29 Aralık 2010 Çarşamba

''beton binalarda kararan zavallı ruhlar...''


bina tenine rağmen soğuk...insanlar yılan misali sinsiler...dürüstlükten çok çok uzaklaşmışlar,yalanları yaşamak saymışlar...herkes kompleksleriyle zırhlanmış...herkes diken üzerinde oturur gibi rahatsız aslında ama yalan bir sakinlik görüntüsünü örtmüşler üzerlerine...yüzlerinde,bir koğuşun esir duvarlarına asılan nemli bir deniz manzarası posteri sanki o yalan gülüşleri....ruh yıpratan bir dönme dolap misali bu İŞ denilen hoyrat kavram önümüzde...dönüp duruyoruz aynı manzaranın üşüten döngüsünde...durduğumuz yeri asla biz seçemiyoruz...ve yanıbaşımızdaki insanlar...o insanlar...bir mayın tarlasında istemeye istemeye oturan piknik yapan,ve aslında birbirlerini hiç sevmeyen hatta ölümüne nefret besleyen fakat korkudan adım atamayan uzaklaşamayan çaresiz aileler gibiler...zorla aile olmaya zorlanmışlar topluluğu bu...

ne zaman binadan çıkıp eve doğru adımlamaya başlasam yolu yokuş yukarı,köşedeki kendi tezgahında üşüyen kestaneci adamı kıskanırım...kendi soğuğunu üşüyebildiği için belkide kimbilir...bir cansız selam ateşlerken göz göze geldiğimiz anlarda,şansınızın farkına varın adam derim birde gözlerimin taa içinden bir yerden o kestanecinin yüzüne...üstelik hiç kestane almamışımdır ben sokaktan şimdiye dek...ne kadarda ilginçtir...

insanları durduğum yerde izledikçe,onlardan nefret etmemek için gözümü kapatıp düşlere kaçıyorum...yinede kulaklarım o zavallı durumlarını zihnime taşımaya devam ediyor...ve ben bu benzer manzaraların karşısında her gün,insanlığın adına üzülüyor üzülüyor üzülüyorum...onlar için içimde tutuşan çabalama isteğim malesef bu aciz durumlara düşüşlerini görmeye başladığım saniyelerin henüz başında çabucak tükenip gidiyor...

bu zamanlardan koşarak uzaklaşmak istiyorum çoğu zaman...durmak ruhuma zor geliyor...yüreğimi bir kesik ile uyandırıyorum o vakit,ve kendimi afaroz bırakıyorum insanlara, yalnız yürümelere sarılan adımlarımda;kaçışlarımın ayak izlerinde sicim sicim birikiyorum...yerde kalamayan asfalt adımlarımın hangisi bir diğeri için feda edip kalkıp yerinden göç etse kendini ileriki adıma doğru,ben dökülen adımlarımdan usulca bakışımda biriken sis'e tükeniyorum...

''beton binalarda kararan zavallı ruhlar...'' kitabından...

yazarın defalarca başladığı ama hiç bitirmediği kitaplardan biri daha eksik sayfalarıyla tozlanıyordu düşüp dayandıkları o rafta bir kez daha işte...kim eline alıp üflese bu eksik kitaplardan birini,bir sayfa daha tozlar ile birlikte uçuşup eksiliyordu sanki...tozdan miras bir öksürük topluyordu düşen satırlarını sayfaların...

*kitabın son sayfasıydı adeta yanağın,ala vurulan bir gölgeyi yanıyordu sıcağın...ve gamzende Şansınızın farkına varın yazıyordu...ve ne zaman gülümsese yüzü,tüm görenler utanacaktı gülüşünü yanağının kenarından okuyup...



zaman,aynı takvim yaprağında eskiyip silindikçe akacaktı...

saat ki ; kaçı kaç geçtiği bilinmez bir mektup gibi düşüyor zarfından yere...

28 Aralık 2010 Salı

taş ve yorak...


hayır arkasını dönen fotoğrafın omzunda yazanı görmeyeceğim bu sefer,
gördüğümü söylemeyeceğim bu kez,
gördüğümü susacağım sana...
akmak isteyen her damlayı kilitleyeceğim gözlerimin ardına...

düşündüklerin durmaz dökülür çağlaya çağlaya dudaklarının uçurumundan senin,
asıl,hissettiğini susarsın sen,
kuruyan dudaklarındaki o soğuğu susuşuna kilitleyip...

ve zaman,dudaklarından tenime akan rengiydi sabahtan kanayıp doğan güneşin...

* taş ve yorak kadar uz/aktılar...

27 Aralık 2010 Pazartesi

oysa geriye saydıkça sen...


oysa geriye saydıkça sen,
ben gerime uzanıyordum dahada düşüyordum özlediğim dünlere dudaklarınızdan çağlayıp düşen sayılarınızla.
zan etmek saygısızlığına cesaret edecek kadar küstah olamayan yürek çarpıntılarıydı oysa yaşadığımın adı;yaşam...
oysa geriye saydıkça sen,
geriye düştükçe saçın gözlerini kapayıp dayandığın taş duvarda,
ben yakalanma pahasını unutuverip susuyordum yanıbaşınızda...
dudaklarınızın fısıltılı sayışlarından düşüyordum yerlere...
yaşamım kadar serindi oysa sayışlarının dayandığı kollarında büyüttüğün
kazan/mak isteğin...
oyunun adı aramaktı oysa...
bulmak ,kaybetmek olmalıydı...
oysa geriye saydıkça sen,
köşebaşında ebe kaderine bir varis büyütüyordum içimde ben...
sen ise ;yüzümü ,saydığın duvarda tokatlamadan kazanamazdın bu oyunu değil mi.
bu değildi işte...
oyunsuz çocukluğumdan yetim sobelemelere uzaktan bakan...
yalnız kalan yalnızların parkıydı belki güldüğüm üç beş an...
pırangana vurulmuş boynu bükük ölümler,
özgürce düşemeyen mutsuz gülüşlerine giyotin,savaşan evsiz şiirler...
oysa geriye saydıkça sen,
son nefes kadar rüyaya düşüyordum gerçekte ben...

25 Aralık 2010 Cumartesi

sur/etsiz haykırışlara susan çığlıklar...


ihanET ki,ete bürünen ruhların teslim olduğu güçsüzlüğün adı...
tanımsız olan aslı...
anlatılamaz bir zaman gibi dilinde kıymık bir andı sızı...
kıymıktı tadı adına saplanan...
ihanET ki,etteki suretlerin titreyen o yalan cesareti haykırışı...
ve yüzüme doğrultulan silahın hedefine boyun eğişiydi çekilen pimde zaman...

ellerinin arasından yuvarlanıp düşen el bombası saniyeler kayıp gitti işte...
sen suçladın...
ben inkarımdan kaçıp sustum herşeyi...

ihanET ki ,büründükleri zayıflığın kemiğe sarılan laneti...
ihanetET ki ,eti ete düşürsün tüm bu asılsız yavan oyunlar...

zavallı ahmaklar...
nefretin yüzyıla gömülen kin tohumları...
asla unutulmayan...
unutulmayacak olan...
zavallı ahmaklar...
etinizi soyunduğunuz gün utancınızı örteceğiniz o kutsal günü doğacak güneşiniz.
ve ardınızda kalacak süt dökmüş rezilliğiniz...
inKAR edeceksiniz herşeyi biliyorum...
bu yüzden güzel dudaklarınızı kilitliyken,ardına dek üzerime kapanmışken,
ve sokağın soğuğunu diliniz ucundan sakınırken izlemeyi seviyorum...

1.sözüm ki özümdür...tek sözümü dahi bardağınıza demleyip dökmemiş iken,beni benden duymamışken nasıl yalan ile suçlarsınız,,,
2.ihanet nedir...ihanet tanımınız ancak tanıdığınız kadardır...tek harfi dahi ihanetin kokusuna sinse tüm kağıtlarımı,bu şiirleri ve yazan her anı yakar atarım...
3.hayal ettiğiniz yalanlar,benden hiçbirzaman dinlemediğiniz saklı odamın saf gerçekleridir oysa...
boyunlarını vurmak onları zaten hiç ama hiç anlamamak manasına düşer ki,yazıktır...

hakkınız olmayan acıları tenime çakmaya çalışmanız...
gerçekleri bilmiyorsanız eğer,bildiğinizi sandıklarınızla tende ateş yakmayınız lütfen...

bir şair düşer dilimden çünkü o an,ansız bir taş ağacından kuşu sebepsiz çalmış gibi...bir şair düşer dilimden...

üstelik diviti dilime henüz değmemiş iken...
beni duymadan kulağınızda,bardağınıza dökmeyiniz ağzınızdan taşan lokmalarınızdan...

sur/etsiz haykırışlara susan çığlıklar...
nereye göç ediyorsanız kanatlarınızda,çağırın beni...
ben ki tüm insanlığı bırakıp gitmek istiyorum ardımda...
kimsesiz...
yanlış kurulan yanlışların oyuncak mısralarıydı şiir dudaklarınızda sanki...
oyun hamuru gibi eşsiz şekillendirdiğiniz işlediğiniz satırlar...
oyunu sevmeyen ,sahneye çıkardığınız üçüncü tekil şahıslar...
ve izleyip kırbaçlayan tüm zavallı yorumlar...

