28 Haziran 2010 Pazartesi

ay'ı güneşin ilk ışıkları ile aldatıp...


sabah ezanlarına dek sus benimle...
sus pus olalım seninle sabahın ilk sesine dek elele...
konuşup harcamayalım ifadesizliğimizi,
hazırlayıp biriktirip cebimizde sakladığımız
cümlelerden dökülmeyelim bardaktan testimize...
üşümeyelim çiçekleri ellerimizde bahçeleri tenimizde...
dermeyelim tendeki sıcak mezarlık çiçeklerini
ayın ışığından kaçırıp...
sabah ezanlarına dek sus benimle...
sus pus olalım seninle sabahın ilk sesine dek elele...
avuçların avuçlarıma konuşsun
ılık ılık başlayıp sımsıcak bitirsin hikayesini geceden saklayıp...
avuçlarının masalında uyuyakalsın zihnim
ay'ı güneşin ilk ışıkları ile aldatıp,
sakla zihnimi zihnine gizlice...
içim ürpersin parmaklarının coğrafyasında adımlarken,
tarihinin çizgilerinden seni...
birden tam konuşacakmış gibi dön bak yüzüme aniden,
bana yüzünü dönüp,
sonra gömülelim sessizliğe düşer gibi tekrar seninle,
gecenin karanlık denizinde...
ve sonra yeniden sabah ezanlarına dek sus benimle...
sus pus olalım seninle sabahın ilk sesine dek elele...

24 Haziran 2010 Perşembe

gök yüzünde üşüyordu yaz...


odunu yandı gece...
ve o dünü yandı
ağızdan açan tek yapraklık o tek celse hece...
ismi aşk bir yağmurdu,
ilk parlayan şimşek gözlerinde...
odunu yandı gece...
bulutunu tuttu alevinde yağmur,
bırakmak istemedi suyun ellerini gökte göğün yüzü,
dilde sevdanın yanık sözü...
ıslaktı gökyüzü...
ağlamıştı yağmurdan koşan hecelerde yorulan derin nefesiyle
bir apartmanın kenarına saklanmış gibiydi bu gece...
ıslaktı katlı mendili kaldırımlar,
gök yüzünde su ıssız sokak...
göktü yüzün yüzümde...
gök yüzünün gölgesinde serinliyordu şiire esen rüzgar...
yüzüne değen kanadında altın renkli bir resimdi sanki
o kelebek düşlerinde...
gök yüzünde üşüyordu yaz...
hastaydı mevsim buzdan teninde...
gök yüzünde adanın çayıydı,
adaçayı çiçeklerini açan yaprakları
kağıdıma boyayan gülüşün tualimde...
gülüşünde buram buram adaçayı kokusu...
gülüşün, bardağında dumanının aman sıcak yakacak korkusu...

gamzende geceye saklanan şehir...


gülüşünde buram buram dumanın kokusuydu
gamzende geceye saklanan şehir...
yanan boğazında akan buz gibi bir deniz...
ve yüreğinden dökülen ateşin alev dalgalarıydı
sanki ayak iziniz...
nefesinden dökülen şelalenin esintisiydi
kokusuna doyulmaz sesiniz...
hırpani düşlerimde mısralarımın yürüdüğü can köprüsüydü
saçınızdan bana armağan esip düşen tek teliniz...
gardiyanımın elinde gökyüzümde parlayan güneşti sanki
bana ölümü bile sevdiren ,
yaşamın soğuk sonu, sözlerimin baltası keskin eliniz...
ipek kadar yumuşak ve haram sayılan kefenimdi sanki
dokunduğum narin teniniz...
al canımı diye insanı yalvartan,
ala kırmızıyı öğreten,
kana rengini yeniden boyatan,
yanağınızdaki utanan güneşin kollarına uzanan kirazdan renginiz...
sorarım var mı ki şu basit dünyada denginiz...
sorarım kelimelerden hecelere kadar size,
susarım denizde geceye diye tüten muma cevap
gözlerinizde yanan alevden ışığa...
denizde geceye diye tüten mumda ısınırım,
aldığınız nefeslerin rüzgarlarında üşüyen tenimde mutluca...
ve avuçlarıma siz kokulu bir şiir üflerim,
geceden eşsiz bir koku çalıp...
ve avuçlarıma siz kokulu bir şiir üflerim
yüreğimde ısınan kor nefeslerimden yakıp...
ve mısralar dökerim sıcacık su gibi demir demir
boğazdan sulara...
soğuturum satır satır şiirimi denizinden bu şehrin...
mumunu gözlerinizin ışıltısından tutuşturabilirim ancak,
yokluğunuzdan kararan bu kör bahtın...
söyleyin bana lütfen,
şehzadesi olabilir miyim
saçlarınızdan esen çiçek kokulu tellerinden
örülmüş bu eşsiz tahtın...

yas rengiydi gecenin teni gözlerime...


yağmuruna açık şemsiyenin
yas rengiydi gecenin teni gözlerime...
ve parmaklarım ucunda biriken suydu sözlerin
can suyuna susuzluğuma...
avuçlarımın ucuna pıranga ıslanışlarda
taştı yüreğim gözlerimden...
yanağımdan akıyordu köyün soguyan çeşmesi...
ve dert çeşmeme çatlamış tastı avuçlarıma doldurduğum su,
dudaklarına hasretti yağmurun tadı tenimde,
tekrar tekrar yağıyordu gökte aysız gece üzerimize,
ve tekrar tekrar aynı alevi yanıyordu
bizi ıslatan yağmur tenimizde...
ıslak ıslak taşlar kokuyordu gece
dökülen gök ile birlikte...
çekip gidişin adıydı şimşeğin hayinliği kağıdımda...
yağmuruna açık şemsiyenin
yas rengiydi gecenin teni gözlerime...
ve biz ıslanıyorduk durmadan
eriyip gidermişcesine...

