16 Haziran 2010 Çarşamba

görünmeyen bir heyecan vardı tenimin altında...


ikibinbir değildi henüz...ikibin eylül sonu yada ekim başıydı emin değilim...saat sabah beş yada altı gibi gelsede uykusuzluğumdan bana aslında yediyirmibeş yada otuzdu en fazla...hergün aynı yürüdüğüm, hergün aynı olmadığını düşündüğüm yollarda yürürken karşımıza çıkmıştı şans eseri,kesinlikle şans esiri olmuştum oysaki o an ile birlikte şans eseri karşılaşmalara içimde hemde tarif edilemez biçimde,şapkası vardı ve hala uykuluydu gözleri...birazda şişti uyanamayan bakışları hala...konuşmalarını dinlemekten sıkılıyormuşcasına bir ifade alaraktan birkaç adım ilerilerinde durmuştum gitmek istediğimi göstermek istercesine...oysa hiç bu kadar kalmak istememiştim sanki tamda yol ortasında sayılabilecek bir noktada...onları dinliyordum sıkılan yüzüme ters bir heyecanı nefes alan yüreğimde...manasını tanımadığım,anlamında düşüp kaybolduğum,sezemediğim görünmeyen bir heyecan vardı tenimin altında,kalbimdeki o anda aslında...saklanıyordu sinsice tenimde ruhumda birşeyler...farkedememiştim...belkide çoktan farketmiş ama kabullenmek istememiş ve hemen bilinç halımın altına süpürüp atmıştım tüm hissettiklerimi, bilemiyorum...kısık gözlü bir seyri ve yalandan bir sıkılmışlığı takınmıştı yüzüm çehremin ekranına ikisi konuşurlarken kenarda...farkedilmemeyi umuyordum herzamanki çocukca tavrımla...ama farketti bir anda ve uzatıp öne hafifçe başını '' günaydın sanada... ''demişti sabaha ait olmayan sıcacık bir tonda...gözleri o kadar güzel gülümsüyordu ki neredeyse hiç duymamıştım bir ses olarak sözlerini kulağımda...gözlerimle gördüğüm güzelliğin pırıltısında kör olmuştu çoktan kulaklarım sanki...arnavut kaldırımlı yavaşça kıvrılan o herzamanki yolda , tamda bir köşe olmayı başaramayan o yolun kenarında,küçük bir kuyumcunun sabahındaydık manasızca uzayan dakikalarda sanki...hemen bitsin diye uğraşmalarıma inat ,neler yapsam neler söylesem keşke ve daha ne kadar daha uzatabilirim bu manasız saniyeleri şu tanımadığım ,gözlerimden saklanmaya uğraşan bu sabah mahmurluğunu makyajı sayıp evden hızlıca çıkan ve koşan bu yüzde; bilemiyorum diye düşünüyordum o anda...o kadar güzeldi ki yüzü oraya istemeden demir atmışcasına saplanmıştım sanki...oturmuştum karaya, kahveye o asil kokulu rengini veren gözlerinde inanki...evet, sadece çaresizce saplanıp kalmak deyişi yaklaşmaya cesaret edebiliyordu sadece hislerimin çakıldığı yeri tasvir etmeye bu anda...anlamıştım aslında...kendime bile kabul ettirememiştim yalnızca bu durumu o kadar...çocuk olsamda gururdan bir heykeldim erkekliğimde hala...ne kadarda aptalmışım oysaki,şimdi daha iyi anlıyorum...''ismin ne '' diye sordu sonra bana...söyledim adımı,hiçbir anlamı yokmuşcasına sönükleştirme çabamla,cansız ve can çekişen bir ton azalmasıyla her harfinde azalarak uzattım tüm harfleriyle adımı dudaklarımdan isteksiz bir tavırla...senin adın ne'ye ihtiyaç kalmadan damladı ismi ağzından...neslinin nereden geldiğinin masalıydı sanki ismi...gül'ün rengini sormaya cesaret edemedim neslinin saklandığı...merak ettim ama soramadım...dalgacı bir tavrı olduğuna inandığım dakikalardı ses tonuna bakıp...gitmeliyim dedik ve döndük arkamızı ve birbirimizden uzaklaşan adımlarımıza başladık hızlanan hızlıca...ondan uzaklaşan her adımımda dahada özlemiştim her adımımda onu oysaki...iç sesimi bastırmak ve duymama adına sevmediğim bir şarkıyı bağladım ağzıma ve geçtiğim yerlerdeki yazılara taktım gözlerimi...halbuki sonbaharında mevsimi şaşırıp bahar çiçeklerini açmıştı yüzümde tüm ağaçlarım...mevsimim çoktan şaşmıştı...hiç dinlemediğim ağızlardan ,bütün gün aynı sıkıldığım dersleri söylemişti söylemek istemediğim şarkılar yine ve ben bütün gün aklım onda takılı akılsız bakıp dalmıştım tahtanın parlayan yüzüne...beni kimse yakalayamaz sandığım haykırıp yüzdüğüm özgür okyanusumda, çoktan bu farklı düğümlenmiş ağa takılmıştım bu güzel günün sabahında...
solungaçlarımdan şiir süzülüyordu sanki,ciğerlerimden kalbime düşen her tuzlu su damlasında...daha çok boğuluyordum her mısramda...ilk defa...oysa ben balıktım diye bağırıp duruyordu beynim aklıma,bu benim dünyamdı,boğulamazdım asla...

* diye başlayan bir turda kalbimde saklı dünyamda bir geziye çıkarmak istedim seni,rehberi ben yollarımda...tek tek her anımı yaşadığım yerde dinlemeni istedim nedense...beni böyle tanımanı...ve beni dinlemeni sabırla...bu bir başlangıç ve inan bana durmayacaktı belkide bir gün boyunca yazmaya devam etseydim eğer...yaz yaz bitmez zamanlardı sanki...kısacık ama sanki sonsuzluğun içine girip saklandığı küçücük bir kutu gibi,matruşka bebekleri misali,aç aç bitmez gibi açtıkça içinde dahada kaybolduğum günlerdi...ilkiyle başladık işte yola...haydi vira vira...en can alıcı yerinde kestin yazmayı ,kestin anlatmayı deme sakın bana...unutma hem, her can alınabilir kolayca asıl şaşkınlığa neden olan mucize, yaşamasına izin vermektir birşeyi öldüreceğin anda,bunu sakın aklından bırakma...tut hep ellerinden ellerinle olur mu...
her can alınabilir kolayca,
cantuğa...

sonun başlangıcından mektuplar sana romanının birinci safhası,ilk sayfası...mektup 1 tayfası...

Hiç yorum yok: