstü güneşini öpüp uğurluyor diye eşi, gecede güneşe sevdalı ay...uğursuz değildir hiçbir rakam ve hiçbir deniz,çalınan kumlarından açık kalan yerleri yosunla yamalıyor diye utanıp geceleri...sen gelgit diyorsun geceye,ve deniz utanıp başını önüne eğiyor mumu ay bir geceye mahçup düşüp...
güzel ütopyalar örmüştü...
güzel ütopyalar örmüştü...
kederli yünlerin yalnızlıklarına salıngaç kurduğu
ama sallanmadan öylece oturduğu akşamların
serin kokusuna sarılan bir çarşaftı bogaz gözlerinde...
güzel ütopyaları ısıtıyordu üşüyen boynunu ,
şehrin çaresiz bencilliklere esir rüzgarlarına karşı...
güzel ütopyolar örmüştü...
en büyük silahıydı biri diğerinden daha hafif olan iki şiş ellerinde...
aylak ağlamalara kaçmasın diye sıkı sıkıya bağlanmış titrek akşamlar yakıyordu ışık diye gözlerinde...
ne zaman yapayalnızlık yalnız bıraksa onu evinde,
yada karanlık çökse odasına ,
gizlice aglardı...
zaman zaman titreyen mum alevlerinin doruğundan eriyip akıyordu
gözyaşları yanağına...
yanaklarında soğuyup kuruyordu gözden düşürdükleri
süzülen yolları boyunca
yayla gecesi avuçlarının soğuklarında...
güzel ütopyalar örmüştü...
yardım edeni olmadan sarmıştı yünden sıcacık sabahları kollarında...
yalnız kahvaltılarda demlemişti tüm yalnızlıgına isyan hıçkırıklarını...
semaveri sessizligiydi...
ocağı dalıp giden gözleriydi...
demlediği keder çayının mis kokulu dumanıydı gülüşleri...
güzel ütopyalar örmüştü...
tüm sokağın çocukları üşüyordu
onun ördüklerini giymedikleri zamanlarda...
tüm sokağın çocukları üşümeden kar revan bir oyuna koşuyolardı onunla ,
pencereye yapışan yorgun yaşlanan gözlerin himayesinde...
ayaklarda kalın çorapların taban yanıkları akşamüstü ıslaklıklarında kızaran...
üşüdüğünü , sıcak bir evin penceresine dokunduğunda anlayabilen
öksüz bakışlar üflüyordu bugulu penceresine...
yetim ellerin hissizliginde açan üşümüş dualar...
halbuki ne kadarda güzeldiler
çekilmez zannedilen,
herşeye rağmen...
avuçlarında kardelenler gibi baş veriyordu kızaran ilk utanışları...
bakışlarının doruklarında ,kimsenin ulaşamayacağı yükseklerinde
balık tutulmaz bir dere besliyordu içinde...
herkeslerden gizli...
kimse bilmez...
akışını duymaz hiçkimse...
avuçlarında kardelenler gibi baş veriyordu kızaran ilk utanışları...
yüzünde nadasa bırakılmış gülümseyişlerin yokluğu bir bozkır hüznü örtülüydü...
güzel ütopyalar örmüştü...
bir türlü arayıp bulamadığı, avuçlarının içine alıp sahip olamadığı mutluluğa inat ,
tüm duaları ile umutlanan düşlerin saklandığı sandığıydı yüzünün suskunluğu...
güzel ütopyalar örmüştü...
her bakanın bayıldığı , ama kimsenin giymediği düşler örmüştü sanki...
hep aynı hayale örülen günler saatler birikiyordu ahşap sandıkta...
giyeni yok hayaller naftalinleniyordu beklenen gülümseyişlerin çekmecelerinde...
biriktiriyordu tüm aglatan şarkılarını kumbarasında...
dört duvar bir evdi onu herşeyden koruduğunu sandığı...
dört duvar bir kumbaraydı hayatı ,
yaşamayı durdurduğu dakikaları yarınlarda yaşayacağına inanarak biriktirdiği...