şiiri duymak için,kalbini dahi durdurmalı halbuki insan...tüm sesleri soyunmalı teninden,ürkütmemek için mısralardaki kaygıyı,tüm alkışlar hayranlıktan saygıyla susmalı...

bu kalabalıklarda ölür gider aslında güzel olan tüm yalnızlıklar...
kabul etmesenizde aslında katilisiniz,sizi arzulayan yalnızlığınızın...
sadece inkarınıza mısra kazıyorsunuz bilinçaltınızda...
farkında bile değilsiniz üstelik bunun,rüyalarınız dışında...

* yal/ANcının mumu kandil yağına susamış bu gece ve alevlerin dudakları kurumuş gölgedeki düşlere...
bilmemki niye ...

21 Aralık 2010 Salı

aralık karı düştü gibi kapıdaki aralıktan...


bir an çekip gitmişim gibi...
bırakıp ardımda herşeyi...
eskiyi yad eden bir bakış gibi...
gözden damlayıp düşen bir figan,
ağzımda dolup taşan ama yinede susan,
kocaman bir yaşın arkasından yanağında kalan
bir tuzun kuruyan sızısı gibi...
üşüyen elimin içine üfleyip son sıcak nefesimi,

seni düşündüm bugün...

istirham ederim...


kibrit kutusunda biriktirdiğin ninniler...
uydurduğun,aslında olmayan...
cebinde katladığın kışlık battaniye masallar...
bayat pişmanlıkları üzerine kırdığın bir tas çorban.
sonunu bildiğim,ama sustuğum zamanlar...
üşünesi fakat içimi ısıtan anlar...
ve uçup gitse tüm göçmen aman'lar...
alevsiz yansa kaldırımlar...

parmaklarım utanıp çorabımdaki küçücük deliği saklamaya çabalasa...
büzülse dudaklarım...
aynı yerinde beklese beni yağmurlu bir günün sabahında keşke,
ah keşke
yine aynı yerde beklese beni eski otobüs duraklarım...



* dudağında dudağımın kokusu ile sus bana sevdiğim...
ve hep beklesek sus pus halinle senin,o otobüs durağında elele
o durağa hiç ama hiç gelmeyecek bir treni seninle...
keşke...
ah keşke...

20 Aralık 2010 Pazartesi

haydi durma çocuk,kaç kaçabildiğin kadar...


haydi durma çocuk,kaç kaçabildiğin kadar...
çırp çırpabildiğin kadar uzaklara kanatlarını...
göç ettiğin soğuk avuçlarda boş bırak çamurlardan yuvanı...
düş kuruyorum...
düşüyorum...
üşüyorum...
haydi çocuk durma,kaç kaçabildiğin kadar...
sar kollarını yüzüme,çek suyun kuşlarını gülüşümden yüzünün ağına.
suyun tadı tuz olup kaysın dudağım kenarından sızlayan yaralarıma.
denizden bir avuç mavi su çekip avuçiçi bardağına,
çalkala bir ağız dolusu sessizliğini.
haydi durma çocuk,kaç kaçabildiğin kadar...
uç uçabildiğin kadar hızlıca...
ak akabildiğin kadar debi divane...
hazırlayıp yuttuğun her konuşmayı tekrar ısıttığın yüreğinde,
bayat ekmeğinin soba üstü kokusunda sür çıtır çıtır gülüşüne düşü.
ve erit usul usul yaylanın kaymağını damla damla teninin üzerinde.
kokusunu nereden aldı diye düşünsün kimin burnuna değse bıçağının ucu.
ağacının rüzgarla söylediği uğultu.
köy bebeklerinin ninnisi,
akşam rüzgarının kavak yapraklarını sallayan ılık türküsü.
parmaklarının içe bakan penceresinden esiyor tenime yüzen balığın kokusu.
haydi durma çocuk,kaç kaçabildiğin kadar...
düşle lego hayallerini tüm egolarından soyunup nefesini.
çırılçıplak yalanlar kadar dürüst olsun o sahte gülüşün,
hatta bir itiraf gibi hemen ardından,
bir kısa yağmur gibi yüzüne kızıl şafağın sabah çiğ'i süzülsün.

durma çocuk haydi,kaç kaçabildiğin kadar...
uzak...
uzak... ...
uzaaaaaaaaaak...
nede olsa dünya hala yuvarlak...

17 Aralık 2010 Cuma

gel zaman git zaman...


haritandan düşen öylece kayan,
tik tak tik tak adımlanan
yelkovandan koşan
akrepten kaçan...

her saatte bir dakikalık köşeye saklanan,
öpüştükleri o kocaman an...

el zaman it zaman...

us zaman...

gel zaman git zaman...

sus zaman...


* kaptanın seyir defteri boş bırakıldı bugün...uyusun için yorgun sayfaları günün,hiçbirşey yapılmadı yalanına sarıldı tüm yazılmadılar...hiçkimse sesini çıkarmadılar...
(dilimin yanlış bilgisinden hatalar kurutuyorum toprak damımda...sana...)

yüreğimden dudağına harlanan...


Tenime saplanan dişlerine miras,yüreğimden dudağına harlanan,
ellerine paylaştığım şu sıcak...

konuşsam ne kelimeler yanacak dilimde...

sen örtsende parmaklarının ucunda dudaklarımın kapısını,
gözlerimden kaynayan gözyaşlarım,buz olup tüm yal/anlar gibi
yerin çekimine teslim olup üşüyerek ellerine akacak...
ve seni o'nlarca kurşun öldürmeyi başaramayacak,
bir kelimelik zehri dudaklarımın ardına saklanan sıcacık yılan
nefes nefes tenine aşılayacak...
adı derman zehrime saklanan o zavallı yal/an...
aynı zehir...aynı an...
iki bakış,iki can...
biri ölüm...biri derman...

avuçlarıma yıldırımlar düşüyor...

* kulağımda hipokrat'ın yal/anları ...

16 Aralık 2010 Perşembe

sadece bir güncük...

iyi geceler sevgili gün'lük...
ne olurdu bir gün de sen bana sorsan halimi,
sadece bir güncük...
hava ne kadarda güzel üşütüyor her sızıyı yüzümüzde değil mi...

yapacağım her yanlış...


yapacağım her yanlış,gözlerinizden yanağınıza dökülüp süzülen bir damla doğruyu silmek için doğrulacaktır göğsümden.yüreğimi silmemi istemeyin lütfen kağıtların yüzlerinden...

kollarının içine çizeceğim şiirlerimi...
sen rotasız yollar yürüyeceğim yalnız yalnızlığıma ait...
düşlerimi postalayacağım sana şehrin yağmurlarından kokularını çalıp...
sen rotasız mısralar öreceğim bu şehrin kaldırımlarına...
kar tanesi pullar yapışacak dudaklarımdan yanağının sıcak posta kutusuna.
mektup mektup yüzünü koklayacağım bu kente...

yaşadığım tüm yazmalar...


yazma demiştiniz oysaki,
kalemi zincire vuramadım...
ne yapsam kar etmezdi inanın...
kırardı kendini bir idam mahkumu gibi...
kader bunu istemiş bu geceden demekki.

yaşadığım tüm yazmalar,
saçlarınız kokusu ile içime taşınmalıydılar...
yüzümde rüzgarının çukuru...

.noktanın ardından başlayacağım cümleye,tüm kanunlarını çiğneyip dilin.
bir sonun hemen ardından yani...
herşeyin bittiği yerden bir başlangıcı üfleyeceğim kulağına,
bir fısıltının sandalına sarılmış sesimin bayrağında...

kardan kadın susmalar saklanıyor ruhundan rüzgarına mevsimin...


yüreğim kuzey kulesi...
serin mi serin bir düş yazı koynumda.
kardan kadın susmalar saklanıyor ruhundan rüzgarına mevsimin...
ve rüzgarın kelepçesi vurulmuş ayak bileklerime...
her adımım üşüyor teninin yollarında...
adımlarım buz gibi...
kar teninde nereye saklandığım apaçık ortada,
yolumun haritası karında tüm ayak izlerim...
yüreğim kuzey kulesi...
serin mi serin bir üşüyüş havalanıyor önümüzdeki ağaçtan...
güneşten bir sapan taşı öldürüyor tenindeki titreyişi...
ölüsünü teninden kefenleyip dudaklarıma gömüyorum,
bir fısıltı tabutu zarfa mühürleyip.

oysa açık uçlu cümlelerinizin çay bahçesiydi...


oysa açık uçlu cümlelerinizin çay bahçesiydi,kaleminizin tehdit bakışıyla masaya uzanan mısralara zanlı solgun kağıdım...
buruşturdunuz saklamaya uğraştığım gülüşü avuçlarınızdan düşüp günü,hışırdayıp açılsam birazcık ve sorsam neden diye alırdınız belki yerden bakışlarımı...
ama sormadım çöp kenarı suskunluğa layık gördüğünüz bahtımı...
oysa...
o'ysa... ...
neyse boşver...
oysa susmuştum ağlamalarına tükenen bir bebek gibi ben zamana...