* günlerden yağmurlu bir dündü bugünüm,
ıslak takvim yaprağımda gökyüzünden düşen bir yarın vardı birde dün...

üşüdü cebimde şiir şiir sensizlik...


güneşe gözlerini kapayıp erimeyeceğine inanan kar tanelerinde
yağdı yüzüme yalnızlık...
tenime kar çatılar düştü hep,
payıma,
tuz tanelerinde merhem yalanlar diye
kış rüzgarında yangınlar...
yanarken üşüdü yani hep yürek...
sevinse mi ağlasa mı bilemedi bir türlü...
yanarken üşüdü yürek,
ağladı tüm erimeler yüzümde...
tepesi kar dağları tırmandı her gece,
baharda eriyen rüyalar ellerimin çizgilerinde...
güneşe gözlerini kapayıp erimeyeceğine inanan kar tanelerinde
yağdı hep yüzüme yalnızlık...
ve üşüdü cebimde şiir şiir sensizlik...

sabah ezanını topladım kuruyan çatlamış dudaklarından...


sabah ezanını topladım kuruyan çatlamış dudaklarından,
kulağımda kızaran güneşin hınzır dallarından...
korkuları yeşeren ve tazeliği kızaran bir huzur
doldu heybeme hasır sepetime damla damla dökülüp...
azığımda kağıt kağıt sen mektupları katlıydı...
mektup mektup yüzün,
satır satır dudakların bağlıydı kuşağımdan belime...
düşürmedim dilimden tadını,
ağzımdan uçup giden yaban güvercin sözlerime hiç...
söz vermiştim hayalinde çakmak çakmak gözlerine...
kekik kokulu kayaların yuvasıydı gamzende bahar,
uçup giden rüzgarıydı bu aşkın ,
tüm hayin sözlerin oysa...
kulağımda serince bir yalanın,
ağacın dallarına oynadığı oyunu bir şarkıydı
masum yüzündeki tüm sözler kulağımda...
ama ben
düşüremedim kanadını harflerin uçurumundan uçmalara...
göçmelere kuruluydu zaman, kumu uçuşan saatimde...
üfüremedim sıcak satırların serinliğini güzel saçlarından yüzüne...
ve gülüşlerimin senaryosuydu düşlerin sobamda...
kederini çevirip makara makara ,
bu ağlayışın filmini çekemedim bir türlü göçmen kuşlara,
sürgün gökyüzümde sıcak ülkelere uçamadım hiç...

geceye zindan yağıyor gökten düşen yağmurlar...


geceye figan esiyor rüzgarım nefeste,
geceye zindan yağıyor gökten düşen yağmurlar...
sokağın taşlarına inat,
boğuluyor yükselen arnavut kaldırımlar tek tek...
geceye figan esiyor rüzgarım nefeste,
geceye zindan yağıyor gökten düşen yağmurlar...
sesimde pencereme yansımış kederli bir uğultu
dövüyor yüreğimi,
nefesimde yaldızlı bir karanlık dahada kararıyor
ağzımdan ellerime düşüp...
geceye figan esiyor rüzgarım nefeste,
geceye zindan yağıyor gökten düşen yağmurlar...
susuyor sokak çatılardan düşüp...
esiyor sessizlik rüzgarı saçlarından öpüp...
sabahı açıyor bir çoban yıldızı
şafağına erken kurup saatini...
vakitsiz öten horozu başından öpüyor bir soğuk bıçak
çeliğine küsüp...
geceye figan esiyor rüzgarım nefeste,
geceye zindan yağıyor gökten düşen yağmurlar...
sabah geceye küsüp bu dünyayı terkediyor...
güneşin soğuk bedenine sarılıp uyuyor
gecede suyun yatağına uzanan ay...
ve ölüm güneşe ne kadar da yakışmıyor...
yinede ölümü üzerinden çıkarmıyor,
inatla giymeye devam ediyor soğuk cesedi bu yıldızın...
başın sağolsun gündüz...
geceler sensiz artık ne kadar da dümdüz...

düşmana zar atan savaşların uçurumları,göğe kurulu mezarlığıdır bu kumarın...


düşmana zar atan savaşların uçurumları,
göğe kurulu mezarlığıdır bu kumarın...
ve kazanmak kaybetmenin türevidir
kararan yaralı ellerdeki kağıtların üzerinde...
her kazanmak kaybetmenin içinden geçmelidir bu yolda...
yolu tektir iki farklı yolmuş gibi görünsede,
kazanmanın yada kaybetmenin...
ve yaşamak,
atabileceği en kolay zarıdır oyuna isteği dışında dahil olanın.
uğraşmasada gelir yaşamak zaten,
elinden düşen zarların üzerinde kolayca ...
kanında dolaşan pişmanlığı,
taşımak istemez hiçbir rüzgar kanayan açık yaradan...
yağmura teslim olur tüm kirlenen dakikalar,
kaybetmeleri yıkayabilmek için...
ve kaybetmeler teslim olurlar yere uzanıp
gururlarından eğilip...
tüm kaybedişleri yıkamak için...
kararan yüzlerin göçüğü altında kalmış masumu görmeyi
özlemişlerdir çünkü aynaların...



* düşmana zar atan savaşların uçurumlarından,
savur beni rüzgarlarına gökyüzünün...