biriken gözyaşları...
ne zaman deprem sallasa bu şehri ,
içinde yalnızlığın duvarlara çarpan yankılanan sesi...
tek bozuk parası kendisi...
bir umut sönerdi akşamdan ayın mum ışıgı yaktığı geceye bazen...
ve o , her gecenin ölen umutlarını üfleyip gömerdi
odanın karanlığına mum misali gizlice...
güzel ütopyalar örmüştü...
birikmeye uğraşsada birikemeyen bir suydu delik helkede tüm hayat...
dikildikçe eğilen
beklendikçe don yiyen bir bahçe üşüyordu sözlerinde...
gözlerinde kırağı sabahlar doğuyordu herkesten habersizce...
kuruyan dudakların mecburi nadasına yutkunuyordu çekinerek...
güzel ütopyalar örmüştü...
ellerinde yarım yırtık bir eldivene üflediği
sıcacık nefeslere sokulan üşümüş parmaklı çocuk çırpınışları tutuşturuyordu...
gözlerinden nefeslerine...
yanan tüm sözlerinde yinede hep susuyordu...
tüm bağırmalara haykırmalara yada bir damla suya
susuyordu sessizce...
ve kar mevsiminin çocuk parkı yalnızlıklarını boyayan
tüm yaglı boya tablolar gibi akıyordu renkleri gözlerinden sessizce...
kimi ağlıyor derdi ,
kimi o bir ressam ...
güzel ütopyalar örmüştü...
ona sarılan sıcacık kaşkol sevgilere hasret bakışlarında
sarılmalara uzaktan bakan gözlerinden su kemerleri çekiyordu çöl yüreğine...
güzel ütopyalar örmüştü...
boğaza bakan bir kız masalıydı akşamları penceresinde...
üşümesin çocuk bakışları diye
mezarı palandöken bir sürgündü tüm mısraları...
prematüre mısralar doguyor kalemimden kağıtlara ...
Dur hemen umutsuzluğa kapılmayın canım...
merak etmeyin birşey olmayacak bana ...
Gün doğmadan kimler doğar...
ben doğarım gün doğmadan arkadaş ,
daraldım burada diye hissedenler,
hayatın sorularını erken cözüp bitirenler ,
herşeyi bitirdim arkadaş neden bekleyeyim ki
sınavdan erken çıkmak istiyorum diyenler...
kapımız ve biberonumuz size sonuna kadar açıktır...
yenidogan bölümü premature bebekler kulübü...
eksik bir masal kulagımda...
gün gelir saatin kolları yerlere düşer...ölür akrep gömülür yelkovan...
saat on olur herşey biter..
külkedisi birden geceye küser...
balkabağına dönüşür tüm hayaller...
saat on olur herşey biter..
tükenir mavi biter umutlar...
tükenir gözlerde tüm yağmurlar...
tükenir mevsim...
saat on olur herşey biter..
kırılır merdivende kalması gereken cam ayakkabın arkanda...
tükenir adımlar...
tükenir tüm rüyalar...
saat on olur herşey biter..
buğulu gözlerinde belki diye yinede ufacık bir ateş tüter...
saat on olur herşey biter..
dalları sallayan ıslık gibi bir rüzgar eser...
kalbinde korkuyla elele bir heyecan koşar...
dilinden titrek bir dua taşar...
ve saat on olur herşey biter..
susar tüm sözler, kapanır gözler ...
göğüs kafesinde ağlamaların ıslattıgı esir bir kuştur kalbin...
sırılsıklam yüregin uçar gider ,açılır göğsünde tüm kafesler...
ve saat on olur herşey biter..
sevdiğin her fısıltı seni ardında bırakıp ,
birgün mutlaka çekip gider...
ve hayat sanıldığının aksine hep bir tarafı eksik kocaman bir gülümseme ile biter...
gün gelir saatin kolları yerlere düşer...