üfle üfle başımın üstünde yeri var şişirdiğim rüyalardı her şiir...
patladıkları saniyelere dek cennetim'diler.
kaç baloncuk düşledim seni rengarenk...
burnumda deterjan kokusu gülüşler...
gözlerimde kaşınan bir pişmanlık şarkısının sözleri var...

bende öyle sustum tüm dileklerimi işte...


pervasızca kullandığınız düşlerine koza zekanız,
yeni doğmuş bir yusufcuğun kanatları gibi parlıyordu
güneşin sırtından aşıp,
güneşlere sırtını dönmüş kızgınlığıma yansıyan gözlerimde...

üç dilek hakkınız var dediklerinde;
zihninizden uçuşan ilki gibi düşünmeden bir anda,
ikinci gibi dura dura nefes nefese düşünen ,
ve sonuncusu gibi dudaklarda asla veda edilemeyen
kırgın bir bakışta...
bir dilek düşer ya aklına hani bir anda,

bende öyle sustum tüm dileklerimi işte...

11 Aralık 2010 Cumartesi

kaç aralık dudaklarından düşenler...


haydi durma öyle yapayalnız duvarda,
yırt takvimden gözlerini usulca...
ve bak,
kaç aralık dudaklarından düşenler söyle bana...

şiirini yüzümden yüzen kadın,üşüyen ceketim ben değilim inan.
benimki sıcağımı ceketimle paylaşma çabası sadece...
cebimde bir kışı üşüyorum ben,
ve ellerim yumruk yumruk adressiz mektuplar gizliyor tenime.
sözlerim üşüyor...
mısralar pul pul dökülüyor siyah beyaz gazete sayfalarından katladığım zarflara.
ve sadece duaları taşıyor post/acı bu taraftan araf'a...
bir tas su dileği ile
mektup mektup susuyorum işte bu yüzden sana...
dudaklarımda kuruyan bir şiirin çatlayan mısraları ve
dilimde ıslanmamış pulların düşsüz çaresizliği var...

taş duvarda bir kuytu pencere...


taş duvarda bir kuytu pencere...
pencerede bir damla mum nazlanıyordu gözlerinde...
ve ışıl ışıl kararıyordu duvar yıldızlanan teninde...
düşüne beşik türküler sallıyordu rüyasını belkide,
o kadar kısıktı sesi,ısıtmıyordu bir damla mum yüzünü...
kışlalar kar yanıyordu ovulan karnında...
taş duvarda bir kuytu pencere...
pencerede bir damla mum nazlanıyordu gözlerinde...
yün patiğine mektubunu saklayan yürekti zaman kuruyan ellerinde.
dilimden dudağına düşen suydu şiir,avucumdan bardağımda kardan erittiğim.
düşüme düş çaput bağladı mısram...
ben dalımdan düşmedim hiçbir zaman...
rüzgarın çatlayan yumrukları düştü toprağıma...
ve karın soğuyan yalnızlığı sardı yağmurda başımı...
ıslansamda,ıslak b/akmadım hiç kırık kenarlı aynanın üstüne...


taş duvarda bir kuytu pencere...
pencerede bir damla mum nazlanıyordu gözlerinde...
ve ışıl ışıl kararıyordu duvar yıldızlanan teninde..
son nefesine düşüyordu dudağımda saçağımdan son nefesim...
bir damla dua ile ıslandı sonra cesetim...
toprakta çatladı tohum doğururcasına bir kaderi,çığlık çığlığa.



bir çaresi vardır elbet tüm çıkmazların diye bir şarkı sözü takıldı kulağıma şimdi...
çektim aldım denizden onu,kendimi attım denizine bu akşamın...

dudağımdan dudağına miras bir damla zehir...


dudağımdan dudağına miras bir damla zehir...
sessizliğe büründü yüzüm...
ve yüzüme gökten ekilen kardan soğuk bu şehir...
sönen bir yangın ertesi yanık kükürt kokusu sesin...
parmak ucumda ıslanan bir yanık sızı...
tuz dökülen yalanlar çaydanlığından,
beyaz gömleğime düşen leke idi gökyüzüne saplanan gözlerin.


dudağımdan dudağına miras bir damla zehir...
ölüme esir yaşam çabası dakikalar düşüyor saatinden...
bileğinde soğuk kelepçe izi anılar...
dudağına gömülen ölümümde nefesinden nefesime akan o sıcak nehir...

soğuyan adımlarımın memleketiydi oysa askıda gördüğüm ıslak ceketin...
ve ben seni kaçıyordum herkesi terkedip...

29 Kasım 2010 Pazartesi

yas vakti...


yas vakti usta...
toplandı işte tepemizde kar bulutlar,
başımda yaş vakti geldi işte...

siyah nevresimi serdim yerdeki hasır'ıma,
rüyalarıma düştü taş vakti usta...

üzdüler bizi ustam,üzdüler...
gözümüzden yaşımızı yüzdüler...
bir kere bile sormadılar oysa ki,
bizi hançer hançer esip yüzümüzden kestiler...

yas vakti usta yas vakti,
üzdüler bizi ustam,üzdüler...
sanki yaprak düşlerime düşen güzdüler...

noktalarımı sessizce dinleyin...


madem ki korkağıyım bu kağıdın,bu kentin...
onu satır satır doğramayı bırakın,lokma lokma taşlamayı düşün,
cesur yangınınızla virgül'ümü elinden tutun,
ve noktalarımı sessizce dinleyin,kör sabahı gibi ay'ın...

bilmem bu hal ne olacak...


arzuhal eylesem deftere sığmaz,
omuzdan kesilmiş kolumuz bizim...

kefensiz kalacak ölümüz bizim...


Serdari halimiz böyle nolacak
Kısa çöp uzundan hakkın alacak
Mamurlar yıkılıp hey dost viran olacak
Akıbet alınır öcümüz bizim

aşık serdari...

külümü,külünüzle karıştırmayın...


doğrularım doğrunuz değil,yanlışlarım yanlışınız...
gördüklerim gördüğünüz değil,anladığınızı sandıklarınız anlattıklarım...
sesimi işitmiyorsanız dokunun omzuma çekinmeyin lütfen,
avazım çıktığı kadar yüzünüze yalvarayım...
anlatayım anlamak istediklerinizi...
duyurayım tüm duymak istediklerinizi...
ama lütfen,
külümü,külünüzle karıştırmayın...
külümü dumanıMdan dinleyin,kendi dumanıNızdan değil...

* istemeniz yeterliydi oysaki,sizinle yanmaya hazır yağmurlarımı tutuyordu avuçlarında bulutlar...

taş'a tutulan ellerimin kenti...


taş'a tutulan ellerimin kenti...
filistin'in yalnızlığı ceplerim...
cesareti delilik sayılan aslan yürekli çocukları...

çelişki mi...
yapma ne olursu'n...bari sen anlamayan olma...
yılların yazısı var oysa sağ kenarda...
ilki sonundakiyle aynı yolda...
çelişki mi...
yapma ne olursu'n...bari sen alnımda sıcak al boyası olma yüzümün...
vurma...

ne zevk alıyorsun ki bundan bilemedim...
yerden yere çarpılan sayılar,
yüzüme vurulan düz yazı makyajlı mısralar...
çelişki mi...
yapma ne olursu'n...bari sen köşedeki yalnızlığımda beni taşa tutma..

bu kaçıncı unuttum...
bu harp aşkı,bu savaş davulu noktaların uygun adım tanıklığı...
yaranı kanatan sen,tuz'un kahpeliği neden ben ;
anlayamadım...

bu kaçıncı unuttum...
şehrimi topa tutuşun gök yüzünden,barutundan merhameti söküşün...
duvarlarımı yağmalayan yüreğin neyi istiyor bilemedim,
oysa ki herşeyi bilen ben,cehaletin zırhı içinde kılıcımı yine çekemedim.
bilemedim neden...

unut tüm kitapları...
kitabı yok nefeslerimizin...
ve sayfası çevrilemez asla şiirlerin...
ayıracı gülüşün belki,nefrete sarılan çığlığın yada bulamadım...
cephanesi,pencerelere vuran sokak lambasının şavkı gözlerinin...
duvarlarımı dövme ey kumandan,
anlamaya çalış beni sadece...

yeter artık dur...
bitir savaşını benimle...
kendi cephenden bakma lütfen bu harb'e...
dinlemiyorsun beni hiç,ama hiç...etme...
kırmızı şapkalı ne ? lütfen küçülme...
masalı bin açıdan ikiye bölme...

saldırma bırak şu kendini yormaları göğüs kafesinden,
kalbini esir etme göğsün kafesine...

tek sen misin sanıyorsun YETER diye bağırmak haykırmak isteyen söyle.
bağırırken kağıdın yüzü gibi yırtılmak istiyorum hemde...
bu kaçıncı duvarlarımı topa tutuşun bilemedim...
halbuki herşeyi bilen ben,ne oldu ki acaba bana...

yapma,top yekün yağmalama kendini vururken gülle gülle yüreğimin şehrini...
yapma,yakma taş kaldırımların ıslanan kepazeliğini...

kibirle suçlanmak...ne kadarda acı...
varsa derhal soyunayım bu günahımı...
saldırma artık dur ne olur...
ne istiyorsan söyle ve al...
vurma duvarlarımı gözlerinden doldurduğun ŞAHİ'n ile...
kurşundan kalemini tutan avuçların,edirne...

yeter,ALLAH AŞK'INA yeter...
t/aşlarına kadar yakma isteğin hangi cehaletime gider...
dövme duvarlarımı,sonuçsuz yumruklarıyla ateş bakışlarının,nefret eden sözlerinin.
dövme...
istediğini söyle yeter...

