29 Mayıs 2010 Cumartesi
ben diye düşen her damla suya,biz diye ebrulanır cesur kağıtlara...
çocukluğumun sokak arası
her mısra her şiir kağıtlarda sayfalarda...
ve kaçıp saklandığımız gölgedir
her güneş tutulması kerpiç duvar yalnızlığımızda...
ben demeye korktuğu için biz yazar korkan kalemler satırlarda...
unuttun mu yoksa ,
çocukken en korkulanın üzerine
biri daha yanında geliyor diye seninle,
koşmamışmıydık korkusuzca titrerken...
bu sebepten ben diye düşen her damla suya,
biz diye ebrulanır cesur kağıtlara...
şiir bir saklankaç belkide,
şiir bir saklambaç...
saklanıyoruz herbirimiz mısralarımızın arkasına heyecanla...
hem bulunmayacak kadar uzağa ve zora,
hemde bulur bizi inşallah biri diyen umutlara...
biri bulmaz ise seni eğer,
kim bilebilecek ki seçtiğin yerin en güzel yeri olduğunu bu oyunun,öyle değil mi...
bir bulunmaya mayalanan bulunmama çabası oyunun tadı...
işte saklambaç bu yüzden ben saklanıyorum en sır yerime,hem sarp hem zorlu ; ama sen bul beni vazgeçmeyip lütfen olur mu diyen bir oyundur içimizde...
ebe demekte üç harf ,
akan kan da,
verdiğin can da...
tanımak nedir ki bir heykeli...
taşın soğukluğuna bakmak mı uzun uzun...
taşın önünde oturmak mı yoksa...
tanımak bir heykeli,ustasından onu bulduğu anı dinlemektir birazda...
ve yalnız bırakılacağı unutulacağı bir yere dikilene yada bir odada sergilenene kadar olan zamanı dinlemektir okşayıp yontana...
tüm tanımalar senindir...
dilediğinizce alınız...
tanıştığımıza memnun ayrılıyoruz bu satırlardan...
ve dört nala bu şiirden ayrıldığım atımın adıdır üç nokta...
sevgilerle...
hoşgeldin ...
unuttun mu ebesi bendim oyunun,
o zaman sobe ...
* teşekkürler üryan karanlıklar...
28 Mayıs 2010 Cuma
ay suda rüyaydı bize...
çölde kumdu yüzü, tüm kumda su arayan gözler için...
ay suda bizde rüyaydı...
ve dolunay tende yaraydı...
günlerce susuzdu sanki arayan gözler...
basıp geçilen yüzümden uçup giden tüm yalan sözler...
ay suda bizde rüyaydı...
ve akrep bile kördü onu taşıyan yüzümdeki nankör adımlarında bile,
ve dolunay yaramızı tenden ayıran kalpsiz bir kabuktu belkide...
durmadan özleyip kabuğunu kaldırdığımız sızılarda bile...
kanayan kan bile yalandı gözlerdeki yaş ile...
çölde kumdu yüzü, tüm kumda su arayan gözler için...
ay suda bizde rüyaydı...
dosta düşmana bir parça bezdi tüm utancı balkona asılan,
ve asılan her çamaşırda bir damla kandı rüzgarla usul usul kuruyan...
ay suda bizde rüyaydı...
dolunayı rüzgardan çalanın adıydı
bir damla kan ve binlerce endişe diye ağlayan adam...
ay suda rüyaydı bize...
ve gidip bizi terkeden dolunaya teselliydi belkide
karanlıkta parlayan o ışıl ışıl haplar,
gökyüzünde ufak ufak yanan tüm yıldızlar...
hiç bitmesini istemediğimizi bilir gibi fezanın şişesinde
ne kadarda çoktular...
yorgun ve susuz,
devrilmeye yakın bir kandilin keçesiydi tüm istişareler...
ve ikiden fazlası içilemeyen sabahı ölüm doğuran
fezada gözlerimin tesellisiydi tüm sitare'ler...
* teşekkürler üryan sessizlikler...