özge özge anlamsızlığım çoktur...


herşey o kadar anlamsız ki,tüm anlamlarından kaçmak istiyorum bu hayat denen kelimenin...anlamı herneyse ne,anlamsızlaşmak anlamsızlaşmak anlamsızlaşmak istiyorum git gide...kaçırın beni yaşamanın tüm anlamlarından ne olur...

gecedeki karanlık evler...herbirinin çatısından atmak istiyorum ruhumu...ondan düşüp,diğerine tırmanmak durmadan...ölümsüz bir ölüm çabasında kan be kan terlemek istiyorum...demir kokusunda kanıma karışsın tuz tadında yaralarımdan terim...

vazgeçmeler düşse alnımdan yerlere...kölelikten kaçarken herkesler,köle olsam satılsam pazarlarda ,beni sahiplenecek emirlerde yepyeni kaderlere savrulsam...

gözlerimdeki düşüşlerinde donup kalsa yaşlarım, sarkıt sarkıt ağlasam soğuk sokak taşlarına düşürüp içimi...dağılsam kederlerimden yerlere parça parça parçalanıp...

tüm gitmeler azad olsa ruhumdan...

düşsem toprağa yağmur yağmur yokolsam...

öyle bir uçur ki acıların eşiğini gözlerimden,bir daha kimseler yakamasın canımı...


yak canımı haydi durma...
soyundum tüm cesaretlerimi üzerimden şimdi...
çırılçıplak tenime korkularımı giyindim istediğin gibi...
yak canımı haydi durma...
öyle bir yak ki canımı ,
tende yanıklar
avuçlarda sızılar hissedilmesin bir dahalarda hiçbirzaman,
gökyüzüme uçur acılarımın eşik değerini,
ellerinden göğe yükselen bir uçurtma gibi...
öyle bir uçur ki acıların eşiğini gözlerimden,
bir daha kimseler yakamasın canımı,
yaksada, tavşan acılarda gözlerime küsenlere
dağ kadar kayıtsız kalsın tenimde ruhum...

korkut beni haydi durma...
korkusuzluğu buda tenimin dallarından...
dikenleri kes kopar gül bahçesi sözlerden...
yüz tenimi bedenimden ruhumu yakarken mavi alevlerin ile,
al haykırışlarımı pencerenden odana,
ve nefes diye üfle çırpınışlarıma gülümsemeni...
korkut beni haydi durma...
salla beni yangınların beşiğine yatırıp gecen boyu...
alla beni dökülmeye çekinen kanları içimden söküp,
yağdır üzerime nazlı kan yağmurlarını...
kıpkırmızı başlıklarıyla geçip gitsinler önümden
bir masal gibi,
beyaz gelinlikleriyle ağlayan tüm kan duvaklı,al yanaklı
kırmızı başlıklı yoldaki umut sepeti kızlar...

gökten üç kuş düşsün başımıza...
üçüde biz dileğimizi dileyemeden daha,
göçüp gitsin uzaklara...

21 Haziran 2010 Pazartesi

gözlerimin çektiğine fotoğraf dediler...


gözlerimin çektiğine fotoğraf dediler...
ellerimin çektiğine nasır...
derde kedere sabra hasır...
yüreğimin çektiğine kan dediler...
aklımın çektiğine aşk...
tenimde sevdayı yüzdüler...
düşümde hüznü üzdüler...
gözlerimin çektiğine fotoğraf dediler...
ellerimin çektiğine nasır...
ne kadar daha sürecek bu beni anlamazlık ey ALLAHIM,
daha kaç asır...

* ayak pencerede düşler kurdum hep sana,
içine gökten maviler ile beyazlarda
düşsün diye biraz daha...

ne kadar sürer sence diye sordu bana...


bir dedim...
korkak bir tavşan gibi,
çıkacağın karanlık,
sihirli sandığın şapkaya gir tekrar o zaman dedi kızıp...
iki dedim...
bileğinde zaman diye sanki,
kelebek ömrü takılı adamın teki dedi yüz çevirip...
üç dedim...
durdu düşündü bi zaman...
güç biraz ama dedi gülümsedi saklayaraktan...
belliydi üç zaman görmemişti hiç aynı avuçların sıcaklığında...
dört dedim...
örttü yüzünü yere bıraktığı bakışlarından saklanıp...
beş dedim...
iyi bir eş dedi...
altı dedim...
kim kaldı ki o kadar dedi...
yedi dedim...
yeme beni dedi...
sekiz dedim...
sustu düşündü uzun uzun...
dokuz dedim almak için onu dalıp gittiği derinliklerden,
yeter alay etme dedi...
sayılar büyüdükçe daha mutlu gülümseyen yüzünde,
biraz daha büyüdüğümüzde korkuya düştü mutlulukların
dedim ona dürüstçe...
cevap birdi hep ve büyümezde asla dedim,
hatta iki bile olamaz ki hiç...
daha fazlası yok çünkü ellerimde...
sahip olduğum tek bir sayı var içimde sana uzatabileceğim...
bir ömürden fazlası yok malesef bir gün tükenecek nefeslerimde...

* o kadar yüksekteyim ki senden,
altımdan yelkenler geçiyo...
o kadar yüksekteyim ki senden,
kulaklarım duyamıyo ağlayışımı rüzgardan
o kadar yüksekteyim ki senden,
gözyaşlarım düşemiyor bir yerlere bile...
o kadar yüksekteyim ki senden,
uçup gidiyor ellerimden herşey
gözlerden düşen yaşlar kadar ağır
küçücük görünen tüm anılar gözlerde hala...
o kadar yüksekteyim ki senden,
düşsem sen...
kalsam daha çok sen...