27 Kasım 2010 Cumartesi

.. .



bilmezler.. .

bu sazın telleri koparıldı sevgili...


Eş beni sevdiğim...
ses etmem...
demem bişi...
toprağımın altı güneş görsün
nefes alsın saklı tohumlarım...
filiz bulsun içimin karanlıkları...

eş beni sevdiğim...
al yaban otlarımı tenimden,
yol yüreğimden canlarımı bir bir...
ver yolunu içime suyumun tekrar,sula yüreğimi sonra...
su sırası sende mi ama,sor geceye bir kere...

eş beni sevdiğim...
belle kağıdımı mısra mısra...
vur kazmayı beline satırlarının...
kır orağını buğdaylarımın dibinde...

deş beni sevdiğim...
ara arayabildiğin kadar derinde...
sevdası çalınmış bir yüreğin türküsündesin sen...
telleri koparılmış sazın göğsünde dolaşıyor elin...
koparılmış,çalınmış...

toprağa gömülü yarım kalmış bir türkünün mısralarındasın sen...
neden diye debelenmen boşa...
neden diye sorman...
telleri koparılmış bir bağlamanın göğsünde dolaşıyor senin elin.
anlamıyorsun üstelik birde,neden bir sevda türküsü çalamıyor diye.
tellerini kopardı bir zalım el...
ve yarım kalan bir türkünün sözlerinde kayboldu bu yürek...
bu sazın telleri koparıldı sevgili...
neden çalmıyorsun ey bağlama diye sorman anlamsız yani...
bir zalımın elinden kopuktur telimiz...
çalmaz ondan gayrı bir sevda türküsü bu sebepten,kırıktır elimiz.

yasımızın rengi siyahtır o günden...
koparılan teller bir zalımın ellerinde...
bu sazın telleri koparıldı sevgili...
bu yüzden bir daha sorma neden diye...
sorma nedene yazılacak sözümüz yok bizim...
duvarda asılı duran şu bağlama neden çalmaz bize bir sevda türküsü deme.
bir zalımın elinden kopuktur telimiz...
ve dönülmez bir sevda yasıdır yolumuz...
bu yüzden bir daha sorma neden diye...
sorma nedene yazılacak sözümüz yok bizim..


* yarama parmak bastılar sevgili...
tuzunu derine yaktılar bugün...
yaram kabuğunu deştiler,kaldırdılar tenimde mezar taşını sanki...
cayır cayır yandın yaramda inanki...
yarama parmak bastılar sevgili...
tuzunu derine yaktılar bugün..
git etme demedim bilmeden edene yinede...
varsın olsun...
ses etmedim alev alev yanan tenime...
sol yanım yangın yeri...
gittiğin günden beri...
yarama parmak bastılar sevgili...
tuzunu derine yaktılar bugün..

25 Kasım 2010 Perşembe

istida...

Yarab! İnsan oğullarından çektiğim yeter
Gök yüzünden benim hisseme düşeni ver
Altına dilediğim gibi ömrümü sereyim
Mendil kadar olsun tarlamı ayır
Beni doyuracak ağacı göster
Rabbim! İnsan oğullarından çektiğim yeter
Yalnız senin ellerin gezinsin ömrümde
Beni yalnız sen mahkum eyle sen azat
Ve yalnız sen canımı iste benden ki
Nereye saklayacağımı şaşırmadan vereyim.


İstida / Bedri Rahmi Eyuboğlu

* amin.. .

kışım suskunluğumda yanıyor...


sözlerim bokh kokuyor ustam...
dizlerim tutmuyor...
uslanmıyor sessizliğim...
sensizliğim içimden düşmüyor...
sözlerim bokh kokuyor ustam...
üç beş yonca boy veriyor dilimden uyanıp...
birkaç mısra uçuşuyor kağıdın üzerinde vızıldayıp...
sözlerim bokh kokuyor ustam...
karartma gecelerim gaz lambası gölgesi...
kilimim özlem dokuyor ustam...
ilmek ilmek sökülüyorum sanki.
nakış nakış eksiliyorum...
sözlerim bokh kokuyor ustam...
şiire gübre filizler açıyor yaprak...
siyahı yeşil...
yeşili mor...
düşü rüyalar sürüyor...
havalanıyor toprağım...
yürek nadas...
sözlerim bokh kokuyor ustam...
kışım suskunluğumda yanıyor...


* kitap, 1975

hesapsız sayfalarımın isyanından kanıyorum size...


muhas/ebeyi bilmeden,kaçmışım hesaptan kitaptan...
zaten ebesi kim ki bu alacaklı borçlu oyununun,
gerçekten bilmem hiç...

hilelerine...
hilelerine...
hilelerine...

kalkışmak...
ağır sövdüler yüreğimize ustam,nereye yazacağımızı bilemedik...
sağa yazsak ciğer yandı,sola yazsak yürek dayanmadı...
hangisi borçlu hangisi alacaklı inan zihin anlayamadı...
çıkmış bir yeşil yapraktan filiz düşlerin yalan kavalcısı,
bilmezliğimi vurur yüzüme,yıkar pasımı içime...
alamam yinede düşlerimi elime...

hilelerine...
anlamaz yürek hesaptan,kitaptan,yasaktan...
doğrudur...
yinede kırık penceremde camın canına atılan bu taş,
çocukça bir tavrın üç adımlık yolunun yolcusudur...
ve yüreğimizin defterinde yansıtma hesapları ile
sövgülerin övgülere örüldüğü kapatmalar yoktur bizim...
dilden hançerler ile düşleri kesip biçmeyelim...

dersini iyi çalışmamışsın hafız...
örülmeyen ağdan kelebekler yakalamışsın...

bildiğin o derste o hesaplar asla açılmaz,
çünkü yürekte pişen ürünün maliyeti büyüktür,
her nefes satılamayacak kadar değerli,
ve her mısrası zARarına yazılacak kadar siliktir...
muhasebesi defteriyle başından yanıktır...
hesabı tutulamaz...
hesabı yoktur...
çünkü hiçbir defter zararına açılmaz...
tüzel kişiliğin ölü doğar,
ve kulağına hesapsızca masum bir ezan dökülemez bu küfrü'n...

muhas/ebeyi bilmeden,kaçmışım hesaptan kitaptan...
zaten ebesi kim ki bu alacaklı borçlu oyununun,
gerçekten bilmem hiç...

doğrudur...
hesapsızca yaşarım her nefesi ciğer kesemde,sevda düşümde...
hilesine,hesabına soyunamam muhasebenin...
zaten sebebi sebepsizliğine gebe içimde,
sırf bu sebepten
hiç sevemedim muhasebeyi...

* hesabsız defterimin nazından...
hesapsız sayfalarımın isyanından kanıyorum size...

geçmiş buzdan gölüme,güzden suyuma taş atıyor birisi,
derinliği sınıyor kendince,sudan dinlemek istiyor derinliğini...
anlatsın istiyor,susmasın anlatsın...
taş düşüyor içime...
kanıyor dipsizliğim oysa...
gözlüğün özlüğünden,körlüğün gölgesinden yazıyorum size...

yazarın tatili...

yarın bütün gün beşiktaş sokaklarına vereceğim kendimi,
teslim olacağım otobüs duraklarında belli belirsiz köşelere...
insanlar yağacak yüzüme durmaz zaman gibi sağanak,
inadına açmayacağım şemsiyemi...
ıslanacağım sizinle...



* yazarın tatili...

23 Kasım 2010 Salı

kime dünsem,yarınlar hep öldüler...


kime dünsem,yarınlar hep öldüler...
kimin ardına sürgün bıraktıysam kendimi,
ardı sıra eskittim yollardan adımlarımı...
yolumu yosun,avucumu pas tuttu yalnız kalınamayan tek başınalıklarda...
kime dünsem,yarınlar hep öldüler...
yağmurundan yıkanan yanaklarında gözyaşlarımı güldüler...
ve cesetsiz bir tabut gibi bir eksiklikti büyüttüğüm içimde,
adı yalnızlık değildi tek başınalığımın...
şimdi,mezarsız bir beden gibi ölümleri keşkeliyorum dilimdeki dualarda...
keşke ölsem...
keşke ölümsem,araf'tan yanağına yağmurlarında düşüyorum...

kime dünsem,yarınlar hep öldüler...
bugünler uğurladı mezarı başında geleceği...
yarını sustular...
sevişmeleri soyunup,sevmeleri kustular...
çırılçıplak bir beden giydiler tenlerinin üzerine...
harflerinden düşüp,zifiri sustular...
konuşmadan öpüştüler,öpüşmenin işteş bir tutuşma olduğunu unutup...


kime dünsem,yarınlar hep öldüler...
küllerimi küllerinin içine gömdüler...
bizi hiç göremediler...

kor kütük sarılmalar durağında,gelmeyecek otobüsün şafağında beklerken yazdım seni...