27 Mayıs 2010 Perşembe
ayıptır diye susan masum bir günah gibi...
yüzümde küçük bir şiş küçük bir tepe gibi,
duramıyorum sana dokunmadan diyen hisler gibi...
gözümde yokmuş kadar küçük bir toz parçası gibi,
gözde her açıp kapamaya bir sızı dokunurmuş gibi,
bakışlardaki her fermana mührünü eritip damlatır gibi...
dilimde küçük bir ısırık gibi,
her tadıma kendinden bir acı katar gibi...
yüreğe çizik atan vicdana tuzak kuran
henüz yüreğiyle tanışılmamış yalnız bir güzel gibi...
tırnağımdan ayrılmış teni terketmek isteyen bir şeytan gibi...
küçük bir çuvaldız her dikişte tenine batıp çıkar gibi...
burnuna çok uzaklardan keskin bir koku değip kaçar gibi...
parmağında ancak gözgörmez büyüklükte ufacık bir kıymık gibi...
elinde bir soba boşluğu,bir demlik dalgınlığında,
bir anda tenine düşen yanık gibi,
tuz yağmurları altında parmak ucunda şemsiyesiz ıslanan
sırılsıklam yangın sızılar gibi...
düşünde korkudan koşa koşa kaçar gibi...
göğsünde kalbinin söylediği şarkıda nakaratı şaşırması gibi,
yürek atışlarının dansında ayağında bozulan ritimler gibi...
en sevdiğin türküde bağlamanın bir nota kaçırması gibi...
dudaklarının kenarında sadece sahibinin farkedebildiği
farkedilmeyen küçük bir yara gibi...
uzandığın bahçede çıplak ayağında gezinen küçük bir sinek gibi...
vitrin önünde dalgın bakışlarıyla,
asla sahip olamayacağını düşündüğü
hayaline bakan küçük bir çocuk gibi...
çalmaz telefonun önünde gözlerini mahkum etmiş,
eski telefondan çıkıcak her türlü sese muhtaç bakışlı,
telefon başında bekleyen titrek bir yürek gibi...
onlarca kedinin arasında öylece duran küçük bir su birikintisine,
dalından susuzca bakan küçücük bir kuş gibi...
her dansa gözyaşı döken,
kesik bacaklı ıslak gözlü genç bir bale öğretmeni gibi...
elinde kırmızı ipekten bir dilek mendilini okşayan,
rengarenk dilek ağacının önünde tek başına bekleyen,
kör bir beden gibi...
anlamını bilmediği tabutun başında gelecekteki gözyaşlarını
toprağa gömen ufak bir velet gibi...
ayıptır diye susan masum bir günah gibi...
DÜŞÜNDÜM BUGÜN SENİ...
başlığı sonda yazılar karalıyorum sana...
24 Mayıs 2010 Pazartesi
deneme bir iki üç...
deneme 1.
bitkisel hayata girseydim eğer,
bir zeytin ağacında, dalında saklanan bir yaprak olurdum...
ve zaman, zeytin vermediğim tatil olan yılım olsun, hasat yılımdan bir sonraki yıl yani zamanda...nedense hep özürlüler düşer o zaman aklıma...özürlüler,tüm özür dilenmesi gerekenlerdir aslında...hayata, herşeye rağmen bu kadar sıkı tutundukları ve sevdikleri için...oysa biz insanlar, ufacık her sorunda ve kederde hayatımızdan kolayca nefret ettiğimiz için ne kadarda acınası durumdayız aslında...dolu dolu doluca özürler borçluyuz onlara...seviyorum onları...kapısı kırık,penceresi çatlamış bir ev gibi tutuluyorum onlara geçerken yanlarından...kıskanıyorum onları güzel yüreklerinden...yaşamak istediğim yer yürekleriymiş gibi seviyorum onları...