* zaman,bakış açılarının her farklı bakışta yeniden boyutlandırabileceği akışkan bir boyutta tanım alabilen bir kavramdır...her göz farklı bir isimde,farklı bir boyutta tanımlandırabilir yeniden ve yeniden onu...hayat hep aynı sandığımız,ama her gözün farklı bakışında yeniden tanımlanan su kadar farklıdır içine döküldüğü farklı şekillerdeki ruhların bardaklarında...hayat sizde şekil alır aslında...t.e.

kırptı gözlerini ve kaybolup gitti bir anda...


uzak olma diye yalvardı yıldıza...
sanki yakınmış gibi şu anda...
yanındaymış gibi anlattı ağlayışlarını
sakladığı heybesinden çıkarıp yaş yaş, tek tek...
kapandı gecenin gözleri bir anlamda,
bir bulutun kıyamayıp yıldızlarına,
üzerini örtmesiyle son buldu
serin gecede kırpılan tüm gözler bir anda...
uzak olma diye yalvardı yıldıza...
sanki yakınmış gibi şu anda...
yanındaymış gibi battı ay gecede...
söndü usulca farkettirmeden kendini ocakta ateş...
kar düştü köye...
sustu köy...
çeşmesi dudaklarından içilen bir tas suydu,
teninde topallayan bakışlarımdan düşen susuzluğum ruhunda...
uzak olma diye yalvardı yıldıza...
sanki yakınmış gibi şu anda...
göz kırpar mı hiç bir yıldız deme ne olursun bana,
ay yakamozunda üşüyüp titriyorsa suyunda neden olmasın...
utanan yıldızım bir göz kırpmanın ardına kaçıp gözlerinden,
neden saklanmasın...
gecede, gökyüzününde yanakları kızarır utandığı için bazen hem...
deprem olur diye korkar göğü öyle utanmış görünce tüm yürekler...
korkma...
utanmak en nilüfer erdemidir bu yeşil gölün bugünlerinde yaşamında...
uzak olma diye yalvardı yıldıza...
sanki yakınmış gibi şu anda...
kırptı gözlerini ve kaybolup gitti bir anda...

20 Haziran 2010 Pazar

ezberlemesi kolay bir anaokulu şarkısı gibidir ilk aşk...


anaokuluna, belkide hiç gitmemiş bir çocuk için,
ezberlemesi kolay bir anaokulu şarkısı gibidir ilk aşk...
akılda kalması kolay...
aklına mıh gibi sen anlamadan çakılan,
kalbine, henüz yeni dökülen asfalt yolun,
kurumamış sıcacıkken kolayca kazınan...
yolun soğuduğunda bir daha asla istesende
değişmeyecek olan...
o saniyelik kararından doğan sonsuz bir kazıntı içinde sanki...
çocukluğunun sankide tek mutluluğu o şarkıymış gibisine...
çocuk ağzından hiç düşmeyen gün boyu...
ve yıllar geçmesine rağmen üzerinden,
ne zaman o şarkıya ait bir melodi ilişse kulağına
yada bir melodiyi benzetsen sen
bile bile yanlışlıkla ,bilmeyerek o şarkıya
hiç unutmamış gibi
sanki dünmüş gibi söylemeye devam edebilmendir
aynı çocukluğundaki o kaybettiğin bulamadığın
ve bir anda uzun zamandır giymediğin
bir pantolonun cebinden çıkar gibi rastladığın
yapayalnızken,başka gözlere anlamsız gelecek şekilde sevindiğin
çocuk bir gülümseme gibidir ilk aşk,
ağzından çocukluğunun o en güzel şarkısı dediğin
şarkın, küçük bir dere gibi uçurumlarından bugününe dökülürken...

18 Haziran 2010 Cuma

incecik bir akşamı giyer gibi sessizden tenine...


incecik bir akşamı giyer gibi sessizden tenine,
soyunup kederini gözlerinden
çıkardı gözyaşlarını üzerinden,
ve çırılçıplak ağladı bütün gece...
yastığı terkettiğinde onu,
hıçkırıklarını avuçları,
hiçkırıklıklarını dolunay sakladı geceden...
kimseler duymadı ağlayışlarını...
kanatlarıyla sildi yüzünden tüm ayrılışlarını...
ıslandı gece,
ıslandı tüm uçamayışları...
sisti şehir...
şişti ağlayan gözleri...
isti kokusu üzerine sinmiş geçmez,
yandığına pişman tüm sönüşleri üflediği nefeslerinde...
zaten her nefes bir yanış değil miydi
içimize aldığımız her nefesimizde,
iki hidrojenin bir oksijene adaletsizce attığı dayağından
yaşamımıza mirastı zaten her saniyesiyle
bu adaletsizlik birazda...

yorgun akşamın rüzgarını yalayan pul diye zarfına,
tatlı bir şekerlemeydi mutluluk belkide,
gözlerimizin kapandığını açtığımızda anlayabildiğimiz sadece...
hayatı, kapanmasın gözlerimizin kepengi
gözkapaklarımızda bekleyen biraz daha
sevgiye metamorfozlanmış sevgiliye saygıdan birazda...
hayat yorgun bir akşam kadar mutlu açık tutamadığı
ama tutmaya uğraştığı gözlerinde şimdi...
kaç nefes daha sesine demirli yüzünde
sallanacak bu sandal gözlerim acaba bilmem hiç...
yüzünün artan çizgilerine bırakırım unutkanlığımda
koparıp ekmek kırıntılarımı
üç beş tam alamadığın nefesinde ikide bir;
dudaklarının köyüne geri dönebilmek için birazda
kaybolmayayım diye yüzünün gezmeye doyamadığım coğrafyasında,
ekmek kırıntılarım yapıp bırakırım adımlarının izlerine
her akşamının sözlerini,
kağıtlarda sislere iliştiririm saçlarından koklayıp,
seni benden hayince adımlayan çalan
gecelerde saklanan,
sıcak koynunda üşüyen zamana inat,
susarım her uykusunda gecenin karanlığından
dolunayının ışığına dek koşup yorulan
tenine bırakıp kendimi...
tadı gece, adı ölüm
gelir hiç unutmadığım tadında yutkunduğum
gelen dile,
soğuyan bardağımda beni sessizce terkeden dumanı ile...

17 Haziran 2010 Perşembe

şimdi taşıyor kelimelerden yazılanlar...