ölür akrep gömülür yelkovan...
bombalar yıldız olur gökte...
çıglıklar dua...
kırılır kurşun geçirmez tüm kurşun kalemler masamda...
kalemtraş yas tutar çöpün yanında...
bombalar yıldız olur gökte...
bir yıldız kayıp düşüyor sanırsın sanki hayallerin üstüne...
çocuk gözlerde boyama kitabından bir sayfadır her ceset ...
elinde tek kırmızının kaldıgı bir boyama kalemi kutusudur
çocukların elinde kalan zaman...
ve tüm yalanlarda yetişkindir her yerde yatan...
ölüler büyümüştür çoktan , öldükleri an...
boyları altmışbeş santim kazılan yetişkin mezarlarıdır her kefen...
tüm çocuklar yetişkin dogar ana kucağından...
peki bize düşen nedir bu ışıklı akşamlardan...
elden ne gelir bakışlar toplanır yüzlerden ,
çocuklar uyumuştur dost salonlarında huzurun...
çaresizlige bir kıymık batar , adı pişmanlık ...
sırtını döner uyur hayat geceyi ardında bırakıp...
ve saat on olur herşey biter..
tüm kaybedişlerin kazanmalara kozalanan gölgesinde...
Hayatta her seçim bir kaybediş midir sencede...
Bardağın hangi tarafında balık tutuyorsun sence...
Kaybettiklerin yeni bir kazanmadır aynadaki aksinde belkide...
Sen aglarken gulebilir aynadaki yansıman herseye...
Hayatta her secim bir kaybediş midir sencede...
Ekonomide ikame,tesbihte imame midir sencede hayat tüm saymaların gölgesinde...
Boşver tüm kazanmaları attıgın zarların esintilerinde...
Salladığın zarların ağacına bağlama dileklerini...
Hayatta her seçim bir kaybediş midir sencede...
Sen gitmeleri seçmedin,kalmaktan kactın belkide...
Seçilmez siyah seçilmez beyaz bu hayatta istesende...
üzülür tüm ressamlar paletlerine koyamadıkları için siyahı yahut beyazı...
Renk degildir çünkü ne siyah ne beyaz
Biri sitemlere akan yaşlı bir gözyaşı...
Diğeri ölüme örtülen tertemiz bir dua gözlerde...
Hangi dua korkusuz ve gözyaşı olmadan eriyip akar ki yürekten...
Aslında hep gri bakarız biz tüm siyah beyaz fotograflarda bilmeden...
Hayatta her seçim bir kaybediş midir sencede...
Tüm ihtimalleri göm sonbahar yapraklarını kefen yapıp karlar altına...
Bu ne cesaret nede korkaklık...
Tüm seçimlerden kaçtıgın bir süzülüş bu denizin üzerinde...
Usulca kıyıya yüzen bir dalganın sessiz çığlığı vuruyor kalbinin kıyılarına...
Hayatta her seçim bir kaybediş midir sencede...
Tüm seçimlerin dallardan düştüğü ,kaybedişlerin çiçeklerden meyvelere dönüştüğü boş bir bardak bu dunya ,
Ağlamaların yağmurlarından sana düşenler ile mektuplarından satırlar sildiğin...
Adı yonca...
Adı oxalis crassipes...
Baklagillerden bir yem bitkisi...
Dört yapraklı olanları şanslı ,
üc yapraklıların şansızlıgına uzanan
Bardağın hangi tarafından baktıgına , kederlerin karar verdiği bir susuzluk dudaklarında bu dünya...
Hayatta her secim bir kaybediş midir sencede...
tüm kaybedişlerin kazanmalara kozalanan gölgesinde...
3 Şubat 2010 Çarşamba
bu yüzden yalandır tüm kahve falları agaçlardan dallara...
sonra Beyazdan bir yorgan kapladı küçük bedenlerimizi...
sonra Beyazdan bir yorgan kapladı küçük bedenlerimizi...
soyunduk tüm gereksizligimizi üzerimizden...