(dallı yapraklı düşüncelerimden dökülenler...)
deneme 2.
boyun tutulması gibiyse nutkun tutulması, üzüldüm nutkuna verdiğimiz ağrıdan dolayı...sıcak havlular öneririm acı çeken nutkuna...güneş tutulması gibi bişeyse nutkun tutulması karanlık bir loşluk düşecek etrafa...yarım kalan mumlar öneririm avuçlarına...tebrikler demek cılız kalırsa eğer benim teşekkürlerim utanırlar bir dilim rica ederim ısırmaya tebriklerin karşısında...
(nutku tutulanlara kaynatıp içsinler diye tepelerden topladığım cümleler...)
deneme 3.
limonu severim...rengi güneş...teni ölüm kokusunda...tadı gözlerimin kısıklığında ekşidir ,limon bahçesine bakan mezarlığımda...(muhabbete limon sıkma deyimi hep ilginç gelir bana...köyümün ve çocukluğumun kokusudur limon oysa...)
* fotoğrafa üfleyip,
çocuk kalplerinde tüm düşleri uçurmak isteyen her çocuğa merhaba...
16 Mayıs 2010 Pazar
karalıyorum sana yüzümü...
en maskesiz halimle çıkacağım karşına.
sen kaç maske taktın üst üste be adam diyeceksin...
birden bir prangayı kolye diye takıp boynuma,
başımı önüme eğip
utanacağım maskesizliğimden,
yaşamaktan sürgün yüzsüz'lüğümden...
çıkar kelimelerinden tüm maskeleri ey adam diyeceksin
ve o an tüm harfler dökülecek yerlere...
bomboş kalacak önümde kağıt,
ağzımda sözler...
'' Öpme gözlerimden demiştim sana
öpersen kör olurum.. ''
ve bakma dudaklarımdan tırmanıp bakışlarımın kar zirvesine
erir, hiç kırıklarıyla ağlayan bir kadına
çölünde sel olurum...
maskesizliğimden yazıyorum sana...
suretimi unutmuşluğumdan aynı zamanda...
tüm aynalar sürgün duvarlarımdan
karalıyorum sana yüzümü...
bir memnun oldum katlayıp kağıt gemilerden
mavi leğen çocukluğumun denizine uğurluyorum...
cümlelerinle tanıştığıma çok sevindim
naftalinliyorum bir tane sana dolabımdan,
satırların tüm morfinleri sildi yangınlarımdan...
tekrar acılarımı hissedebilmek
yaşamayı çaktı tekrar tenimin duvarlarına...
* teşekkürler üryan cümleler...
15 Mayıs 2010 Cumartesi
düşlerin palet tarlalarında...
bir ressamın renklerini toplamak seninle
düşlerin palet tarlalarında...
boyamak yerin yüzünü gökyüzünden maviler çalıp...
gülümsemek bomboş bir tualde beyaza dalıp...
bir ressamın renklerini toplamak seninle
düşlerin palet tarlalarında...
boyamak tüm zamanı yas tutan asil bir renge...
ey ALLAHIM
bu ne anlaşılmaz muhteşem bir denge...
mor çiçek yolların kokusunda düşlüyorum seni...
mor çiçek yolların kokusunda düşlüyorum seni...
gözlerin bir ağaç altı gölgeye uçuruyor beni...
güneşin sarısıyla rengi açılıp patlayan,
mor çiçekler üzerine konuyorum sonra...
aşk olsun tanımadın demek,
kim miyim ?
uçan gülümseyen bir sineğin türküsüyüm ben
kanatlarınca söylenen...
yanından hiç ayrılmayıp
seni hep rahatsız eden...
yeşil otlar denizinde yüzüyorduk seninle...
bir rüya gördüm dün gece...
yeşil otlar denizinde yüzüyorduk seninle...
sen bahardan,eriyen kar rengi beyaz bir elbise giyiyordun
gelinlik diye üzerine...
bende birkaç asma yaprağı vardı utançlarımı örtmek için...
ve en değerli olan küpeyi takman için tırmanmıştım
kiraz ağacının taa tepesine...
güneşin en kırmızı yakutlarını aldım sana oradan
düğününde küpe diye...