ıslansam nefeslerinde...


yanağına uzanıp sersem kendimi sana.
ıslansam teninden tenime yağdığın çiğ tanelerinde sonra...
gözlerini kapatsam parmak uçlarımdan.
kilitlesem bizi gözlerinin ardına...
kalakalsak karanlığımızda...
gözlerini kapatsam her açmaya çalıştığında...
gözlerini kapatsam...
sevsem göz kapılarından seni...
göz kapılarından kapansam yerlere...
düşüne düşüne,düşüne sürünsem...
düşsem tokm/ağından yüzünün düşüne...
ağlasan sonra yersiz bir nedensiz neden suali ile...
ben hıçkırıklarından sığınsam gökyüzüne...
çatım olsan yutkunuşlarında...
ıslansam nefeslerinde...

zaman aksa biraz gözlerinden...
açsan bana ellerini açabildiğin kadar sonra...
ve sersem kendimi parmaklarına kurumak pahasına...
teslim olsam parmakların aralığına...
süzülsem mutlu bir mendil gibi ıslak ipinde...
mis gibi koksa mendilinden süzülen o an...
kızsa dilinde zaman,kükrese teninde şiir,
ve üflesen dudaklarından esen o en sevdiğim şiirden rüzgarı yüzüme,
ben dalgalana dalgalana kurusam seninle üşüyüp yavaş yavaş...

beklenmedik şeylerin ülkesi...


beklenmedik şeylerin ülkesi...
sonrası...
sonrası yok,
kırgın bakışlı boynunda teninin tadı ba/kır rengi...

kır/langıç ki,
hergün binlerce kez düşer değer gibi ölüme sıfır göğünden...
üflesen yüreğine kar düşer kış üşür yüzünde...
göçülesi teninin sıcağı,düşlerinin güneyi
sıcacık yüzün...

beklenmedik şeylerin ülkesi...
sonrası...
sonrası yok,
kırgın bakışlı boynunda teninin tadı ba/kır rengi...

yuvası özlemez mi sanki leyleği...
tüm kışı yapayalnız üşüyüp beklemez mi...
lak lak mısraların çatısı katladığım kağıtlar...
şiiri bölüp bölüp büyüttüğüm kırıntı umuda kanat çırpan tüm kuşlar.
beni aşan,benden taşan bütün susuşlar...

beklenmedik şeylerin ülkesi...
sonrası...
sonrası yok,
kırgın bakışlı boynunda teninin tadı ba/kır rengi...

kırgın boynunda senden saklı bana özel bir gamze...
üç arşın oraya kazdığım çukur ve bu değersiz cenaze...


gerçekten damlayıp saçağından yere düşen andı,zaman...
vakit susuzluğun kuruyan suları...
ve şu an; akşamın 21.39'dan damlayan sıcacık sızan kesik damarı...

22 Kasım 2010 Pazartesi

ıslandı herşey...


gülümsedim kendimden kocaman...
yüzümden taşan bir gülümsemeyi serdim tenime...
yinede bulutlar karardı gözlerimde...
yinede yağmur yağdı...
ıslandı herşey...
yutkundu boğazım...

duru cümleler çukuru...


suyu'na bu kadar çok taş atılması seni neden mutlu kılıyor anlamıyorum...
oysa suyu'nun kenarındaki yalnızlığın,suyun yüzünden yansıması beni büyüleyen.
atılan onlarca taş,bulandırırken seni,
sen gülümsüyorsun...
neden taşlıyorlarki akışını,yada yatışını yatağında...anlamıyorum...
suyu'na atılan taşların sayısı çoğaldıkça bulanıklaşıyor aslında dibinin soğuğuna sakladığın çakıl taşların...
görmek neredeyse imkansızlaşıyor her yerden farklı taşlar yağarken yazılanın üzerine...
suyu'ma tek taş yeter oysa ki...
bazen fazla bile...
bulanmaktan zevk alman,bana farkımızı alevliyor cayır cayır...
duru bir sessizliği susuyorum sırf bu yüzden sana...
ne sen oradan dönebilirsin,
ne ben buradan taşlanan suyunu okşayabilirim...

aklının taşlanışına dayanamıyorum...
olsun yinede...
sen nasılsan öyle aksın bakalım zaman...

21 Kasım 2010 Pazar

hatve'n kadar seni senden göreyim.. .


mısralarından okuduğum rayyür...
namluna özgü kaderinin izi...
dokunduğum çizgilerin...
tenimi delen mısralarından içimi eşen çekirdeği kaleminin...
kalemine özgü düşlerin...
kaleminde sana özgü parmak izlerin...
ne olur izin ver,
hatve'n kadar seni senden göreyim...

mısralarından okuduğum rayyür...
namluna özgü kaderinin izi...
okşadığım çizgiler...
sesinin kokusuna sürünmüş satırların...
içimden okurken cümlelerini kanıma dolan yolunun kokusu...
tenimin altını yakan dilinin üflediği zaman,tetiğine bastığın an.
dudaklarında patlayan,namlundan miras,
yüreğinden fişeğine akan barutunun kokusu...
ve ardında dağılan duman,tadı kin burnumda...
oysa tek bir dileğim var tenindeki ruletinden,
ne olur izin ver
hatve'n kadar seni senden göreyim...
yüreğini,göğsünle öpüşen kulağımdan dinleyeyim...

namluna düşürdüğün yaş,mermine döktüğün kin'den zehir...
karşında kağıttan hedefler,silüetler silüetler...

soyundu yüreğim tüm silahlarını belinden...
ama tenimde soğuk kabzasıyla bir ölüm bileti uyurdu ezelden hep ...
çocukluğumu tetikler salladı benim...
onları tanımamam imkansızdı...
kaybolmasın çocukluğum diye belkide,
elimi tuttu daima soğuk kabzasıyla bir ölüm bileti...
abin dediler...
elini sakın bırakma dediler...
kaybolursun dediler...
düşersin...söylediler...
ağacı yaşken eğirdiler...

silahların gölgesinde büyüttüler...
ben güneşe dayadım başımı...
ve soyundu yüreğim tüm silahlarını belinden...
ama tenimde soğuk kabzasıyla bir ölüm bileti uyurdu hep...
hala çok abim uyur benimle odada...
konuşmayız hiç ama...
gözleriyle sorarlar merak ettiklerini...
kaç kalibrelik susabilirsin vurulursan eğer...
asıl önemlisi budur içine çakılan çekirdekten daha çok...
tenini geçip yaka yaka yüreğine asıl bu soru değer...

yinede soyundu yüreğim tüm silahlarını belinden...
ama tenimde soğuk kabzasıyla bir ölüm bileti uyurdu hep.. .
ve ben,gelmeyecek bir otobüsü beklerdim hep rüyalarımın garında...

ve merak ediyorum ben...
söyle bana,kaç kalibrelik vurulabilirsin susuyorsan eğer...
kimin cehennemini yanıyoruz ki biz burada...

20 Kasım 2010 Cumartesi

sıkılmadan...



bu akşam yatağıma uzandım ve bu filmi izledim...
akıp gitti bir bardak suyu yudumlarmışcasına...
bardakta su bırakmadan içildi herşey...
güçlü değildi ama fenada sayılmazdı...
izledim ve bitti...
zaman geçip gitti...

18 Kasım 2010 Perşembe

.. .


Lisânı ağızda olan değil, lisânı gönülde olanlara yâr et bizi.
Tebessümü simâsında olan değil, tebessümü gönülde olanlarakat bizi.
Aşkı tende sananı değil, aşkı ruhunda can bilenlere arat bizi.

Mevlana

limanlar yanıyor...


ve işte başladı...
yanıyor limanlar...
dökülüyor yar gözünden düşen tüm ıslak zamanlar...
tükeniyor avucumdan kayıp düşen kumdan yalanlar...

kaçışıyor gemiler,tekneler ve bütün çocuk ruhlu sandallar...
çığlıklar yüzüyor gecede...
yanıyor gözlerinde akşamlar...
birbirine korkuyla sarılan tütün taneleri çaresiz...
dudakları çatlayan susuz duman...
nefessiz kalan yelkovan...

ve işte başladı...
yanıyor limanlar...
denizde su,altında toprak dize düşmüş çaresiz...
gözlerinde bir akşam yanıyor,
yüreğin usul usul nede sıcak kanıyor...

sevda,kağıttan gemi...
rengi mektup mektup satırlar...
denize salamazsın korkudan belki,
tuz yakar mı acep ıslak mektubundan kuruttuğu cümlelerini...

sağ yanım sürgün nefes...


Yine Sol Yanımda Derdim Çok Benim ,
şiiri beğendi okşadı satır başını kadın ,
en sevdiği mısrasını sakladı göğsünün kokusuna gizleyip...
sevdiğinden başkasının nefesine karışmasın o mısrası diye belkide.
okşadığı mısrayı bir tek o koklasın için,
eğdi bakışlarını ıslak toprağın yüzüne kadın...
aynı mısrayı okşadı göğsünde bebeği misali sonra tekrar,

Yine Sol Yanımda Derdim Çok Benim ,
sağ yanım ,
sürgün nefeslerimin sızısı...