önce eksiliyordu harfler tek tek...
şimdi taşıyor kelimelerden yazılanlar...
bardağından taşan damlalarda yansıyor zaten yüzün perdeme...
iç burkan burkukluğu görmek zor değil bileğinden,
belli yeterince zaten...
ve sihri ben değilim bu zulmün,duvarındaki resmin...
taşan harflerin yatağından akıyor ismim usul usul...
bakışlarımdan esiyor üşüyerek sessiz bir akşamda zaman,
gözlerim musul...
yağmur yağıyor yağmuruma balkonumda...
hiçbirşey ekmediğim saksımdaki toprağımda,
bir mısra baş veriyor yeşilden yanağıma...
sonra bir tokat kızarıyor onbeşlik yanağımda ardından koşan...
sarılsa sarılmalarından düşen...
kızma...
kızsan utanıp küsen bir çocuk ağlıyor akşamımda...
kararıyor sabahımdan sana günbatımlarım oysa...
eğer kaçtığımız o'ysa...
ne istiyorsan yaz elimdeki sararan kağıda açıkça,
ekmek almaya bakkala giden çocuk yüreğime sıkça...
böyle alışık çünkü,
kızsanda sen,
lütfen vurma satırlardan zincirlerini kağıtlardan sırtıma...
parçalanır taşlarım düşlere,
beş taştan düşüp cız oynar avuçlarımda zarlarım...
pencere önü kuştur benim yağmurlarım...
dua et uçar...
dua et düşer...
dua et kaçar...
ne yöne baksan güneş açar susuzluğum...
ne yöne baksan susuz kalır ıslaklığımdan çocukluğum...
aynayı kendine tut birde istersen,
silahını düşürüp ellerinden istemeden...

16 Haziran 2010 Çarşamba

görünmeyen bir heyecan vardı tenimin altında...


ikibinbir değildi henüz...ikibin eylül sonu yada ekim başıydı emin değilim...saat sabah beş yada altı gibi gelsede uykusuzluğumdan bana aslında yediyirmibeş yada otuzdu en fazla...hergün aynı yürüdüğüm, hergün aynı olmadığını düşündüğüm yollarda yürürken karşımıza çıkmıştı şans eseri,kesinlikle şans esiri olmuştum oysaki o an ile birlikte şans eseri karşılaşmalara içimde hemde tarif edilemez biçimde,şapkası vardı ve hala uykuluydu gözleri...birazda şişti uyanamayan bakışları hala...konuşmalarını dinlemekten sıkılıyormuşcasına bir ifade alaraktan birkaç adım ilerilerinde durmuştum gitmek istediğimi göstermek istercesine...oysa hiç bu kadar kalmak istememiştim sanki tamda yol ortasında sayılabilecek bir noktada...onları dinliyordum sıkılan yüzüme ters bir heyecanı nefes alan yüreğimde...manasını tanımadığım,anlamında düşüp kaybolduğum,sezemediğim görünmeyen bir heyecan vardı tenimin altında,kalbimdeki o anda aslında...saklanıyordu sinsice tenimde ruhumda birşeyler...farkedememiştim...belkide çoktan farketmiş ama kabullenmek istememiş ve hemen bilinç halımın altına süpürüp atmıştım tüm hissettiklerimi, bilemiyorum...kısık gözlü bir seyri ve yalandan bir sıkılmışlığı takınmıştı yüzüm çehremin ekranına ikisi konuşurlarken kenarda...farkedilmemeyi umuyordum herzamanki çocukca tavrımla...ama farketti bir anda ve uzatıp öne hafifçe başını '' günaydın sanada... ''demişti sabaha ait olmayan sıcacık bir tonda...gözleri o kadar güzel gülümsüyordu ki neredeyse hiç duymamıştım bir ses olarak sözlerini kulağımda...gözlerimle gördüğüm güzelliğin pırıltısında kör olmuştu çoktan kulaklarım sanki...arnavut kaldırımlı yavaşça kıvrılan o herzamanki yolda , tamda bir köşe olmayı başaramayan o yolun kenarında,küçük bir kuyumcunun sabahındaydık manasızca uzayan dakikalarda sanki...hemen bitsin diye uğraşmalarıma inat ,neler yapsam neler söylesem keşke ve daha ne kadar daha uzatabilirim bu manasız saniyeleri şu tanımadığım ,gözlerimden saklanmaya uğraşan bu sabah mahmurluğunu makyajı sayıp evden hızlıca çıkan ve koşan bu yüzde; bilemiyorum diye düşünüyordum o anda...o kadar güzeldi ki yüzü oraya istemeden demir atmışcasına saplanmıştım sanki...oturmuştum karaya, kahveye o asil kokulu rengini veren gözlerinde inanki...evet, sadece çaresizce saplanıp kalmak deyişi yaklaşmaya cesaret edebiliyordu sadece hislerimin çakıldığı yeri tasvir etmeye bu anda...anlamıştım aslında...kendime bile kabul ettirememiştim yalnızca bu durumu o kadar...çocuk olsamda gururdan bir heykeldim erkekliğimde hala...ne kadarda aptalmışım oysaki,şimdi daha iyi anlıyorum...''ismin ne '' diye sordu sonra bana...söyledim adımı,hiçbir anlamı yokmuşcasına sönükleştirme çabamla,cansız ve can çekişen bir ton azalmasıyla her harfinde azalarak uzattım tüm harfleriyle adımı dudaklarımdan isteksiz bir tavırla...senin adın ne'ye ihtiyaç kalmadan damladı ismi ağzından...neslinin nereden geldiğinin masalıydı sanki ismi...gül'ün rengini sormaya cesaret edemedim neslinin saklandığı...merak ettim ama soramadım...dalgacı bir tavrı olduğuna inandığım dakikalardı ses tonuna bakıp...gitmeliyim dedik ve döndük arkamızı ve birbirimizden uzaklaşan adımlarımıza başladık hızlanan hızlıca...ondan uzaklaşan her adımımda dahada özlemiştim her adımımda onu oysaki...iç sesimi bastırmak ve duymama adına sevmediğim bir şarkıyı bağladım ağzıma ve geçtiğim yerlerdeki yazılara taktım gözlerimi...halbuki sonbaharında mevsimi şaşırıp bahar çiçeklerini açmıştı yüzümde tüm ağaçlarım...mevsimim çoktan şaşmıştı...hiç dinlemediğim ağızlardan ,bütün gün aynı sıkıldığım dersleri söylemişti söylemek istemediğim şarkılar yine ve ben bütün gün aklım onda takılı akılsız bakıp dalmıştım tahtanın parlayan yüzüne...beni kimse yakalayamaz sandığım haykırıp yüzdüğüm özgür okyanusumda, çoktan bu farklı düğümlenmiş ağa takılmıştım bu güzel günün sabahında...
solungaçlarımdan şiir süzülüyordu sanki,ciğerlerimden kalbime düşen her tuzlu su damlasında...daha çok boğuluyordum her mısramda...ilk defa...oysa ben balıktım diye bağırıp duruyordu beynim aklıma,bu benim dünyamdı,boğulamazdım asla...