mısır kabuğundan,
güneşe kırgın yeşil renkte bir kravatım vardı benimde...
yeşil otlar denizinde yüzüyorduk seninle...
bir rüyaydı belkide...
uyanamadığım için anlayamadım...
ama yüzümde hissediyordum
dudaklarından bana esen dut kokulu nefeslerini...
bir mucizeydi belkide...
yeşil otlar denizinde yüzüyorduk seninle...
ve buz gibi şırıldayan bir derenin içinden elimi sokup
aldım yüzüğünü sana...
eriyen kar sularının işlediği
pırıl pırıl parlayan pürüzsüz bir çakıl taşı taktım
güzel parmağına...
ve ışıl ışıldı güneşin altında modacı kır örümceklerinin
sana ördükleri duvak...
incecik bir tülden çok daha hafif ve narin ışıltısında
ne kadarda güzel görünüyordun duvağının altında...
bir nehirdi sanki yüzün
ve sudan yansıyan güzelliğindi gülüşün...
saklamaya uğraşmıyordu yüzünü incecik duvağın gözlerimden...
ışıltı katıyordu güneşin altında başına...
yıldızsız gece rengi saçlarına
yıldızları takıyordu sanki tek tek...
yeşil otlar denizinde yüzüyorduk seninle...
ve papatyaların istila ettiği bir kır dolusu papatya olan yerde,
girdabına düşüyorduk bu denizin seninle elele...
ve uzanıyorduk gerisin geriye...
karıncalar temizliyordu uzandığımız toprağı yanıbaşımızda...
papatya kokusu sarmıştı bu doğal nevresimi...
otların gölgesi saklıyordu yatağımızı güneşten,
çiçekler okşuyordu yüzümüzü...
ve yüzünün seccadesiydi sanki suya hasret
çatlayan toprak misali dudakların...
dudaklarım diz çöküp üzerinde,
yağmuru olabilmek için dudaklarının
ALLAHA yalvarıp dua ediyordu...
dudaklarına döküldüm dudaklarımdan, ruhumdan ruhuna buharlaşıp...
sevip sevmediğini sorgulamadan
papatya yaprakları yağarken başımızdan aşağı
tüm seviyor sevmiyorlar dökülürken gözlerimizden,
seni öptüm
kollarımda sarıp narin tenini...
yeşil otlar denizinde yüzüyorduk seninle...
nefesimi tutup,
dakikalarca gözlerine dalıyordum,
yüzüyordum ruhunu tüm derinlikleriyle
dalgalı saçlarının arasından...
yüreğini içime nefes diye çekip
dalıyordum bakışlarının derin dünyasına,
nefes almayı unutacak kadar alıyordun beynimi benden...
ve sonra tekrar çıkıp dudaklarından su yüzüne
saçlarının kokusunda alıyordum,
bana yaşam veren o derin ilk nefesimi
dilimden dökülen şükürler ile...
ah ah ve yeşil otlar denizinde yüzüyorduk seninle...
kırmızı kırmızı uçuşup yüzüyorlardı etrafımızda uğur böcekleri...
* bu rüyayı üçüncü ve dördüncü şahısların dilinden görmemi istedi yavru bir leopar...ama ben kendi gözlerimi kapatmak istedim bu rüya için...ve öznesi olup sahiplendim tüm fiillerini...ben düşlemek ve ben görmek istedim bu rüyayı yoksa kıskanırdım tüm üçüncü ve dördüncüleri...
afiyet olsun...
mevsim sarı tarla yeşil ağaç...
mevsimlerden ne bilmem hiç...
unuttum insanların koyduğu adlaşmış sıfatları...
mevsim sarı tarla yeşil ağaç...
zaman cırlayan cır cır böceğinin çığlık zamanı saatlerde...
saat kaç bilmem hiç...
sayamadım insanların rakam dedikleri
bizi miktarlaştıran bu alfabeyi nedense hiç...
saat temmuz güneşi...