çırılçıplak bir dürüstlük ile utandık kısa bir süre birbirimizden...
sonra Beyazdan bir yorgan kapladı küçük bedenlerimizi...
yok yok ölümün elbisesi degildi bu ...
kefenlerin sandık örtüsü oldugu yerden gülümsüyorduk birbirimize...
sanki bakışlarımızı dayayıp birbirimize gözlerimizden ölümsüzlügü içiyorduk...
sonra Beyazdan bir yorgan kapladı küçük bedenlerimizi...
dünya içimizde uyuyan tüm huzursuzlugumuzun üzerine bir örtü örttü sonsuza dek uyusunlar diye sanki...
bütün kederleri pış pışladı rüzgar gülüşmelerimize uyanmasınlar diye...
sonra Beyazdan bir yorgan kapladı küçük bedenlerimizi...kalbimizden ,içimizdeki sıcacık hislerin su degirmeninden geçtigini hissettik ilk defa deli kanımızın...
sonra Beyazdan bir yorgan kapladı küçük bedenlerimizi...o kadar büyük bir gelinlikti ki bu , yorgan sanmıştık üzerimize uzanan bu beyaz örtüyü biz...gökyüzünün bizi izledigini bilmiyorduk...kendi gelinligini bulutlarından soyunup bize giydirdigini farketmeyecek kadar utanmıştık birbirimizden belkide...ne kadar soyunsak o kadar zırhlanıyorduk sanki...kan degirmenimizden dört nala dönüyordu yüregimizdeki her heyecan sanki , hızlanan nefeslerimizin rüzgarında kalplerimiz durmadan çarpıyordu...çarpıp duran yüregimizde,o coşkulu degirmenden tüm hisler ögütülüyordu harf harf bugday taneleri gibi mısır taneleri gibi avuçlarımızda...titreyen un ufak fısıltılar düşüyordu agzımızdan birbirimizin aşk çuvalına...
sonra Beyazdan bir yorgan kapladı küçük bedenlerimizi...ve biz dudak dudaga edilen , iki dudakta tek bir dua ile aynı rüyada uyuyakaldık birbirimize...
2 Şubat 2010 Salı
başının bıraktıgı çukura gömerdim kendimi...
bir yastıgımız olsa , başının bıraktıgı çukura gömerdim kendimi...bir dua dinlerdim başucumda dua edenlerden ve bir masal dilerdim son istegim olarak dalabilmek için sonsuz uykuya...bir yastıgımız olsa,başının bıraktıgı çukura gömerdim kendimi...saçlarının kokusuna sarılıp tüm mutlulukların demi ile gülüşüme yaşlar yagdırabilmek için dudaklarının gölgesine uzanırdım...kokuna sarılıp ,sana vurulup mezar saydıgım o mutlu çukura düşebilmek için tüm nefeslerimi soyunurdum üzerimden kefene giden yolda...can bırakıp sana daha çok düşebilmek için salardım kendimi tüm direnmeleri çözüp yüregimin gurur surlarından aşagılara ...
neresi burası...
Burası dünya...
burası cennet ...
burası cehennem...
burası bana ilk gülümsedigin gün...
burası ilk kez ellerime ellerini sıcacık ektigin gün...
burası gözlerinden bakışlarıma ateşi saldıgın gün...
Burası dünya...
burası cennet ...
burası cehennem...
burası ayrılık rüzgarını yanagımda biçtigin gün...
burası ıslak bir kaldırım taşında sonsuza dek uyumak istedigim gün...
burası ölüm...
burası kan...
burası simsiyah bir dügün...
burası bana ilk mektubunu verdigin gün...
burası omzuma dayanıp gözlerini yagdıgın gün...
burası hasret...
burası özlem...
burası güneşsiz bir gün...
aysız kalmış yalnız bir gece yüregimde...