* diye başlayan bir turda kalbimde saklı dünyamda bir geziye çıkarmak istedim seni,rehberi ben yollarımda...tek tek her anımı yaşadığım yerde dinlemeni istedim nedense...beni böyle tanımanı...ve beni dinlemeni sabırla...bu bir başlangıç ve inan bana durmayacaktı belkide bir gün boyunca yazmaya devam etseydim eğer...yaz yaz bitmez zamanlardı sanki...kısacık ama sanki sonsuzluğun içine girip saklandığı küçücük bir kutu gibi,matruşka bebekleri misali,aç aç bitmez gibi açtıkça içinde dahada kaybolduğum günlerdi...ilkiyle başladık işte yola...haydi vira vira...en can alıcı yerinde kestin yazmayı ,kestin anlatmayı deme sakın bana...unutma hem, her can alınabilir kolayca asıl şaşkınlığa neden olan mucize, yaşamasına izin vermektir birşeyi öldüreceğin anda,bunu sakın aklından bırakma...tut hep ellerinden ellerinle olur mu...
her can alınabilir kolayca,
cantuğa...

sonun başlangıcından mektuplar sana romanının birinci safhası,ilk sayfası...mektup 1 tayfası...

onüç'e üç kaladan azıydı kulağıma düşen aman...


sonsuz bir üç noktaydı üzerime örtülen toprak...
üzerimde ağırlaşan...
başımı kaldıramadığım kadar soğuk...
başımda güz gülleriydi ve birkaç sararan düşen yaprak ,
mevsimi zaman diye kulağıma fısıldayan...
sonsuz bir üç noktaydı üzerime örtülen toprak...
ve ıslanan toprağımın kokusuydu burnumda duyulan tüm dualar
yalnız çatlayan kaldırımlarda...
onüç'e üç kaladan azıydı kulağıma düşen aman,
ve sağır tazının kulağında duyduğu kurşunun masalıydı
gözlerimin kanlı yaprağa kırptığı,
sönmeyen alevlerin anıydı yüzümde
tenimi yakan zaman...

14 Haziran 2010 Pazartesi

'' r ...''


otuzbire beş kadar utandı zaman
kocaman bir çocuktu erkekliği
kabirde azap yaşlarında büyüttüğü belkide...
ne kadar unutulsa o kadar hatırladı
susuzluk nedir dudakta,
yada suskunluk nedir kuruyan dilinde...
otuzbire beş kadar utandı zaman
gözlerini kapadı akrep ile yelkovan...
karardı karartma geceleri gözlerinde
ve kaçak dolaştı gözlerim kapanan gözlerinde aydınlanan yüzünde
saatlerce hemde hiç yakalanmadan...
otuzbire beş kadar utandı zaman
oysa ne kadarda benziyordu bir oltanın iğnesine unutulan harfiyle
sonu gelen zaman...
kaçmaya derman vermedi yürek...
ne kadar uyusak o kadar öldük yarısına ölümün,
ne kadar ölsek o kadar uyuduk yaşamanın tadına...
otuzbire beş kadar utandı zaman
bilsekte adı ölüm her unutulan harfin mısralarında bu denizin,
korkmadık yakalanmaktan yada esareti yaşam bir ölümü
her dakika ölerek beklemekten basit kovasında bu alfabenin...
ne kadarda tuzdu oysaki kovaya doldurduğun taze zaman...
ciğerlerde yaşlanan paslı prangaydı acılardaki o an...
ne kadarda tuzdu hapsimde deniz,
mapusumda tütündü gözlerimde sislenen,
yaşatan ölümdü yüreğimden bileğime düşen zaman...
biliyordun halbuki,
tutardı beni tuzda zaman...
tutundum yüzgecimdeki voltalarda özgürlüğünü arayan satırlara,
tutundum aç kapa durmadan nefesler arayan solungaç mısralara,
tutundum bir gülümsemenin kancasına takılan masum sonlara,
tutundum ama tutuklu kalamadım uçurumdaki zamana,
düştüm yine yaramda tuz bakışlardaki yangınlara...
ne kadar kandı deniz teknenden sallarken mısralarını gökyüzününe,
ne kadar kızıldı tan olmadığı kadar gecede...
adı tandı ölümün düğününün o gecenin sabahında,
ve bir damla kana muhtaçtı bakan gözlerin,
oysa yüzüyordu rüyalarını hislerin kan denizi yatağında düşlerin...
boğulamadı sayıklamalarda sözlerin yıldızları avuçlarından,
düşemedi düşlerin yıldızlarından birkaç saniyesini mutluluklarından...
ağladı yelkovanda ay...
ve doğdu akrebinde usulca güneş...
gazvendeydi oysa merhametli gözlerin...
ve gamzendeydi üşümüş çıplak sözlerin,
ser verse sır vermedi hayince yüreğin...
uyanamadın...
hatırlamasanda kurusun diye geceye astığın rüyanı,
boşver, günaydın...