alnında ter ensende akşam rüzgarıyla üşüyen
soğuyan damlaların saati...
saat temmuz...
ve tembel bir böcektir ağustos hala bizim aklımızda...
gidişinden bu yana kokusu yok hiçbirşeyin...
tadı yok en sevilen yemeklerin dahi...
gidişinden bu yana zaman durdu sanki...
ve günler dökülmüyor takvimlerden inanki...
kum saati aşağıdan yukarıya dökülüyor misali...
anlayacağın hep hatıralar dalgalanıyor
parçalı bulutlu gözlerimde yağışlı bakışlarımın bayrağında...
sayamıyorum saatleri...
mevsimleri soramıyorum kimseye...
ve kimbilir saat şimdi kaçın sularını içiyor bilmiyorum...
saat kaç suları bu anlamsız duvarsız zindan çölde...
akrep yelkovanı soktuğundan bu yana
durdu saatim kolumda...
saat tam oniki olduğunda...
durdu tüm dünya...
ölü tüm dakikalar farkını dahi sezemediğim adımlarımda...
mevsimlerden ne bilmem hiç...
soğuk bir kar zamanı tutmuştun ilk defa elimi...
oysa sıcacıktı o an...
ve ömrü kaderinde diğer aylardan daha az yazılı bir ayıydı mevsimin,
çekip gittiğin zaman...
kopardın bam telimi...
eksik türkülerimin olmayan notalarında özlüyorum şimdi senin sesini...
eksik notalarından basıyorum tüm geceyi...
hala bağlayamadığım kopuk bir bağlama üşüyor şimdi duvarımda...
mevsim ne saat kaç bilmem hiç...
esip geçer zaman bir rüzgar gibi tenimden
umarsızca bir tavırla...
mevsim elinde çilek,
tabağında erik zamanı...
dakika yaramda tuz yangınların hala sönmemiş sızı anı...
günlerden ne unuttum adını inanki...
yazmıştım tanışıp adını geçen hafta bugün oysaki...
hah şimdi hatırladım,
günlerden elimi zorla fethedip eline mühürlediğin
gün ile adaş olan gün bugün...
bir gölgeyi öpüşmek seninle gölgelere saklanıp...
bir gölgeyi öpüşmek seninle gölgelere saklanıp...
güneşten kaçıp...
serin loş bir karanlığı içmek dudaklarından...
susuz dudaklarımı,
mutlu ağlayışlarında ıslatmak...
ve güneş altı tatlı bir yorgunluk gözlerin...
buna inat kapatıp gözlerimi,
tüm güneşlerinden kaçıp
bir gölgeyi öpüşmek seninle gölgelere saklanıp...
teninin gölgesine uzanmak sonra...
fısıldayan dudaklarından esen sözlerle serinlemek...
yanan güneşin altından fısıltılarınla üşümek yüzümde...
ve ısınmak için dudaklarının ateşine ellerimi açmak yeniden...
bir gölgeyi öpüşmek seninle gölgelere saklanıp...
güneşlerden kaçıp...
ve güneş battığında,
gecenin güneşidir ay diye birbirimizi kandırıp
bir geceyi sabahına dek öpüşmeye devam etmek seninle
mum kenarlarına düşen gölgelere inanıp...
bir gamzelik gül bana dedi...
bakışların salıngaç üstü çiçek...
yıldızları avlama avcı...
ve karanlık mumlar bekliyordu bizi gecede...
zaman gölge öpüşmeler zamanı sevdiğim...
zaman gölge öpüşmeler vakti sevdiğim...
utanan bedenlerimize inat güneşe verelim adımlarımızı haydi...
ve öpüşsün gölgelerimiz insanların arasında
dur durak bilmeden dakikalarca...
ve biz onları izleyelim kurduğumuz hayaller boyunca...
zaman gölge öpüşmeler vakti sevdiğim...
öpüştükçe dudak dudağa
dahada güçlenip kararsın gölgelerimiz...
ve biz heyecandan ve nefessizlikten güçsüz düşelim...
zaman gölge öpüşmeler zamanı sevdiğim...