17 Kasım 2010 Çarşamba

halaybaşım al yazma...


halaybaşım al yazma,
nede nazlı nakışlıyor adımlarını altımızdaki toprağa.
yüzünde maviye yüzünü dönen bir al kırmızı gülümseme ile...
bir mutluluğu serçelerin parmağına bağlıyor sanki parmağında...

halaybaşım al yazma,
ne zaman elimi tutsan
yüreğimde ağacından binlerce gülüş göğe kanat çırpıyor...
içimde toprak dam üstüne sıcacık bir yuvanın kuytuluğu düşüyor.

halaybaşım al yazma,
bir eli nakışına mendil sallıyor...
gözünden kırmalar ateş alıyor,yıldızlar gibi gökyüzü yanıyor.
baş parmağında barut kokusu sürgün tütüyor.

halaybaşım al yazma,
o adımlarına can gidiyor...
elinin kokusu elime siniyor...
sevdanı avuçlarıma saklıyorum...
rüyalarımı ellerinin kokusundan aydınlatıyorum...

halaybaşım al mendil,
yüzünde nefesim rüzgar...
halaybaşım kan mendil,
avuçları mis gibi toprak kokar...

halaybaşım al yazma,
çığlıklar uçuruyorum dilimden sana,dilimde uçurum zamanlar...
ruhuma biçtiğim sürgünü üflüyorum rüzgarına,
sen saçlarından çığlıklarımı tarıyorsun...

16 Kasım 2010 Salı

ama yinede hep susmayı tercih ediyoruz...

şeytanı içimizde besleyip büyütüyoruz,sonra bundan rahatsızlık duyup kurallarla zincire bağlama uğraşı veriyoruz;üstelik bundan şeytanın haberi bile yok...o zaman kötü kim ve kötü nedir sorusu zihinden sızıp dilimizde birikiyor...

ama yinede hep susmayı tercih ediyoruz...

15 Kasım 2010 Pazartesi

bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün...


bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu...
öpüşlerinde dermansız yaralarım yangın sızılarda üşüyor...
tenimde ıslaklığının ardı mirası üşüyüşler büyüyor.


bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu..
gönlünden sürgün düşüyor yüreğim belli ki,
kor kömürlerin dövüyor yüzümü alev merhemiyle,
teninden sürüp ellerini...
sürgünlüğüm üşüyor yangınlarından sürülüp...
ve yaralarıma kar taneleri düşüyor göğün gözlerinden dolup...

bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu..
sabah beş sularını kokusuyla kesiyor sıcak ilk ekmeklerin kokusu,
kağıtların ki,fırın ocağı ,uçuşuyor kenarı kırık masanda...
kurşun kaleminin un tozlarından boyanan sıcak küreği o al dilin.
alevlere uzanıp pişiriyorsun sanki mısralarını...
kokusunda,evsiz düşlerin biz yetim çocukları uyuyor kapında...
yüreğin taş fırının yangın karası...
avuçlarında yas tutan gözü yaşlı duaların var...

bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu..
halatına düğüm atan balıkçının dileğisin sanki...
utanıp yosunlara işliyorsun satırlarını,
denizin mavisinden mısralarını sanki kaçırır gibi...

bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu..
yüzümü okşayan nefesin vuruluyor bir şaşkınlığın tüfeğinden aniden,
kesiliyor uçuşan nefesin yüzümden kaybolup...
kan revan topraşa düşüyor nefesine binip göç eden sözlerin...

bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu..
mızrabına düşen simit kokusu...
yarım lokma susamın o titreyen korkusu...
ve dilinde bir şiirin tadı dağılıyor...
tüm pişmanlıklarını ince belli bir bardağın sıcacık kanı yakıp alıyor.
ağzında kıtlama bir sevdanın saklanan tadı uyanıyor...
dilinden tatlanan çocuk kelimeler ıslanan gülüşüne kanat çırpıyor...

bir martı kanadından kayıp düşüyor son türkün,
dudaklarında deniz üstü tuz kokan rüzgarın sıcacık kokusu..
ellerinden kokladığım,
teninin çocukluğuma battaniye sıcacık nar kabuğu dokusu...
ah çekişin;
yanağından kızaran utanışlarında,
acıyan bir ekşinin dudaklarına cesurca soyunuşu...

kipat dolusu şiir...


Bazen hiçbir şey çıkmaz bir zarftan
Hiçbir cümle doldurmaz bir mektubu
Ne günışığı sızar ne akşama ermenin saadeti
Kapalı bir yara gibi gezer öyle mektuplar
Kim açsa,kim dokunsa eli yanar
Bazen sözler boşa gider mektuplar boşa
Bazen bir cümleden tüm mektup yanar.

AÇIK CÜMLE şiiri...

haydar ergülen'in ZARF isimli şiir kitabını aldım okumaya başladım...
dürüst olmam gerekirse,o kadar kitabın arasından kitabın kapağı dikkatimi çekti ve biraz sayfalarında mısralarında dolandıktan sonra almaya karar verdim kitabı...
sanırım akşama bitecek tüm sayfaları ile...

yüzün ki,sonrası yok gülüşlerinin mezarlığı...


hepsi bu ile biten,yarım kalmaya mahkum edilen tümceler akıyordu dudaklarını uzatıp tadına baktığın şu soğuk dereden...

hepsi bu ile bitmeye direnen,dilinde demlenmiş yarım bir türkü gibi,sonu eksik bir yapboz'du ağzında derenin soğuk suyuyla üşüyen...

düşün ki,bir düşü katlıyor karalanmış kağıtlarından çocuklar...
biri uçak,kimi gemileri uğurluyor küçücük ellerinden...
düşün ki,seninki uçmuyor...uçmak istemiyor...
ayağın dibine sokulurcasına adımlarına çakılıyor...
ve demir kuşların çığlıklarından susuyor kağıt kanatların senin...

düşün ki,buzların üzerinde uçamayan
bir kuş üşüyor...
düşün ki,titriyor nefeslerin...

sonra bir gül ölüyor bakışlarından aşağıya düşüp...

yüzün ki,sonrası yok gülüşlerin mezarlığı...

14 Kasım 2010 Pazar

yarım porsiyon hüzünler lokantasında...


yarım porsiyon hüzünler lokantasında...
aç susuz bekleyişler uçuşuyor tepemizde.
ölüme yakınlığımızın kokusunu alıyor tepemizdeki kuşlar...
kasede az çorba kadar mutluluk hakkımız var,
daha fazlasına yetmez zaten gücümüz...
yarım porsiyon keder kavurma,
ve yanında çocuk ellerin taşıyabileceğinden fazlaca
ekmek kokusu var...

doymak ise,
çok ama çok uzak...

sustu gözleride,zaten dilsiz olanların...


o kadar kısaydı ki şiir,
mısralar anlatamadan içindekileri,
kapandı tüm kapılar...
yüzlerinde kapıdan kalan bir esinti,
ve kulaklarında gurur kıran bir çınlama,
miras kaldı hızla örtülen kapının ardından her birine...
''ama biz büyüyüp şiir olacaktık'' diyemediler dahi...
sustu gözleride,zaten dilsiz olanların...
bir sessizlik,araf oldu gözlerinin görünmeyen içine...
sustular onlarda...
hiç konuşmadılar bir daha...

o kadar kısaydı ki şiir,
uzadı sessizliğe sarılarak yürünen tüm mesafeler...

11 Kasım 2010 Perşembe

zaman kiplerinden tarhana...


yelkeni kırık bakışlı küçük gemi,
avuçlarında ahşabı yer yer çürük çocuk...
zamana uzanacaksın sanki son nefesinde zor bela
toprağa düşer gibi...

sol kolunda idam mahkumu bir kol saatin var...
hem derman ,hem figan...
bir pim düşüyor gözlerinden zamanın ellerine...
durmuyor yinede zaman...
asla durmaz...
durmayacak...

istediğin hiç olmayacak...

yelkeni kırık bakışlı küçük gemi,
avuçlarında ahşabı yer yer çürük çocuk...
kar yağacak belkide...
şehir gelinliğini soyunacak çatılardan sıyırıp...
düşler uçuşacak,kar tozları düşecek uçuşan süs kağıtlar gibi...
duman büyütecek azgın dalgalara iskele ettiği göğsünde bu kent...
yüreği sevişecek önce bedeni değil...

kime sorsan her yanın tuz dökülü buzdan bir mavi...
üşüyen avcuna serpilen tuz tanesi misali morluklar...
dudaklarının çatlaklarına konan küçücük serçe sızılar...
beyaza düşeceksin...
simsiyah teninde gözlerin griye başını eğecek teslim olup...
kirlenmene izin vermeyecek bencil bir aşk...
çatlak teninde dümdüz duran,
soğuk,ölü, taş taklidi yapan bir duvar önünde ağlayacaksın...
sesini,bastığın toprak kokusu saklayacak sokaktakilerden...

yelkeni kırık bakışlı küçük gemi,
avuçlarında ahşabı yer yer çürük çocuk..
altılı ucuz suluboyamın çatlamış dudaklı halka düşleri
o günahkar renkleri harflerine süren ,
kaçamak dövüşen yumuk yumuk çocuk ellerin...
rengarenk bir yas açtığın hamur,
gözyaşlarını damlatıp yoğurduğun bazlaman...
aradığın yosun tutmuş halat kokusunu tuzlayan zaman...gece...