* teşekkürler üryan oltalarda eksilen harflere canlı yem takan vefasız yelkovanlara ve tenimi sokan gecede dolaşan keder taşıyan tüm akreplere teşekkürler...
teşekkürler kalbimi dolduran zaman...
teşekkürler kalbime dolan akışkan saniyeler...
teşekkürler kalbimden akan gözyaşlarımda temizlenen yas tutan ama adını kirli koydukları siyah kan...
yinede küçülüp gidiyor avuçlarımda zaman an be an...
oltalardaki hançerlere kendini bırakan,
yüreğimdeki intiharın adıdır oysa dilimde zaman...

11 Haziran 2010 Cuma

aromasız sade ve kesince...


otuzikiye onüç'te unutulan u kadar unutulduğu için belkide,
yaramda tuz tutuyor beni...
sadece...
dörde dokuz gibi basitçe...
belkide sad( )ce...
kimbilir...
son kez güle güle ey özgürlük der gibi,
o u ki kıymık kadar sızı dilimde...
balık avlamayı seven bir ruhta oltanın iğnesine tırmanıyor
eski mektuplardan düşen mühürlü pullarla süslenen tenim işte...
pulsuz zarflar kadar zırhsız yüreğimde...
balık hafızamda unuturum dudağımdan acılarımı
yüreğimden yalnızlığı,
ve tenimde ölümü biraz sonra nasılsa...
oysa,
toplamadığım boş kocaman yataklar gibi dağınık tüm kelimeler kağıtlarımdan...
boş mısralar tınlıyor çöp kutularında yada yerlerde...
ve yazdıklarım attıklarımın yarısından da az gözlerinde...
çöplerimden topluyorum satırlarımı oysa,
buruşuk kağıtlarımdan özrümde yazıyorum can alan pişman bir katil kadar güzel mısraları...
susuyorum sonra bir bardak su elimde...
bir bardağı gözlerimde...
ben usul usul özlerimde sen görmezsin beni yinede...
ben sana pencerenin karşısında aslında olmayan deniz kenarını,
denizden esen rüzgarın ağaç dallarıyla oynaşmasını anlatırım
uzun uzun...
ben usul usul özlerimde sen görmezsin beni yinede...
otuzikiye onüç'te unutulan u kadar unutulduğu için belkide,
yaramda tuz tutuyor beni...
sadece...
sen uyursun sessizce,
ve ben ölürüm tatsız tuzsuz kendimce,
aromasız sade ve kesince...

* sarılıyordu macun oduna yaşamasının tek şansıymış gibi,
sabırsız bekleyişinde büyüyordu küçük bir kız
gözlerine kar düşüyormuş gibi lapa lapa yıllarda...
görülen en soğuk güzde alev alev yanan mahmuzlarda hayince...
teni ter ağzı köpük dört nala koşturmalardan düşünce...
çatlayana kadar tohum,
çatlayana kadar düş...
kırık bacakta bir kurşun çekirdeğiydi
güzel alnının çitlediği oysa ki yalnızca...
ne kadarda masumdu renklere vurulan gözlerinde
dönen sarılmaları izlerken...
ne kadarda masumdu renklere vurulan gözlerinde
istemesede sonuna siyah beyaz bakarken...

10 Haziran 2010 Perşembe

sustu gün...


şiir gibi saniyeler besliyordu avuçlarının içinde...
küçücük elleri o kadar sessizdi ki...
çınlıyordu parmak uçlarındaki uçurumdan korkan kulakları...
titriyordu tüm düşleri gecenin rüzgarının altında...
üşümüştü sabah ezanları kızaran yanaklarında...
utanmıştı çocukluğu, olgunluğunun tuttuğu ellerinde...
sussa bir dert konuşsa bir dertti,
düşmesini istemediği takvim yaprağında zaman...
şiir gibi saniyeler besliyordu avuçlarının içinde...
bembeyaz bir gelinlikti tabutu cevizden sanki,
ve tabutunu darağacında sallanırken izliyordu...
ne zaman dursa sallanışı,
dokunup ipteki sallanışın sesinde
yara kabuklarını tekrar tekrar kaldırıp kanatıyordu...
yaralarının iyileşip geçmesini istemiyordu sanki...
şiir gibi saniyeler besliyordu avuçlarının içinde...
arzularının şelalesinde ne kadarda çok balık yüzüyordu,
ne isterse aç ruhu tutup yakalıyordu,
öpüp tekrar suyuna bırakıyordu...
bir ölümdü orucu dudaklarının sessiz köyüne saklı,
ölüme aç teninde yaşamı gözü kara yiyiyordu...
şiir gibi saniyeler besliyordu avuçlarının içinde...
çocuk parkıydı gözlerinin karanlığına mezarlığı...
içinde büyümeyi reddeden bir çocuğu büyütüyordu...
doğduğunda gebeydi yarınına...
ve her gecenin sabahında şafak ezanında
yarınını doguruyordu sessiz feryatlarında acılarla...
her gecesini büyütüp akşamından,
yarınını acılarla doğururdu her sabahında...
bıkmadan usanmadan...
beni doğurdu dokuzunda
ve öldü gözleri bir gün sonrasında...
şiir gibi saniyeler besliyordu avuçlarının içinde...
hep özlüyordu tüm özlemeleri...
hep özlemdi özlediği...
bilmiyordu terkedilmenin sonra kanayan yanık sızısını,
terkedilemeyecek kadar güzeldi...
şiir gibi saniyeler besliyordu avuçlarının içinde...
sustu takvimlerden başını eğip bugün...
sustu gün...
ve yağmur altında ansızın kalıp susayanlara su verdi, dün...
sırılsıklam ıslaklığında, susayışları ıslanmayanlara
tüm susuz boğulanlara yas tuttu siyahlarını giyip
gökyüzünde bulutlar büsbütün...
ağladı sarhoş,
ağladı berduş,
ağladı evsiz,
ağladı yurtsuz,
ağladı gün,
ıslanan gözüne yoldaştı şehir,
ıslaktı tüm sokaklar yollar
hemde büsbütün...
gökyüzü toprağına yağdı günlerdir bütün gün...
ve ne kadar uğraşsada balkonunda,
bir türlü yanmadı dudağında sırılsıklam ıslanan
o tek nefes tütün...
gözleri kurumasına izin vermedi bütün gece,
dudaklarına asılı tütün yapraklarının...
ağladı gün,
ıslandı tütün...