öğlen vakti kısacık boyuyla başlayan öpüşmelerimiz
güneş batarken akşam üzeri
büyüsün gözlerimizde dev gibi...
ve devleşen gölgelerde dudak dudağa batıralım seninle güneşi...
hatta o kadar büyütelim ki gölgelerimizi gözlerimizde,
güliver'i korkutalım gülü verip kaçalım sevdiğim...
zaman gölge öpüşmeler zamanı sevdiğim...
güneş batıyor diye ağlayalım seninle,
kayboluyor işte gölgeler dibimizde diye...
aklımızda bir ampül sönsün bir anda...
ve sonra geceye kocaman mumlar yakıp
odanın duvarlarında tekrar buluşalım sevgilim...
sonra tut elimi soğuk duvarda
hiç ayrılmayalım...
ayın çiçekleri...
güneşe el açar gibi yaprak açarken hepsi
neden adı ayın çiçekleri ki bilmiyorum...
ayçiçekleri,gün içinde değişen hareketleri ile
ne kadarda canlıdırlar oysaki...
onları sadece bitki ot görmek ne kadar yanlıştır...
üstelik sosyaldirler ve toplumdurlar
birbirlerine saygılı aynı zamanda...
ayın çiçekleri...
farklı gelirler hep bana ayçiçekleri...
bizim gibidirler sanki...
kesmece saçmalıklar...
acaba hala tutmak istiyor mu ellerimi diye düşünmek...
yar gözünde infaz saatler kurardı uyumadan önce...
ضحكت جيل ...
ضحكت جيل
gülden mi geliyor yüzündeki güzel akşamüstü...
kırmızısı tutku mu demek utanan yanaklarının,
bir utanışın hızlanan kalbindeki
boyun büken heyecanı mı yoksa...
gülden mi esiyor yüzündeki güzel şafak rüzgarı...
saçlarının kokusuna takılan balıklar misali,
tüm hatıralar sanki...
burnumda gül hafızası bir huzur can buluyor seninle...
ve gül yaprakları gibi kadife dokunuşlarda
düşen tüm takvim yaprakları...
adı sonbahar bir gün düşüyor sararıp takvimden bugün...
ey adı gülden gelen...
bu zalimlik neden...
oysaki o kadar tatlı ki elinden içilen zehir
dilimden senin için akan bu nehir...
kanayan ellerime sürdüğün merhemdir dikenlerin bile...
henüz açmamış bir gül gibi bak tekrar yüzüme
ve aç yavaşça gülümsemeni bakıp gözlerime
sabah güneşi ile...
sanki beklediğin kırmızı şafağın güneşiymişim gibi
aç bana yapraklarını yeter...
gülden mi geliyor yüzümde kınını arayan
keskin bir kılıcın ucu gibi nazikçe dokunan
sıcak saçlarının kokusu...
gülüşünde mi dövdün yoksa
saçlarının çelik ışıltısını...
siyahını geceden
ve ışıltısını aydan mı çaldın söyle...
ne kadarda keskin güzelliğin
parlaklığın aldatan kısacık süresince...
neslini kutsamalı senin ALLAH...
bembeyaz gülleri taklit etmeye çalışıyor
zavallı bir zambak...
kalbi kırmızı bir gül
ve yüzünün önünde bir türlü aşamadığım
siyah bir tül fikrin...
ey ömür eriten,
yakıp tuzlarda yürek saran...
ne kadar yakıyor merhemin ruhumu...
neslini kutsamalı senin ALLAH...
gülden gelen adımlarında
yüreğimden gökyüzüne yükselen...
gülden mi geliyor parmak uçlarının tendeki asil tadı...
çıkıntılarına sakladığın mucize nereden girip
ruhumu teslim alıyor söyle bana ,
nedir tendeki soğuk alev bu sihrin adı...
最初のキス...
最初のキス...
hani hiç unutulmadığı söylenen...
kalbindeki yanardağdan tüm bedenine akan
lavdanmış gibi aktığı yolları yakıp kül eden
damar yollardan akan kan...
teninde ateş yangınlar...
ilk heyecanlar...
ruhunda kaçışlar bedeninde teslim olma isteğiyle
ellerini havaya kaldıran ihtiraslar...
ne yaparsan yap
vurulmaya
ölmeye mahkum tende ıslanan pişmanlıklar...
oysa ne kadarda tatlılar...
ölüm bu kadar tatlı mısın yoksa...
ölüm buysa eğer ,
bu benim ilk ölümüm ey kader...
ve başka bir ölüm istemem
bu ilki bana yeter...
ne kadarda ışıl ışıldı karanlıkta kalmaya mahkum bu şehir ,teninde dua eden ateş böcekleri gibi yanan dudaklarım el açmışken sana,kederdir sadece sensiz bir karanlık, gözlerinden gözlerime döktüğün ışıklarla teninin huzuruna bağlanana...pırıl pırıl ağlamalar ne kadarda yakışıyormuş mutlu gülümseyişlere meğer...topallayan ayağımda ağır bir yükmüş bu sürgün hayat ve sensizlik prangasında akacak olan bu zaman...
( ortadaki köyün ara sokaklarında, basit bir mekanın ikinci katında, şiir tadında, sıcacık bir öpüşün ardından saklanmış ama zorla toplanmış satırlardan...)
13 Mayıs 2010 Perşembe
nükleer başlıksız cümleler kuruyorum sana...
bir esarete öyle bir bağımlıyız ki biz gözlerimizde...
döktüğümüz yaşların prangasıdır,
kuruduktan sonra geride kalan sızı...
bir esarete öyle bir bağımlıyız ki biz ,
özgürlüğü düşleyemeyiz bile uykularımızda...
herşeyin adı kabus olur birden
titreyen göz kapaklarının ardında...
ve özgürlükten sürgün büyütülmüşlüğümüzün külleri,
hala sıcaktır avuçlarımızda...
yanacak ellerimiz diye korkup sarılırız dahada çok,
bileklerimizdeki kelepçenin
demirden sogukluğuna...
ve adı esaret bizim özgürlüğümüzün...
kaybetmeden asla anlayamayacağımızı söyledikleri
koca bir yalan tüm oynadığımız...
sahnesi zindan ,
zindanı seyircisinden terkedilmiş yapayalnız bir sahne...
şimdiye dek bu yaşamdan geride kalan...
ve adı esaret bizim özgürlüğümüzün...
tadı soğuk demirden paslı bir tad dilimizin ucunda...
dilinin ucunda derler acı ve kederin tadılabilmesi,
ve yüreğimin ucunda söylemek istediğim kelimeler,
yüreğim ocağında yanmazlar ise eğer...
ve adı esaret bizim özgürlüğümüzün...
tadı soğuk demirden paslı bir tad dilimizin ucunda...
yalnızlığı kalabalık bir ikindi namazı,
üzeri ıslak arnavut kaldırımlarda...
ateşi,soğuk küllerine kızgın bir yangın...
ve kızgınlığı sessizliğe zindan,
üfleyişlere gömülü cansız nefeslerinde...
ALLAH rahmet eylesinler eşliğinde...
ve adı esaret bizim özgürlüğümüzün...
bir esarete öyle bir bağımlıyız ki biz gözlerimizde,
gözlerimizi kapatıp ölemeyiz bile...