Burası dünya...
burası cennet ...
burası cehennem...
burası sensiz...
burası öksüz...
burası yetim ardından...
bakakalan bugulu bir çift gözden düşebilecek yaşların çoktan tüketildigi gün...
buz gibi pencerede bugulara yazılı sıcacık ismin...
burası güz...
burası öksüz...
burası kar...
burası dar...
burası yar...
seninle ilk sarıldıgımız gün...
Burası dünya...
burası cennet ...
burası cehennem...
biri sensiz dünya...zaten yeterince uzak cennete...
biri beni tanımadıgın bir cennet...farkı yok tende alevden yürekte ateşten...
biri cıglık cıglıga bir korku büyük acı ,uçsuz bucaksız yangınlar denizi...gittigin günden pekte farkı yok...
bir günüm kahroldugum bir cennet , digeri yürekte yanıp kavruldugum bir cehennem bu dünyada...
geride bir ben...
geride bir dünya...
geride bir sensizlik açıkdeniz misali...
yüzülemez mesafeleri çırılçıplak yüzmeye hazır deli bir cesaret kollarımda...
e o zaman...
Burası dünya...
burası cennet ...
burası cehennem...
burası sensiz bir tanımsızlıgın ilk sayfası sadece...
üç nokta ...
... üç nokta....anlamı; herhangi bir satır ile söz ile cümle ile nokta ile üzerine kapatılan bir kapı gibi o düşünceyi, o sözleri, o duayı kapatmadan yolunu sonsuzluga dogru çevirip açmaktır...yolu sonsuz sözlerin bitmez gidecegi yollar bu yüzden durdurulmamalıdır bir harf ile bile olsa...üç nokta o sonsuz yolun yolcusu düşünceye bir bardak bir tas su uzatmaktır çaresizce...başka birinin hakkında konuşmadan önce ,onun PABUCUNU giyip onun yolundan yürümelisiniz bir gün boyu bile olsa onun yürüdügü yolu onun pabucundan adımlamalısınız...ve sonra konuşmalısınız onun hakkında yada onun yazıp söyledikleri konusunda....farklı bir lezzeti var yazdıklarının...gayet lezzetli...ellerine saglık büyük aşçı...yazımın sonunda yine üç nokta...
nerede su olursa , orada sözler kurur...
nerede su olursa , yeşile kaçar orada aglayan bakışları ile kuruyup sızlayan çaresiz gözler...
nerede su olursa , susuz kalır orada mutluluklar ve gözleri birden bastıran saganak yagmurlar kaplar; mevsim agustosun kurak rüzgar zamanıda olsa...
nerede su olursa , ölüme bırakır kendini orada dilindeki tadı paslı susuzluk...düşer sözler gözlerden aşagılara , susar susayan dil tüm konuşmalara...
nerede su olursa , orada sözler kurur...susuzluk kentinde yagmurların bardaklarda biriktirildigi bilinmez kimse tarafından...aşksız bir kalpte tüm hisler yagmurları içerek büyür kimse bilmez...
nerede su olursa , orada mektuplar şemsiyelerin altında okunmaz sevdigine ...yagmurlar elleri açtırmaz gökyüzüne mutluluk ile...
nerede su olursa , yeşile kaçar aglamalara zincirlenen aşık tüm gözler...ve susar tüm gülümseyişler...
nerede su olursa , orada susuz kalır elele uyuyan tüm sessiz sevdalar...
nerede su olursa , orada çiçekler dogar ve aşklar ölür...çölü yürüyüp günlerce susuz kalan tüm aşklara yasaktır suyu ilk gördükleri anda onun tadına bakmak ,kana kana onu içmek...yoksa ölür tüm aşklar bir su kenarında öylece...bu yüzden beklemek sabretmek zorundadır suya hasret kalan susuz her aşk o SUYUN başında öylece...ve bir anda konuşmamalıdır herşeyi , harf harf dokundurmalıdır dudaklarına tüm konuşmak istediklerini...yoksa kalp durur tüm çarpışları ile ve ruh tek aşkını , bedeni yürekteki tüm eşyalarını toplayıp terkedip gider...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)