* onuna ağıt susadım bugün,
onuna ağıt sustum...
onuna ağıt içimde bir kainatı kustum bugün,
onuna ağıt dağladım tenimde tüm dualarımı dün,
onuna ağıt sustu gün,
onuna ağıt ağladın...
onuna ağıt dağıttım kendimi...
onuna ağıt kızdım herşeye,
onuna ağıt kızdı küçücük henüz mahşere...
onuna ağıt düştü yaprak, bağlamamdaki dalından...
ona ağıt sustun sen tüm türkülerinden...

yeri cennet olsun,nefesleri tenine dokunsun,elleri saçlarında,yüzü düşlerinde,gülüşü gülüşünde gezinip tekrar can bulsun...adımlarının izinde büyüsün kocaman ruhun...amin...

9 Haziran 2010 Çarşamba

yüreği şaştı...adı aşktı...


zamanı olmayan bir saatin ,
pimini çevirmeye uğraşıyordu parmakları...
bileğinde kırık kum saatinden dökülen kumlar
tenini gıdıklıyordu...
sırf bu yüzden zamanla uğraşmak hoşuna gidiyordu...
zamanı olmayan bir saatin ,
pimini çevirmeye uğraşıyordu parmakları...
gözleri uzun uzadıya uzayıp giden yollardaydı...
sepya gözyaşlarından akan kederinde ne kadarda siyah beyazdı...
ve öyle beyazdı ki şehir...
oysa uçsuz bucaksızdı baygın bakışlarının içindeki,
hep uyanık kıpır kıpır gözlerinin bebekleri...
güzel gözleri tatlı huzur bebek beşiği...
sallanıyordu dudaklarında tıngır mıngır usulca düşleri...
uyuyordu bebekler gibi utanan gülüşleri...
yanağında gamzesi süt kokusunda ninniydi sanki...
zamanı olmayan bir saatin ,
pimini çevirmeye uğraşıyordu parmakları...
üç adam boyu ağaçların yapraklarından izliyordu hep,
yüzünü okşayan sevgi dolu sevgilisi, rüzgarı...
göremeyeceği kadar yüksek dallarda hayal ediyordu
inanmadığı herşeyi...
göremediklerine inanmayı inanmıştı ufak yüreğinde çünkü...
küçücük boylu çirkin bir ardıçtı gölgesine uzandığı oysa ki...
sonra başına bir elma uzanıp düştü canı yanmasın diye,
kızıp hışmıyla bir küfür salladı ki ,
o kadar tatlı bir nefeste rüzgarlanmamıştı hiç
sanki bizim ardıç...
kalın kabuğunun altında, çirkin teninde üşüdü ilk defa...
yüzlerce kuşun dallarında cıvıldadığı bir hayal gibi,
bilinmeyen bir yerden gelen hayin bir taş gibi,
bütün kuşlar can revan kanat çırpar gibi,
sıcacık tüylerden buz gibi korkuya kanat çırpar gibi,
yüzlerce cıvıltıdan geriye
koca bir terkedişin yalnızlığı kalmış gibi,
üşüdü...
çakıl taşı kadar küçüktü oysa ki tüm korkular...
yüzlerce sevgiyi bir anda korkutup kaçırır gibi,
batıyordu akşamdan güneş,sessizce...
zamanı olmayan bir saatin ,
pimini çevirmeye uğraşıyordu parmakları...
ne güzelde uzanıyordu gölgesinde rüyalara...
bir elma düşürse usulca başına,
kaçar mıydı kuşlar gibi acaba diye korktu biraz...
ama yinede istedi yandaki elma ağacından çam sakızı
çobanın hediyesini..
korkusuz dallarında korkmaya onun için değerdi...
zamanı olmayan bir saatin ,
pimini çevirmeye uğraşıyordu parmakları...
ve kızıp kaldırdı ellerini bir sinirle,
açtı yumuşacık sıcacık avuçlarını havaya...
o an düştü eline ardıç'ın dalındaki görünmeyen yuvasından
küçücük yavru bakışlarıyla bir kuş...
şaştı kaldı bizimkisi...
bu ne ya der baktı gözleri,ama diyemedi dili...
kızardı heyecanla yanakları,ıslandı gözleri ışıl ışıl...
yüreği şaştı...
inanmasada,
kalbi sol avucunda atıyor gibiydi...
avuç içi pır pır
yüreği şaştı...
tanımasada,
adı aşktı...


* teşekkürler küçücük gemi,
teşekkürler alice,
teşekkürler zalim hayat,
teşekkürler baharı dudağından öpen yaşam,
teşekkürler bir kelebeğin kanatlarından tenime taşıdığı gece...
teşekkürler şiir ile masal yazılır mı hiç diyen gözler...
teşekkürler hepinize...