* bir nükleer başlığın ucuna takıldığı bombanın tahrip gücünü yüzlerce kat arttırdığı ve patlamasından açığa çıkan yüksek enerji ve ışıma sırasında insanların geleceklerinede büyük bir lanet kazıdıkları söylenir; genlere vurdukları görünmez bir pranga ile...
nükleer başlıksız cümleler kuruyorum şimdi kağıdıma.infilakı ve ardından gelen ışımasında tüm dünyanı yakıp yıkacak kadar kızgın ; kızgınlığından yanan gücü ile çok güçlü satırlar döşüyorum kağıtlarımın denizleri altına...binlerce fersahımı korkutuyorum denizlerim altında...
bir bomba kuruyorum zihnim bahçesinde yaşamı silecek güçte...ve kesiyorum bitişinden biraz sonra onu durdurabilecek tek kabloyuda kalbimden...rengi kırmızı...arada sırada atmayı bırakıp yaşama duran kalbimin bu hikayesine onlar ritim bozukluğu, kalp krizi diyorlar ben ise AŞK,sensizlikten geriye kalan...
12 Mayıs 2010 Çarşamba
mısraların satrancından hamleler...
- Sadece yalnızlıktır aradığım ...
Kalabalıklardan kaçmam gerek...
Tonlarca elem yüklü sırtımda
Anlatamadığım ve anlayamadığım çok şey !...
- yalnızlık...
mumda sallanan sarhoş alev...
pencereden esen serin yelde bir sağa bir sola devrilen...
yalnızlık...
göz gözü görmez karanlıklarda adımladığın...
koluna girdiğin dost cırcır böceğinin sesi kulağında...
yalnızlık...
ocakta nazlanan bir dumanın arkasından süzülen
bir demleniş yürekte...
kovalarım tüm kalabalıkları denizden derelerden
hep yüzüp kaçarlar oysaki benden...
yükümü devirdiğim bir yayla boyuna
kara gözlü bir koyuna ağlayan kavalın aşkıdır yalnızlık...
-Sırf yalnız olmak değildir yalnızlık
Aynada kendine tahammül
Edemeyen adam yalnızdır.
Kendi surlarında gedik açamayan adam yalnızdır
Ama kendi etrafına kaleler kuran herkes...
yalnız olmak istemez
Onları yıkacak birilerini arar yanında
Sevilmeyi hak etmediğini düşünen herkes yalnızdır
Sevmekten korkanın kaderi ise yalnız olmak değildir
Nefret ettikleriyle baş başa kalmaktır sonunda
Yalnızlık ayrı düşmek değildir sadece
Veda edememektir.
Neyin hayalini kurarsan kur
Her hikayenin sonudur yalnızlık.
Her zaman karanlık değil
Bazen pırıltılı bir mücevherdir yalnızlık
Yalnızlık arkanı dönmek değildir sadece
Serbest bırakmaktır sararıp solmuşlukları.
- yalnızlık ,
seninle omuz omuza oturulan yerlere
tek başına gittiğinde tekrar
yüreğinde atan burukluktur belkide...
* iki kişilik atışmadan kağıda düşen ıslaklığın kokusundan yazıyorum bunları sana...
saat bilmemki kaçın sularını kürek çekiyo kuruyan boğazımda...saat bilmemki kaçın sularını kana kana içiyo şu an...
boğazında yutkunamadığın bir ızdırap kadar çirkin...
çirkin bir şehir kararıyor gözlerimde işte...
güneş batıyor denizin şehrinde...
bir sokak başında farkediliyor sanki,
köşedeki gölgede...
dağınık birbirine yapışan ,
yıldızsız bir gece sanki karaya çalan saçlarıyla
ölmeye bir adım kala insanı ölmekten caydıran,
yaşama çağırıp kandıran bu mavi nefes bakışlarıyla...
gördüğüm en güzel bakışlı çirkini belkide bu şehrin...
İstanbul çirkin şehir. Pis şehir...
haklısın usta...
o kadar çirkin ki alamazsın gözlerini bir saniye dahi...
bu kadar çirkinliğin arasında nasılda masmavi bakar sana,
nazlanan dalgalarıyla
iki yakası biraraya gelmez bu şehirde bu deniz...
boğazında yutkunamadığın bir ızdırap kadar çirkin,
asla aklından çıkmayan bir kıymık gibi aşk sızısında yangın bu şehir...
* teşekkürler bettra...
4 Mayıs 2010 Salı
münzevi bakışlarını kapadı gözlerinden...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)