çocuk...
çocuk,
çocuk...
satırlarını boyamışsın gözlerine vurduğun gökkuşağı renkler gibi...
halbuki boyanmış hangi bakış daha gürül gürül akabilir ki çıplak senden...
cevabı sende biliyorsun...
bir iskeleye kendini zincirliyorsun...
denizinden korkan tuz mu olur güneşine kavrulan,tenini geren...
gökkuşağı renklerine boyandı diye bir kelepçe,
esaret daha mı güzel kokar gözlerine sence ...
yapma çocuk...
sandalının kabuğunda dökülen yara kabuğu sökük boyaların...
tuza değen kavrulan dudakların...
şiir şiir süzülen sıcacık kan damlaların...
mısra mısra sızlayan kurumuş dudağından çağlayan uçurum çatlakların,
adı uçuk,uçamayan kelimeler yuvası dilinin ini...
gitme...
gidişin sızlatır seni...

yelkeni kırık bakışlı küçük gemi,
avuçlarında ahşabı yer yer çürük çocuk..
sar ilkokul cebinden düşürdüğün kumaştan mendiline beni...
sar adı sümük mısralarının huzur yeşiline beni...
varsın pencereden bakamasın ayağa kalkıp bacağı sakat çocuk...
sesinde avunsun düşlerinde yağan yağmurun altında ıslanan tenindeki ateş..
sen bağıra bağıra şiirler oku pencerem altında,
pencerem titresin bacaklarımdan kıskanıp heyecanımı...
titret soğuk harp kokan duvarlarımı ıslak gözlerimde...
ama etme...
varsın sapan çeksin rüyalarında çocuklar kırık kanatlı ağaca sinen
hayallerime...
sen sapan kaldırmadan uyan yastığında bana,
ve uçuşan tüylerimde sana düşsün yatağında çığlıklarım tek tek..
iki damla kan ile ısınan kanat parçaları...
yosun tutmuş denizin yıkadığı bakışlarım...
sandalımda satır satır işlediğim nakışlı balıkçı ağım...
yakaladığım birkaç cam kokan mektup şişesi...
yüzen toprağın kağıt saklayan dostluğu...
denizde dalgaların şişeyi kırıp,
mektubun mürekkebini denize döküp okuma isteği o hırçın merak...

yelkeni kırık bakışlı küçük gemi,
avuçlarında ahşabı yer yer çürük çocuk..
bütün yapraklarını açarsa,
koparırlar seni sevdaları cevapsız soruları için...
sen en iyisi sakla bir tanesini açma hiç olur mu papatya,
gerçeği yalnız sen bil,
yalanlar ağla seni koparan her seferinde onlara...
yalanlarını kopar tüm sonlarına...

yelkeni kırık bakışlı küçük gemi,
avuçlarında ahşabı yer yer çürük çocuk..
sallan yalnızlığına salıp ipini kıyıdan sekiz adım uzağına insanların...
isteselerde seninle sallanmayı seni,
tutamasınlar olur mu şairi kendinden deli elini...
yaşını ayıramasınlar aşından silip gözlerini...
ıslık çalamasınlar yüreğine uzanıp gök yüzünü yüzüp...
dalgalarla beşik olma onlara uyutma onları sallanan sandal kollarında
olur mu...
etme...


* boyamışsın sandalını...ışıl ışıldı...güzeldi bile belki...ama göremedim...saçlarını iki günde bir değiştiren kalpleri yangın yeri kadınlar gibi başka başka boyuyorsun tenini herbir geçen günde...gördüm...etme demeye hakkı yok tuz yangını tenimde saplı demir mızrak sözlerimin...ama etme/sen...boyamışsın sandalını...ışıl ışıldı..sözlerin rengarenk...gözlerin renk renk...gözlerinde başkalarının kalemleri...boyamışsın sandalını...ışıl ışıldı...güzeldi bile belki...ama göremedim...seni...

* türkçe hocamın ilk eleştirisidir bana '' zaman çekimlerine dikkat et,zamanı çok karıştırıyosun...'' dünü,bugünü ve yarını aynı anda demliyorsun çırak,elinde kırık bir çıngırak...zamanı karıştırıyorum hocam,kesilmesin acılarımdan kederlerimden kaynattığım tarhanam...

halbuki sevmem tadını tarhanamın...
ama içinde anam kokuyor diye karıştırırım her gün durmadan...

aynadan yansıyan gerçek zaman ; 22.26
yazan ; beN ...

8 Kasım 2010 Pazartesi

saati sabahlara kurmak...


saati sabahlara altı ellibeş'e kurmak...
erteleyip erteleyip durmak...
geç kalmalara uyanmak...
aynalara susmak...
yüzünde dünden kalan rüyalarını yıkamak...
saati sabahlara kurmak...
uyanıp öylece dakikalarca yatağında boş boş oturmak...
duvarlarıma konuşmak...
hayaller kurmak...
saati sabahlara kurmak...
susuşlara sarılan uykuları kırmak...

uçsam gitsem buralardan...


koynuna saklanıp sana sarılan,
seninle uyuyan kokuna sürünen bir atkıyı sarıp yüzüme,
uçsam gitsem buralardan...
kokuna sarılıp kapatsam gözlerimi...
kokun alıp götürse beni gökyüzüne...
düşünü koklasam kapanmış sana yumduğum gözlerimde...
sen koksa kapanan gözlerimde zaman...
uçsam gitsem buralardan...

uçsam gitsem buralardan seninle,
sen gelmesen bile...

acılara şemsiye açmak...


keder damlalarını yüzünde selamlamak...
sızıları yanağından kaydırmak...
ıslak gülüşünün yağmurlarda ıslanmış çocuk parkı yalnızlığına uzanmak,
sıra beklemeden ıslak salıncak ile gökyüzüne uzanmak...
sallanırken hep yukarılara bakmak...
yeri unutmak...
kalbinde ağrılı saniyelerin çiseleyişi...
ıslanmamak için koşturanların,
gözlerimde çektiğim yavaş çekim siyah beyaz filmi...
siyah beyaz yağmurlar düşen çatılar...
saçaklarına saklanan yalnız mavi umutlar...
hangi rengi seversin en çok'a verilen,
o anlık yalandan uçurulan cevaplar :
yalnız mavi'yi seviyorum ben...
yalnız mavi ne renk ki diyen şaşkın bakışlar...
ıslanan çoraplarda hoplaya zıplaya kaçmak...
ve acılara şemsiye açmak...


* ne zaman yağmur yağsa şehirde,
pahalanır metro önünde satılmaya başlayan şemsiyeler...
tek kişilik kumaş çatılar...
ne zaman hüngür hüngür ağlasa bir yağmurun altında kalıp bir kalp,
fiyatı değişmez soğuk ellerde satılan kağıt mendillerin...
bazı şeyler değişmez şehirde...
bazen aynı kalır kimi şeyler ıslanan ellerinde...

şemsiyeler yağsa üzerimize keşke,
ve ıslansa tüm yağmurlar...

beynimde acı kovanı bir urdu sanki adı...


dünü üflermiş gibi,döküldü sisli sözler şelalesi dilimden dudaklarıma...
durmadı zaman...
dönmedi dünya...
küstü belkide,doğmadı o gece ay...
sokağın köşesindeki otobüs durağının güven veren yalan çatısı altında bekledi gece,sabaha dek soğuk güneşini gecenin...
dünü üflermiş gibi,sardı çarşafına zamanın kuruttuğu yapraklarını...
durmadı yoldaki ışıklar...
durmadı ıslanışlar...
DurMadı...
sanki zihnimin sönmüş ışıklı dehlizlerine küçücük bir delikten sızan bir damla ışıktı...
yüzümü dayayıp hüzmesine,içinden toz tanelerini içerdim...
mısralarda aydınlanırdı yüzüm...
DurMadı...
beynimde acı kovanı bir urdu sanki adı...
bal kadar tatlı acılar birikiyordu avuçlarımda...
sen dalga dalga sallanırken rüyalarında,
ben karaya oturan sandal yalnızlığımda,
küçük gemisini terketmeyen kaptanıyım sevdamın...
sandalımda o kadar kalabalığız ki inanamazsın...
ben ve düşlerim...
neredeyse batacağız...
adı adımlarından düşen bir yoldu bu sevgilim...
rotasını silgilerden saklayan kağıtların mısralarıydı zaman yüzümüzde...
rastgele sevdiğim...rastgele...
ne zaman kulağımın kapısını çalsa adın,
bir yabancı sesin yüzüme dayanan yumruklarında,
yüzümün çizgileri dahi kıvranır kalbimi dağlayan o yangın ağrılarda...
oysa bekledim...
ama...
çalmadı saat...
Çalmadı camın kenarına ufaladığım kuruyan ekmekleri kış kanatları...
ve kulağımın iskelesine kurduğun yastık kuşu yalnız saat...

3 Kasım 2010 Çarşamba

naftalin kokan mısralar dolabında...

naftalin kokusuna sakla güneş solgunu temmuz kokulu bakışlarını olur mu,çıkaralım sabun kokusuna saklanmış şubat karından solgun mısralarını sonra usul usul...
adı kıştı desinler şiirlerinin...
yada mısralarına kışt desin gölgesinden bile korkanlar...
sen umursamadan har vur yüreğin ateşine,
solsun yanağın kırmızısında tenine düşen karlar...
ve ağlasın asla istediği rakama yuvarlanıp düşemeyen,avuç içi kokan o zarlar...
kum/arsız düşlerim...
ve yapayalnız kalabalıklar...

düş yalnızı aydınlıklar...
naftalin kokan mısralar...

insanın suyu boyayamayacağını...

palete düşmeye gerek mi var bilmek için...
mavi sarıya nerede sarılsa yer yeşile sürünür,
bunu her toprak kokan çocuk bilir...
güneşin rengi ne zaman üşüyüp,
gök yüzünün mas mavi çarşafına sarılsa,
yer yüzünü filiz yeşili bir bahar can bulup boyar...
köy çocuklarının paletidir bağ bahçe tarla toprak,
gökte gök,yerde ırmak...

hangi ressamın tırnaklarından renkler akmaz ki zaten...
köylü ressamlar kahvesinde büyüdüm ben...
hepsinin tırnağından boyanırdı tüm ağaçlar otlar...
renkleri ilk onlar bulmuştu gözlerimde zaten...
palete düşmeye gerek mi var bilmek için...
alını al morunu mor koklamak için sergilere mi ihtiyaç var...
sergiler ki parlak ışıklı köle pazarları değil midir tabloların...
dört duvara hapsedilmiş hapishanesi düşlerin...
toprağı en iyi boyayan adam değil midir Millet...
köydeki en güzel suret...

herkes bilir kağıt boyayanları elbet,
ya kağıda gerçeği dökenleri tanır mı tarih söyle bana...
mesela ivan ivanovich shishkin'i tanır mısın moskovadan...
ağaçları kağıtta sulayan büyüten adam...
detaycı ruhsuz diye hor görülen,
ama kağıdında ağaçlarıyla konuşan,
yapraklarını koklayan adam...
tanımaz onu belkide hiçkimse...
belki bilmez o da avucunda yeşil için,
sarının maviye sımsıkı sarılması gerektiğini...
güneşin denize düşmesinden öğrenmiştir belki,
ağacında yemyeşil bir yaprak açmayı kimbilir...
The Sun-lit Pines tablosunda onun,
detayda ne kadar derine dalabildiğini anlarsın belkide...

palete düşmeye gerek mi var bilmek için...
insanın suyu boyayamayacağını mesela...
ne kadar isterse istesin,
ebrulanacağını ancak...

adam ressam değildi malesef...
ama kan renginin, bize gösterilen kırmızı olmadığını
bana ilk o öğretti...
hiç öyle bir al görmemiştim daha önce...
meğer kan rengiymiş içimde kan...
kırmızı ise bize söylenen büyük bir yalan...
bana renkleri öğreten adamdı babam...
ressam olamadı yine de hiçbirzaman...
ama tanıdığım en tanınmayan ressamdı,
gözlerimde tüm renkleri bana yeniden gerçekten boyayan...
yüzümde,
bir serginin en yalnız tablosu asılıdır işte taa o zamandan...

1 Kasım 2010 Pazartesi

titrer çocuk bacaklarım...


yarim senden ayrılalı,
titrer çocuk bacaklarım...
düştü düşecek olurum bazı...
düşeyazarım...
düşmüşcesine korkuyla kavrulup,
düşe yazarım ...
tutsam tutunsam kurur tutunduğum dal,
kırılır düşer tutuştuğum el yamacımda...

yarim senden ayrılalı,
titrer çocuk bacaklarım...
ıslanır kardan sıyırdığım nacaklarım...
üstü çıplak cümleler kurarım akşam ayazına karşı...
bir ocak gecesi üşüyen adımlar gibi ağlar gözlerim...
üşümez yazılıp düşen satırlarım yinede ...
titremez mısralarım...

yarim senden ayrılalı,
titrer çocuk bacaklarım...
itlere sarılır uyur sokakta kurduğum düşlerim...
kaldırımlar satırbaşı yüreğime...
yinede küçük harf başlarım ben ağlamalara...

yarim senden ayrılalı,
titrer çocuk bacaklarım...
taş merdivenlerden yuvarlanır dilimde sözlerim...
üşüyen pencereden bir gurbet buğulanır yükselir...
sıcacık bir mısrayı hohlarım soğuk yüzüne o vakit...
iki damla ağırlaşır akar cam yüzünden süzülüp gülüşüne.

yarim senden ayrılalı,
titrer çocuk bacaklarım...
zalım teline düşer bağlamada keskin mızrabım...
bam teline asarım,
kurusun için kan mendilimi yüreğimden sürüp...
sazım yüzünde bir damla gam kokulu nem...
ve bağlamamın kağıdına kalem olup düşer parmağımdan tezenem.

30 Ekim 2010 Cumartesi

boynu bükük ölümleri takardı boynuna muska diye...


boynu bükük ölümleri takardı boynuna muska diye...
belki biraz ölürüm için,
koklardı mezardan avuçladığı topraktan...

sorarım sana ey tenimden kıvranıp tutuşan günah,
nasıl tem/izlenirsinki su dudaklı yağmurların okşayışından...
boynu bükük ölümleri takardı boynuna muska diye...
ve tadına doyulmaz sol yanının kokusunu,
içmişlerdi yüreklerine onu dinlemeden...
sütünün tadı cennet...

boynu bükük ölümleri takardı boynuna muska diye...
uçar gidersindi belki,
belki sırt üstü yazarsındı gülüşünden sağdığın ilk şiiri ,
tavanından çalıp ilk mısrasını...
ve gazete sayfalarından kaplanan iki ortalı defterindi sanki,
o bin çiçek kokan dert balı
gözlerin...
oraya yazardın herşeyini ilk...

ben,gazetenin sayfalarını okur gibi yapmalara saklanır,
seni izlerdim defterinden...
korkak bir çocuğun sığındığı küçük bir köşebaşı gibi...
şiirlerimde çömelen titreyişlerimi sallardım...
sırtımda yalan tesellilerin,kış güneşi yalan sıcacık elleri...

ve ocak yağdı üzerimize lapa lapa...
şubat eridi saçımızdaki kardan ısınıp...

oysa sen hiç görmedin beni...
en güzel halimi seyrediyorsun yani...
güzel kalmama izin ver gözlerinin ardında...
arda boylarında yürüyelim elele kimseler görmesin...
biz bile görmeyelim birbirimizi...
uzak diyarlarda zifiri karanlığa saklanmış bir köy gecesi gibi,
ellerimizin sıcaklığından başka birşey görmesin gözlerimiz..
sonu başında yazılı sevdaların demircisi avuçlarımda,
derin hançerlerin yarıkları uzanıyor şimdi...
ve ben çekici tutamayan ellerimi avutuyorum dizlerimde...
kanlı ellerimi tuzlu okyanus suyuyla yıkıyorlar...
şimdi söyle haydi durma,
hangi tuz yakar ki içimdeki karanlık mahzeni...
kırık şişelerin üzerinde edilen tüm yeminleri...
dudaklarından esen hoşça kal rüzgarını...

yelkensiz yakalandığım elvedan...
hoşnutsuz rotaların ahşap sandalına denizden gam çeken adam...
ben...
bibaşına uy/uyan adam...
tek bir çiçeğin harman balı dudağımdan akan...
aynı ateşe tutuşan ceviz kokusu,
dudağımın üzerini sinsice okşayan zaman...
doktorun adı zaman...
doktorumun adı gam...
ilacıma küsüm yıllardan bu yana...
bakışım dağa sinmiş,sevdasına eşkıya...
insana küsmüşüm ben...
insanı sevmeye çabalayan sen...
yıllardır ışıksız uyumuş gözlerime mum tutan bir el...
ışıksız yaşanır mı diyen...
denize düşen yılanını yiyen ben...
elvedaları sevmeyen...
çakalın hoşu mu olurmuş hem...
balının kokusuna vurulduğumuz,
hoş çakal diyen bir çekip giden...

*susamazdım ben zaten...
dilimi kesip gittim işte bu yüzden...
ruhumu suskunluğa gömüşüm,
onu duymak istemememden...

29 Ekim 2010 Cuma

şemsiyemi sana uzatıyorum...


şemsiyemi sana uzatıyorum...
yağmurları ıslanmayı seçiyorum...
küçükken görmüştüm ip cambazlarını...
aradıkları dengeyi ellerindeki şemsiye taşıyordu...
şemsiyemi sana uzatıyorum...
merak etme
soyunan çıplak iplerine bakmadan,
gözlerimi kapatarak uzatacağım sana şemsiyeni...
şemsiyemi sana uzatıyorum...
çıplak tellerde yürürken sen,
hani hayin bir yağmur aniden yağar ya diye...